Eyüp Sultan’da Bir Cumartesi Sabahı (Hep Cuma Olacak Değil Ya!)
“Yahudileeer…Efendimiiiiz...Müşrikleeeer…” kelimeleri duyuluyordu kesik kesik, konuşurken halka şeklinde etrafını saran kadınlara sesini duyurmak için, bağıran adamın yönünden. Sonra sesini alçalttı, mırıldanarak birkaç cümle daha etti kır saçlı, kır sakallı, karakaşlı, tıknaz adam; belli ki konuşması sona ermişti. Halka biraz açıldı, yol verdiler. Adam öne geçti ve çıkış kapısına doğru topluca yöneldi tamamı genç-orta yaştan, üzerlerine sıkıca oturmuş, kasvetin her renginden daracık pardösüleri olan kadın kalabalık. Daha genç olanlar yere, ayaklarının ucuna bakıyorken, yaşlıca olanlar etrafa şöyle bir bakma haklarını kullanıyorlardı, kendilerine öğretildiği üzere.
“Kadın ziyaretçiler” diyordu, mezarın etrafındaki demir parmaklıklara asılı tabeladaki yazı “Mum yakmayınız, yemek bırakmayınız, dilek tutmayınız” bir de, “Türbeden geri geri çıkmayınız”. Yani saygısızlık olmasın diye sırtınızı dönmeyeceğim derken, dinen mahsurlu bir iş yapmış olmayın diye, ayrıca ikâz ediyordu. Canlıya gösterilmeyen saygıyı, ölüye göstermeyi mübalağa etmeyin diyordu.
Öbür yandan, on beş kadar delikanlı, hepsi zayıf, tenleri bembeyaz. Soğuktan mı acaba? Başlarında lacivert takkeler, bir gözleri hocalarında, diğeri ile etrafa kaçamak bakışlar atıyorlar, belki de ilk defa geldikleri bu topraklarda dolaşmanın da heyecanıyla. Sonra dua. Üç sıra halindeler. Kısalar en arkada. Sırf kısa boylu olduklarından mı? Belki de daha az çalışkanlar, ezberleri zayıf veya rütbeleri düşük, bilemem. Seneye de buraya gelmek için dua edenler mi, yoksa bir an önce ailesine kavuşmak isteyen mi daha çoktur aralarında? Onu da bilemem.
Tamirat var diye, şimdi kapadıkları türbe kapısının basılmaktan erimiş mermer eşiğine oturmuş altı yedi yaşlarındaki toraman oğlan çocuğu, kucağında oturan sarılı beyazlı kışlık postunu giymiş ve belli ki insanlara alışkın, tüy yumağı sevimli kediye bakarken, annesine de sesleniyor bir yandan,
− “Ben indiremeeem, dokunamaaam…”
Anne, avludaki diğer onlarca kadınla aynı surette, aynı silüette. Dönüyor oğluna ve bağırıyor,
− “İndir onu kucağından!”
Toraman, kucağında oturan gözleri memnuniyetten kısılı, dertop olmuş kediyle annesine bakıyor; indiremem demem numara, biraz daha kalsın dercesine. İkiz kardeşi, her üçünü merakla izliyor hemen yanı başlarında “Ne olacak şimdi?” diyerek. Anne bir şeyler daha söylüyor, ancak kedi oralı olmuyor. Anne yaklaşıyor, söylenmesi hızlanıyor, yerleri süpüren pardösüsünün eteği aralanıyor ve siyah çizmeli sağ ayağının sırtıyla, umursamaz kedinin karın boşluğuna yerleştirdiği sıkı bir tekmeyle, onu evladının kucağından türbenin duvarına doğru savuruyor. Kedi, biraz yükselip sırt üstü yere düştükten sonra toparlanıyor, biraz daha öteye gidiyor, şaşılacak şekilde az etkileniyor bu eşref-i mahlukat’tan gördüğü muameleden ve kuyruğunu toplayıp öylece oturuyor. Yine belli ki, bu başına gelen bir ilk değil.
− “Allah razı olsun anneciğim, sen olmasaydın nasıl kurtulurdum”
diye neşeli çocuk sesiyle bağıran toraman, hızla eşikten kalkıyor. Oyun bitiyor onun için, ikiz kardeşinin de ilgisi dağılıyor ve çeşmelere doğru yöneliyorlar birlikte, annelerinden de fazla uzaklaşmamaya çalışarak.
İnanç nesilden nesile aktarılır, din kalın bir yorgan gibi üzerimizi biraz daha sıkıca örterken, ben ve kedi olan bitene şahid oluyoruz. Sonra ben arkamı dönüp çıkıyorum, kedi sırtını türbenin duvarına verip, etrafı seyre devam ediyor.
Ahmed Çelebi
27 Kânûn-i Evvel 1430