Gezi Direnişi’nde yükselen taleplerin bu talepleri seslendirenlerin bireysel konumlarından (işçi, öğrenci, taraftar vb) bağımsız olarak,1789 Fransız Devrimi’nin taleplerine çok benzediği görülmektedir:
Madde 1- İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar
Bu soruyu başka türlü soralım.
1) Mevcut haliyle insanın potansiyeli nedir?
2) Mevcut insan malzemesiyle kurulabilecek en ileri düzen ne olabilir?
Marx’a göre, bireyler kesinlikle eşitsizdir. Sloganını hatırlayalım: "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar."
“Bardağı taşıran damla maalesef kan damlası olacak bu topraklarda” diye yazmışlığım, hatırlatmışlığım vardır arada. Özellikle bölge ülkeleriyle girilen “tehlikeli ilişkiler” gemi azıya aldığında. Belki de onca “iç gelişme”nin bardağı bir
Eylemler birinci haftasını tamamladı fakat hala Türkiye İşçi Sınıfı’nın YARISINI oluşturan asgari ücretliler (yani 800 TL ile geçimlerini sağlayanlar) alanlara in(e)medi. New York’tan, Hamburg’dan bile eylemlere katılım oldu, bizim asgariciler bir türlü katılamadılar. Asgariciler
Kendinden olmayan herkesi her gün aşağılıyor. Her gün her dakika televizyonda karşımıza çıkıyor, bağırıyor çağırıyor. Hiç bilmediği konularda akıl öğretiyor, emirler veriyor. En son incisi: “Alkol içen alkoliktir.”
“Resme bakan putperesttir” de der yakında, denetim
Eğer termitler bizim gibi “uygar” olsaydı, hasta ve yaralıların yenmesini destekler, bireysel üremeden kaçınır, dışkılarının değiş tokuşunu ve tüketilmesini ayine dönüştürürlerdi. Kısacası “termit ruhu”, insan ruhundan çok değişik olurdu.
Klişe bir muhabettir: Bir insanın yapısını belirlemede “genetik mi daha önce gelir, çevre koşulları mı? Onlarca yıldır süregiden bir tartışmadır bu.
“Bir canlının doğasını belirlemede çevre mi yoksa genetik mi
Abdullah Öcalan, Sünni-etnik mesajına ülke solundan gelen tepkiyi hafifletmek için Denizlere, Mahirlere selam göndermişti. "Kesme"diği görülmüş ki, Ertuğrul Kürkçü ülke solunun İslamla ilişkisine teorik zemin bulma işini üstlenmiş ve Türkiye
Bu zulüm, bu baskı, bu sansür, sokak, yasak, gidişat… bana bir şeyi hatırlatıyor. “Menderdoğan” diyelim dilerseniz adına.
Dünyamızı, hayatımızı, yaşadığımız toprakları ele geçirmeye çalışan, şu çok kötü ruhlu çizgi
Yerlisi yabancısı, irisi ufağı, orijinali çakması ne yapıyorlar? Peki biz ne yapıyoruz?
Onlar giydiriyorlar. Biz giyiniyoruz. Bu kadar basit. Soygun düzeni kurmuşlar. Soyup soyup giydiriyorlar. Giyinip gidiyoruz…
Üstümüzü örtmemiz lazım mutlaka.
Postmodernizm ile ilgili bir önceki yazıma gelen postmodernizmi postmodern bir dille eleştirdiğim eleştirilerinin birleştikleri nokta, bireyi ilişkilerin simgesel evreni, yani dilin evrenindeki yeri içinde tanımlamaya itiraz ile ilgili idi. Ancak
Dinler sosyolojik bir gerçeğimiz. Bu gerçekteki normallik ve hastalık boyutunu ayırt etmek ise bir anlamda görev. Dinsel içerikli psikoz, dinsel dogmalara dayalı bozulmuş bir düşünce içeriğine, bazen bununla birlikte varsanılara
Alan Sokal’ın Şakanın Ardından adlı kitabı, yapı ortadan kalktığında karşımıza nasıl bir saçmalığın çıktığını yüzümüze tokat gibi vuran bir kitap oldu. İki fizikçinin yapıyı bir kenara bırakarak rastgele seçtikleri cümlelerle
Eşber Yağmurdereli`yi tam yirmi yıl sonra görebilmiştim yeniden. Dönerken elimde birçok kitap, en üstte de Mağdule Demircioğlu`nun bu doktora tezi vardı.
Ne oldu o ara anlamadım, Eşber Ağbi`yi görmüş müydüm,
Sevgili Ahmet Yıldız, ulus kavramında ne kadar haklı? Net bir yanıt veriyorum: Yüzde 75.
Ahmet, sosyalistlerin, halkın ulusal duygularına gereken önemi vermediklerini belirtirken sonuna dek haklı.
Tabii burada Ahmet’in de iyi
“Yalan evrenselleştiği zaman doğruyu söylemek devrimci bir eylemdir.”
G.Orwell /
Burjuva demokrasisi apaçık şiddet ile rıza imalatının aritmetik ortalamasıdır. Burada “rıza” nın oranı ne kadar fazlaysa o kadar burjuva demokrasisi
Bir süre önce Bejan Matur’un, Almanca konuşulan dünyanın en önemli haftalık haber dergisi Der Spiegel’de, Kürtlerle müzakerelere eşlik edecek ve denetleyecek güçlerin önemini vurgulayan bir yazısı yayımlandı. Şairimiz, “üçüncü
Uzun bir başlık oldu. Daha da uzardı ama “vb.” var neyse ki. Ve benzerleri. Sol tarihimizden uzun uzun hatıralar okumaya başladığımız için oluyor böyle. Bazı şeyleri sıkıştırmak kolay değil birkaç
Her Türk solcusu marksizmin temel doğrularına gözünü ilk kez George Politzer'le açmıştır. Ağabilerimiz ilk seminerlerini vermeye Felsefenin Temel İlkeleri'yle başla(r)dı. Sol düşünceyle donanmanın abecesi Felsefenin Temel İlkeleri'ydi!
George Politzer, Macar asıllı
Sevgili Kaan,
Çözüm süreci(!) sana ümit veriyor ama bana ümit vermiyor..
Yazına neden kızayım ki, sadece üzüldüm, senin adına doğallıkla...
Çözüm süreci diye önümüze koydukları plan Atlantik ötesinde tezgahlanan bir plan, sosyalistlerin buralarda
“Çözüm Süreci Bana Umut Veriyor” başlıklı yazıma bazı yakın dostlardan gelen tepkiler bir kez daha ve cidden umut kırıcı. En açık seçik yazılmış, en basit ve kısa tutulmuş makaleler, konuşmalar
Türkiye’nin “yeni bir dönüm noktası”nın hemen sonrasında yazmanın belli güçlükleri var. Kolay değil, kaç yılın meselesi, “çözülüyor” gibi. Dün de Newroz vesilesiyle, bununla ilgili en önemli dönemeçlerden biri dönüldü gibi.
Solcularımız
Kürt sorununda bir yazı yazıp görüşlerini açık seçik ortaya koymak benim gibi “yansız” bir yazar için kendi ayağına kurşun sıkmak gibi bir şey. Çünkü biliyorum ki, okur kaybettirir, dost kaybettirir.
Her şeyin zamanı var. Her zamanın da özgün ifadeleri. Yaşanan veya içinden geçilen somut zaman ve mekân, saptamaları, tavır alışları da belirliyor. Onları düşünmez, saptama ve tutumları tarihsellikleri dışında otomatiğe