Bu yazıda Dr. İlknur Arslanoğlu, Dr. Yavuz Dizdar ve bir İnsan BU editörünün görüşlerini aktarıyoruz:
Gebelere şeker yüklenmesin!
Canan Karatay'ın gebelere glukoz yükleme testi yapılmasını sakıncalı bulduğunu TV ekranlarından söylemeye başlamasıyla bir yandan çevreden danışma başvurularına maruz kaldım, bir yandan özellikle Kadın Doğum uzmanı hekimlerin ateş püsküren tepkilerine şahit oldum. Açıkçası sayın Karatay dile getirmeden önce de, uygulama bana pek hoş görünmüyordu, ama odaklanarak bir görüş geliştirmiş değildim. Son olarak Jinekoloji Derneği'nin şikayeti, Tabip Odası'nın süreli meslekten men cezası, ardından İnsan BU facebook sayfasında çıkan yazılar ve gelen yorumlar derken... benden de görüş istediler.
Ben çocuk endokrinolojisi uzmanıyım ve diyabetle özel olarak ilgiliyim. Ama beslenme ve diyabet konusuna ülkemizdeki endokrinoloji ortak aklının oldukça dışında bir yaklaşımım olduğunu söyleyebilirim. Yine eklemeliyim ki bu yaklaşımımın temelleri on beş yıl kadar önce, bu yıl kaybettiğimiz Prof. Dr. Ahmet Aydın'la tanışmam üzerine atılmıştır. Kendisinden ilk dinlediğim konferanslarından birinde özellikle şu görüşler bende büyük etki uyandırmıştı: "Avcı toplayıcılıkla geçinen tarım öncesi veya erken tarım dönemi kabilelerinde hamile kadın tüm kabilenin sorumluluğundadır. Avlanan en değerli etler ona taşınır, yanlış davranışlarına müdahale edilir, çünkü doğacak çocuk o topluma aittir... (Arada diğer görüş ve arkeolojik belgelerden sonra) ... Modern yaşama, tarım toplumuna, karbonhidrat ağırlıklı beslenmeye ve özellikle rafine karbonhidrata geçiş yapan etnik grupların karşılaştırmalı çalışmalarında iskelet yapısının yüz, beden oranları, ortodontik özellikler, kafanın havalanma boşlukları ile ilgili çarpıcı farklar ortaya konmuştur. Adenoid yüz, sıkışık dişler, kadınlarda dar pelvis gibi. Ayrıca bağışıklık sistemi ve metabolizmada ciddi olumsuzluklar baş göstermiştir."
Araya giren kendi araştırmalarım, okumalarım, gözlemlerim ve sağlık hizmetine kendi felsefi bakışım ışığında son durum hakkındaki düşüncelerim ise şu şekildedir :
1- Gebede diyabet tanısı koymak için kullanılan önce 50, sonra 100 gramlık iki glukoz yüklemesi , aç karna ve emilimi kolaylaştırılmış sulandırma oranıyla 5 dakika içinde alınması gerektiği gerçeği ile birlikte düşünüldüğünde gebe bir kadının rutinde (medikal amaç dışında) aklından bile geçirmemesi gereken bir beslenme şeklidir. Yani bu glukozu gebe kadın zaten normal hayatında kendiliğinden de alır diye savunmak son derece abestir. Jinekoloji derneğinin savunusu ise saptırmaca. Diyorlar ki, bu testte alınan şeker bir dilim pastadaki şeker. Bir kere pastada un var, yağ var, kana karışması hayli gecikir bu şekerin. Testte verilen şeker beş dakika içinde iki buçuk kutudan fazla kola içmekle alınan şekerdir. Kimse bunu (yaklaşık 900 cc) beş dakikada aç karna içmez. Bu alınan glukozlu sıvı da 5-10 dakika içinde kana karışır.
2- Alınan glukozun ne kadarının, fetusta ne kadar yoğunlaştığını ve bunun ne etkiler yapacağını bilmemekteyim. Şu ana kadar yapılan çalışmaları ayrıntılı gözden geçirmedim, ama böyle bir soruya yanıt vermek için kanıtların yetersiz olduğunu ve yalnızca tıbbi literatürü ve konuyla ilgili anahtar sözcükleri içerenleri değil, çok geniş bir tarama yapılarak bazı kanıtlar bulunabileceğini düşünmekteyim. Şu anda ben bu durumda değilim. Ama bu testin fetusa hiç zararı yok demenin sorunu hafife almak anlamına geldiğini söyleyebilirim.
3- a) Testin 24-28 hafta arasında yapıldığını düşünürsek, ondan önceki ve testi normal çıkanlarda sonraki haftalar, b) test yapıldığında 140 mg/dl altında kalarak istediği gibi karbonhidrat yiyen gebeler, c) testte gestasyonel diyabet çıktığı için şeker yemesi yasaklanan ve gerekirse insülin başlanan, ancak şeker dışında günlük kalorisinin yine % 60'ını "kompleks" karbonhidratlardan almaya devam eden gebeler, d) glukoz yüklemesinde fazla artış göstermeyip açlık ve ortalama şekerleri gözlendiğinde fetusa hep istenenden fazla şeker transferi yapan (ki bunların içinde bazı MODY diyabet tipleri de vardır) gebeler... hakkında ciddi endişelerim var. Çünkü bu testi yapmakla bu saydığım durumlar için hiçbir şey yapılmış olmuyor.
***
Bence yapılması gereken şudur:
1) Tüm gebeler karbonhidrat tüketimini, kompleks karbonhidratlar dahil, standart fiziksel aktivite dönemlerinde günlük enerjinin % 40'ından daha azına indirmelidir. İdeali %'20 den azıdır. Egzersiz yapıldığı günler her bir saat için ekstra 15-30 gram karbonhidrat alınabilir.
2) Yine de diyabet gibi fetus için son derece tehlikeli bir olasılığı atlamamak amacıyla gebeliğin başından itibaren her ay açlık ve 2. saat tokluk şekeri kapiler testle ölçülmelidir. Maliyeti ve zahmeti son derece azdır. Tokluk şekeri için ekstra karbonhidratlı öğün gerekmemektedir. Önerilen beslenmeye göre öğün alınmalıdır. Ayrıca gebelik başında HbA1c ölçülmelidir. Diyabet tanısında yeri tartışmalı olmakla birlikte, DSÖ artık % 6.5'un üstünü diyabet taramasında geçerli kabul etmektedir ve vücudun entegre glisemik durumunun en iyi göstergesidir.
3) Bu taramalar toplumcu sağlık hizmeti anlayışıyla örgütlenmeli, bunun için muayenehane randevuları veya hastane kuyrukları gerekmemeli, toplum sağlığı merkezi hemşiresi tarafından yapılmalıdır.
SONUÇ: Şikayeti yapan kurum ve cezayı veren kurum ana akım tıbbının temsilci ve uygulayıcılarıdır. Şikayete konu olan Karatay Hoca'nın tıp ve sağlık paradigması ise tamamen farklıdır. Bizler kökeni çok eskilerin koruyucu hekimliğine dayanan, ama Türkiye'de son 15 yılda Ahmet Aydın'la güncel halini kazanan farklı bir tıp ve sağlık anlayışının savunucu ve uygulayıcılarıyız. Geçerli, güncel ana akım tıbbının ilkesi şudur: Hastalansınlar gelsinler, biz en iyi şekilde tanı koyar, en ileri şekilde tedavi ederiz. Bizim anlayışımız ise önce hastalanmamak, sonra eğer hastalanmışsak esas olarak kökene yönelik tedavi uygulamaktır. Bunun için koruyucu hekimliğin doğru beslenme; hareketli yaşam; hasta edicilerden uzak ortam ve koşullar; aşırı teşhis, aşırı tetkik ve aşırı tedaviden kaçınma... ilkelerini öne çıkarmaya çalışıyoruz.
O yüzden Prof. Dr. Canan Karatay'a verilen cezayı geleneksel, tutucu erkin yeni bilimsel yaklaşımı cezalandırışı olarak görmekteyim.
Dr. İlknur Arslanoğlu
"Özgürlükçü" Tabip Odası Karatay'ı Meslekten Men Etti!
İstanbul Tabip Odası (İTO) Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği’nin şikayeti üzerine, Prof. Dr. Canan Karatay‘ı “gebelikte şeker yükleme testinin hastaları zehirlediğini söyleyerek hastaları kaosa sürüklediği ve hekimleri küçük düşürdüğü gerekçesiyle” on beş gün süresince meslekten men etti.
Dernek şikâyetinde Karatay’ın uzmanlık alanı dışı bir konuda tıbbi değerlendirme yaptığı, bilimsel olmayan açıklamalarla halk sağlığına zarar verdiği, kendi reklamını yaptığı, tıbbi bir konuyla ilgili ihtilafında kendisiyle farklı düşünen hekimlerle etik olmayan tartışma yöntemlerini kullandığı iddialarında bulundu.
Şikayeti değerlendirmeye alan İTO Onur Kurulu, Karatay’ı oybirliğiyle meslekten men etti.
İstanbul Tabip Odası’nın internet sitesinde herhangi bir açıklamaya erişemedik, ancak men kararı medya tarafından layıkıyla duyuruldu:
“Karatay Tıbbi Deontoloji Tüzüğü, Hekimlik Meslek Etiği Kurallarını ihlal etmek, bilim dışı söz ve tutum, meslektaşlarını kötülemeye ısrarla devam etmek gerekçeleriyle meslekten men cezası aldı”. Ceza kararı Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yüksek Onur Kurulu’nda da görüşülecek, onanırsa uygulamaya geçirilecek.
Meslekten men kararının aslında pratik olarak ciddi bir yaptırımı yok, ne var ki Canan Karatay hakkında alındığı için özel bir sembolik anlamı bulunmakta, tartışmamızın nedeni de budur. Prof. Dr. Canan Karatay, beğeniriz ya da beğenmeyiz, severiz ya da sevmeyiz toplum tarafından kabul görmüş (sözüne güvenilen) bir hekimdir.
Sadece “ana akım tıp” söylemini eleştirmekle değil, kendine özgü tarzıyla da toplumun dikkatini cezp etmekle kalmadı, önerdiği günlük uygulamalar pratik karşılık bulduğundan (tereyağı yenince kolesterol değerlerinin düşmesi gibi) akademinin genel söyleminin ciddi anlamda sorgulanmasına neden oldu.
Karatay söylemini burada sınırlı tutmadı, hamilelik döneminde “rutin” bir uygulama olan şeker yükleme testinin anne karnındaki bebek için olumsuz etkilerinin olabileceğini, bu testin açlık kan şekerinin normal olanlarda bile tekrar tekrar yapılmasının yanlış bir yaklaşım olduğunu ısrarla vurguladı.
Bu uyarılar elbette ana akım tıp çevrelerinin tepkisini çekti, ne var ki medya üzerinden yanıt vermeleri ya da konunun uzmanlarını bilgilendirmeleri yetersiz kalmış olacak ki, iş İTO’ya şikayet etmek düzeyine vardı.
Burada meselenin bilimsel gerekçelerini tartışmak gibi bir amacımız yok, anne adayına açlık kan şekeri normal olsa bile şeker yükleme testinin yapılması bebekte gerçekten metabolizma değişikliğine neden olabilir, diyabetik anne çocuğu denen tablo da bunun açık göstergesidir. Yani açlık kan şekeri normal çıksa bile, “olası” bir diyabet riskini ısrarla araştırmanın bilimsel mantığı tartışmaya açıktır.
Ne var ki İTO Onur Kurulu’nun Karatay konusundaki meslekten men cezası da ciddi anlamda tartışılmak zorundadır. Yaklaşık 25 yıllık meslek hayatımın çok uzun bir bölümünü İstanbul Tıp Fakültesi’nin (Çapa) İTO temsilcisi olarak sürdürdüm.
Her ayın ilk salı akşamı yapılan toplantılara elimden geldiğince düzenli katıldım. Bugüne dek “meslekten men cezası” gibi bir değerlendirmenin, tıbbi tedavi hataları, hastayı doğrudan ya da dolaylı sömürmek dahil hiç kimseye verildiğine şahit olmadım.
Muayenehane ücretlerinde tabip odasının tavan değil de taban fiyatı belirlediğini (yani semtine göre belli bir ücretin “altında” alınması suçtur) hayli yakın zamanda öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Medyada özellikle gıda konusunda olan tartışmalarda tabip odasının halk sağlığı nedeniyle görüş bildirmesinin gerektiğini hiçbir zaman kabullendiremediğim gibi, bir televizyon tartışmasında TTB’nin, Beslenme Komisyonu (kurucu) Başkanı Prof. Dr. Kenan Demirkol’u arayarak, “bu unvanının tartışmada geçirilmemesi tembihlerine” doğrudan tanık oldum.
İstanbul Tabip Odası ve TTB’nin hastaların ister istemez yaşayabildikleri sıkıntılara hiçbir şekilde değinmez ya da üyelerine uyarılarda bulunmazken, sorunu hep resmi otorite ve sağlık politikası eleştirisi çerçevesinde tuttuklarını üzülerek gördüm.
Bir ilaç firmasının bir dernek kanalıyla ve bakanlığın bilgisi dahilinde, ne bilimsel temeli, ne de etik hassasiyeti olan “lenf kanseri farkındalık kampanyası” bile yaptırabileceğini bizatihi izledim. Tıbbi derneklerin kongreler üzerinden ilaç endüstrisinden para almalarının etik olmadığının en azından hatırlatılması gerektiğini söylediğimde ise “devrim istemekle” nitelendirildim.
Bütün bu halk sağlığı ve meslek sorunlarında sesini bile çıkartmayan İTO ve TTB, ... Karatay konusunda olmayacak bir yasaklamaya imza attı. Meslekten men cezası verirken, bir meslek örgütünü doğrudan ilgilendirmeyen bu tartışmada Onur Kurulu üzerinden taraf olmakla kalmadı, hiç ödün vermeden sürdürdüğü “özgürlükçülük” vasfını da kökten kaybetmiş oldu. (Esas yazının az kısaltılmış hali)
Dr. Yavuz Dizdar
Editörün Notu: Son olarak face sayfamızda daha önce ifade ettiğim görüşlerin gözden geçirilmiş derlemesini aktarıyoruz. Kaan A.
İSTANBUL TABİP ODASI ONUR KURULUNUN VERDİĞİ KARAR ISMARLAMA BİR KARARDIR!
Prof. Dr. Canan
Karatay’a verilen meslekten men cezası her yönüyle şaibelidir. Şöyle ki:
1) Cezaya konu olan şikayetin ilgili uzmanlık
derneği tarafından Tabip Odası’na iletilmesiyle Canan Karatay’ın meslekten men
edileceği haberi medyaya verildi. Aylar önce. Bu da şikayetçinin karardan ne
kadar emin olduğunu göstermekte.
2) Söz konusu skandalla ilgili İTO’dan
herhangi bir kınama gelmedi. Bu da ceza kurumunun danışıklı
bir karar organı olduğunu gösterir ikinci kanıttır.
İTO'nun önceden verilen haberi tekzip ettiği
söyleniyor. Tekzip yetmez. Medyaya böyle bir haberi yayan şikayetçi kurum ciddi
bir ceza almalıydı.
3) İkinci madde nedeniyle İTO ve Onur Kurulu etik ve hukuksal bir ihlal yapmıştır. Bu da cezayı gerektirecek bir suçtur.
4)
İTO içinde çalıştığımız tüm dönemlerde şunu hep gündeme getirmeye çalıştık:
Meslek etiği ihlali yapan çok sayıda hekim var. Dahası bunu TV kanallarında
aleni yapan çok sayıda şarlatan hekim var. Bunlarla mücadele edelim. Bu gündemi
hep hasır altı etmiştir İTO ve TTB. Şu anda şarlatan hekim sayısı daha da
artmıştır. Ama İTO bula bula Canan Karatay’ı hedef seçiyor.
4) Canan Karatay’ın tarzını şahsen onaylamıyorum.
Ama sonuç olarak tıp ve sağlık alanındaki söyledikleri sunum tarzını bir tarafa
bırakalım, bana göre bilimsel olarak büyük ölçüde doğrudur. İTO’nun
savundukları bilimsel olarak çoğu durumda yanlıştır.
5)
Hal böyle iken bir hekimin bunları kamuoyu önünde tartışmasını (bilim dışı
çevrelere karşı etkili bir teşhir yöntemidir) susturmaya çalışmak, İTO’dakilerce
pek önemli olan “ifade özgürlüğü” ile bağdaşmaz.
6) Bu karar onursuz, yok hükmünde bir karardır.
TTB neden uluslararası güçlerin siyasi acentası olmak zorundadır:
1- TTB'nin en önemli gücünü örgütsel olarak ve prestij anlamında uzmanlık dernekleri oluşturuyor. Her uzmanlığın bir veya birkaç, ayrıca her üst uzmanlığın en az bir derneği mevcut. Tam sayıyı bilmiyorum, elli kadar dernek. Bunlar müthiş zengin ve etkili dernekler. Mali güçleri çok büyük oranda tıbbi kongrelerden geliyor. Bu kongrelere ilaç şirketleri ve medikal şirketler sponsorluk ediyor. TTB ve Tabip odaları tıbbi her konuyu bu derneklere sorarak karara bağlıyor. TTB gelirlerinin yüzde 20 kadarı bu derneklerden geliyor. TTB bunları koordine ediyor, onlara çatı sağlayıp kurumsallık kazandırıyor, yaptıkları tüm etkinlikleri idari olarak onaylamış ve desteklemiş oluyor; o dernekler de TTB'nin tıbbi politikalarını belirliyor. Kazan kazan ilkesi. Yani sonuçta sağlık ve tıp alanında TTB'nin politikalarını doğrudan uluslar arası tıp camiası ve medikal kartel belirliyor. Biz bu politikaların çoğunun bilim dışı ve halk yararı karşıtı olduğunu gösterdik. Ama karşımızdaki güç çok büyük. Bizim gibilerin sesi sinek vızıltısı gibi geliyor. Yılda ortalama üç-dört yurt dışı, üç dört yurt içi tam konforlu gezilere, yiyip içmelere katılan (sair rüşvetleri hiç konu etmiyorum) büyük büyük doktorlar, hocalar elbette bizi hiç kale almıyor. Akademi, tıp, hekimler ve medikal kartelin bu para ilişkisi doğrudan TTB'nin onayı ve sorumluluğu altındadır.
2- Dünyanın en büyük ve en kârlı sektörlerinden biri olan bu sektörde, sistemin dışında kalmış hekimlerin veya bağımsız kalmaya çalışan bilim insanlarının, sektördeki anlayışlarla bilimsel, sosyal veya siyasi rekabeti korkunç güç dengesizliği nedeniyle imkansızdır. TTB bu ticari çarkın içinde kalmakla yetinmemekte, onun örgütleyicisi konumunda bulunmakta.
3- Bizler tabip odalarında "Bizim esas işimiz halk sağlığıyla ilgili çalışmalar yapmak, tıbbı, sağlık sorunlarını esas almaktır" diye ısrar ettikçe, bunlar inadına ve basbayağı faşizan yöntemlerle yine sadece "solcuların" insan hakkı problemlerini, Kürt meselesini, Ermeni meselesini öne aldılar. Halkın sağlık sorunlarıyla, doktorların sağlık sorunlarıyla ve eğitimiyle neredeyse hiç ilgilenmediler. Bunlar başlı başına Almanya'dan, ABD'den dikte ettirilen siyasi projelere uygun hareket ettiler.
4- TTB'nin Bianet ile, İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği ile ortak çalışmaları herkesin malumu. Tüm bu çalışmalara CIA bağlantılı Alman vakıflarının da katıldığı belgelidir. Bu faaliyetlere Avrupa'dan ciddi miktarlarda kaynak aktarımı yapılmıştır.
4- Sonunda ortaya çıkan tablo: Tıpta gerçek bilimselliği savunmak, koruyucu hekimliği savunmak, halk sağlığını savunmak, doktorların en tabandan ekonomik-sosyal haklarını savunmak yerine NE: Hekim-şirket ilişkisini cansiperhane savunmak, reçeteme dokunma diyerek sınırsız ilaç yazımını savunmak, aşırı tetkik ve tedaviyi savunmak, tam gün yasasına karşı çıkmak, üniversite hocalarının özelde çalışmasını savunmak, 8 saatlik işgünü ilkesine ihanet etmek vb... (Sovyetler Birliği'nde sağlık çalışanlarının mesaisi 6 saatti. Niye? Daha verimli çalışmayı sağlamak ve hekim hatalarını en aza indirmek için.)
Söylenecek daha neler var... Kaan A.