Bir edebiyat eserini “güzel”, “kötü” ve benzeri maymuncuk sözcüklerle tanımlamak, o eser hakkında hiçbir şey söylememektir. Gazetelerin kitap eklerinde “edebiyat eleştirisi” adı altında çıkan birçok yazı, sözünü ettiği kitap hakkında hemen hiçbir şey söylemeyen bir çeşit “kitap tanıtıcılığı”ndan ibarettir. Birçok kitap ya da yazar hakkında ilgili ilgisiz, yalan yanlış söylenebilecek “yazarın çağına tanıklığı”, “yazarın kendi içine yaptığı yolculuk”, “yazarın okuru düşsel bir yolculuğa çıkarması” ve benzeri genel ifadelerin üç beş yazıda bir tekrarlandığı sayısız “tanıtım yazısı” üretilmektedir. İşte kitap tanıtımın neredeyse fabrikasyon metinlerle yapıldığı, eleştirinin bu denli fakirleşmiş olduğu bir zamanda aşağıdaki eleştiri yazısını kısaltarak okurun ilgisine sunuyorum.
Taylan Kara
Bu yazı İnsancıl Dergisi’nin Kasım 2001 sayısında yayımlanmıştır. Yazının tam metni İnsancıl Dergisi’nden veya Cengiz Gündoğdu’nun Taşkıran adlı kitabından okunabilir.
BİR
ACAİP NESNE GÖRDÜM... İSYAN GÜNLERİNDE AŞK
Bir Romanı Nasıl Okumalı
Yazan:
Cengiz Gündoğdu
Bir yazar, romanını yayınevine götürdü. Yayın yönetmeni denen kişi bu
romanı nasıl okumalı. Yayın yönetmeni “Bu romanı basmalıyız” ya da
"Basmamalıyız" önermesini nasıl gerekçelendirmeli.
…
Romanı
şöyle okudum.
- Romanda dil
- Romanda tip-karakter
- Romanda örge
- Romanda kurgu
- Romanda izlek
- Yazarın durduğu yer.
İsyan Günlerinde Aşk’ı bitirdim. Şimdi düşüncemi söyleyeceğim.
Dil
İlkin şunu söylemeliyim. Dili, yazarlar, şairler geliştirir. Her yazar, her
şair böyle yapmaz tabii. Edebiyatçı, varolanla çatışmaya girdikte, varolanın
durağan dili, duyguları, düşünceleri iletmeye yetmez. İşte bu çatışma yeni
kavramları zorunlu kılar. Çatışma yalnızca kavram düzeyinde kalmaz, anlatımı da
zorlar. Böylece edebiyatçı, dille gerçekliğin gizine girer. Gerçekliğin yeni
yanlarını insana gösterir. İşte edebiyatçının bu eylemi, okurun kavramsal,
duygusal dünyasını geliştirir.
Şimdi burda duralım. Edebiyatçı, varolanla çatışmaya girdikte dedim. Bunun
için edebiyatçının varolanı bir sorun diye kavraması gerekir. Bugün bütün
insanları sarıp sarmalayan, insanı “kendi efendisi” olmaktan alıkoyan varolanı,
sorun diye kabul etmek bir yazar için, bir edebiyatçı için ilk ölçüttür, temel
ölçüttür.
Peki nasıl bir ölçüttür bu, ölçütün temeli neye dayanır.
Dil, insanı, öbür varlıklardan ayıran son derece önemli bir öğe. Dil, insanın
varolanı kavrayıp, varolanı kendisi için değiştirme mücadelesinde ortaya çıkan
bir kalkışma. Dilde varolana uyum yoktur. Dilin bu niteliği çok sonra
değiştirildi. Dil, egemen sınıfın elinde de, uzlaşma, anlaşma, uyuşma derkesine
indirgendi. Sözgelimi Tahir Nejat Gencan, dili şöyle tanımlıyor.
"Duygu, düşünce ve dileklerimizi anlatmaya yarayan imlerin daha çok, ses
imlerinin -hepsine bir-den dil denir. " (2)
Yumuşak, bulanık bir tanım. Kimin duygu, düşünce ve dileklerini anlatacak dil.
Bir örnek veriyorum. Konfüçyus'e bir haber getirmişler. Gaddar bir prens için “öldü”
demişler. Konfuçyüs “Hayır” demiş, “Öldü demeyin, geberdi” deyin.
Dil, gerçekliği saklayabilir, yumuşatabilir. Ama bu dilin niteliğinin bozuntuya
uğratılmasıdır. Dil, nitelik açısından devrimcidir. Edebiyatçı için işte ölçüt
budur.
Edebiyatçının dille kalkışan, gerçekliği gösteren, devrimci bir dil olmalıdır.
Varolanla uyuşan, gerçekliği göstermeyen dil, insanın insanlaşma
mücadelesine taban tabana zıttır.
Parmenides, köleye "sen köle değilsin, özgür olmayansın” diyordu.
Böylece varolanla uzlaştırıyordu köleyi. Buna karşı Kadıköylü Phales,
mülkiyette eşitliği savunuyordu, devrimci bir dille. Bu açıdan bakıldıkta Ahmet
Altan dil dendikte Parmenides'i anımsatıyor.
Ahmet Altan'ın dili çok açık. Hemen anlaşılıyor söyledikleri. Bu açıklık,
gerçekliği örtüyor. Yine Parmenides'e dönersem, felsefeye yeni başlayanlara,
Permenides'in Bir'ini anlatmak zordur. Hele kölelerin bu anlaması mümkün
değildir. Ama köle "Sen köle değilsin, özgür olmayansın" dendikte,
bunu hemen anlıyordu.
Egemen anlatımın temel yöntemidir bu. Lao Tse binlerce yıl önce uyarmış
insanları, "İnsanlar bir şeyi kapatmak istedikleri zaman mutlaka
açarlar."
Ahmet Altan da böyle yapıyor. Gerçekliği örtmek için açık bir dil kullanıyor. Nasıl
yapılır bu. Önce hayattan bir örnek. Yağmur yağar, sağı solu seller basar. İki
üç ev yıkılır, iki üç insan ölür. Ertesi gün gazetelerde okuruz. "Yağmur
can aldı." Görüyorsunuz açık bir anlatım. Bir okuyuşta yağmurun can aldığı
hemen anlaşılıyor. Hiç zorlamıyorsun kendini. Nedir bu diye düşünmüyorsun.
Şimdi bu anlatıma sokulalım. Bu söyleşinin altına bakalım. İnsanlar niye
ölmüş. Yağmur taneleri bu insanların kafasını mı parçalamış. Yoksa kurşun gibi
yüreğine mi girmiş.
Hiçbiri değil.
Yağmur işte, bildiğimiz yağmur. Ne diyor gazeteler, o bildiğimiz yağmura. "Yağmur,
can aldı." Bu anlatımla yağmur özne oluyor. Yağmur, gökten geliyor, can
alıyor. Bu açık anlatım, yağmurun özne oluşu, insanlardan, bozuk kentlere
dolduranları saklıyor. Yağmur can almıyor, toprak rantından para kazananlar can
alıyor. "Yağmur can aldı" bunları saklıyor.
Ahmet Altan'a döndükte, şöyle diyor, "Yıllarca ağır bir istibdat altında
ezilerek susmak zorunda kalan, kendi sessizliğiyle zehirlenen bu
kalabalık." (s.88)
İstibdat özne oluyor burda. Hemen anlaşılıyor istibdadın halkı ezdiği.
Peki bu istibdat neyin istibdadı. Nasıl bir istibdat. İstibdad özne oluyor,
halkı kimin ezdiğini saklıyor.
Bir örnek daha, "Bütün bir yüzyılı etkileyecek kanlı ve unutulmaz bir
kıyıma hazırlanan ürkütücü bir hengame." (s. 151) Hengame özne oluyor.
Hengame, Tan gazetesini yıkıyor, 6-7 Eylül'de İstanbul'un altını üstüne
getiriyor, 1 Mayıs'ta halka kurşun sıkıyor, Kahramanmaraş'ta, Sivas'ta, Gazi'de
insanları katlediyor. Bütün bunları hengame yapıyor.
Ahmet Altan, İttihat Terakki'nin merkezi ahşap konağı da özne yapıyor. Ahşap
konak tarihin en büyük imparatorluğunu yıkıyor. Bu açık dil, özne olan ahşap
konak, emperyalizmi örtüyor.
Öyleyse, ilk elde şunu söylemem gerekiyor Ahmet Altan'a. Anlatımınız
gerçekliği örtüyor. Olguları şeyleştiriyor. Özneyi gizliyor. Dilinizin bu
yanını düzeltin.
İş bununla bitmiyor. Ahmet Altan'ın dili geleceği kapıyor. Peki, nasıl oluyor
bu. Romantik anlatımla oluyor. Romantik anlatım geçmişi özler, geçmişi
yüceltir. Biliyorum, kapitalizm cangıla çevirdi dünyayı. Ama geçmiş daha güzel
değildi. Güzel olsa bile, geçmişi bugüne getiremeyiz. İnsan, geleceği
güzelleştirebilir ancak. Bu açıdan bakıldıkta geçmişi özleyen dil, insan türünü
yoksullaştırır. İnsanı edilgin kılar. Çünkü romantik dil, bugünü
mutlaklaştırır. Bugünün hiçbir biçimde, kesinlikle değişmeyeceği izlenimini
verir.
Öyleyse ikinci olarak Ahmet Altan'a şunu söyleyeceğim. Diliniz gerçekçi
olsun.
Herkese Neden Okuma Yazma öğretmemeli
Ahmet Karcılılar'ın kitabını değerlendirirken söyledim. Herkese okuma yazma
öğretmemeli. Sonra oturup roman yazıyorlar dedim. Bunu, Ahmet Altan için de
söylüyorum. Keşke okuma yazma öğrenmeseydi.
Bakın neden.
Kitap şu cümleyle başlıyor. “Bazı geceler eskimiş Acem halılarının üstünde
yürüyen karıncalar adım seslerini duyarak uyanıyordu.” (s.7)
Adım sesi duyulmaz. Ayak sesi duyulur.
Peki, karıncaların adım sesi duyulur mu. Bunu karakter bölümünde söyleyeceğim.
Devam ediyorum.
"Noelden iki gün önce, ortalıktan el ayak çekilip, hastalar uyuduktan
sonra koğuşları dolaşmaya çıkan Sör Clementine, Hikmet Bey'in odasının
kapısından içeri girip de onun hala uyumadığını görünce, memnuniyetini
gizlemeye çalışmadan 'Siz daha uyumadınız mı Mösyö Hikmet?' demişti.” (s.20)
Burda ilk elde şu var. Zaman-eylem nedenselliği bozulmuş. Noelden iki gün
önce, zaman belirten bu cümlecik ondan sonraki eylemlerin nedeniymiş gibi
gösterilmiş. Oysa, zaman belirten bu cümlecik, hastaların uyumasının, Sör
Clementine'nin Hikmet Beyin odasına girmesinin nedeni değil. İkincisi... Ahmet
Attan, şöyle diyor, "Sör Clementine, Hikmet Bey'in odasının kapısından
içeri girip de."
Dur.
Sör Clementine, nerden giriyor odaya. Kapıdan. Bu, kapıdan odaya girdiği
özellikle belirtiliyor. Demek bu sör, odaya başka yerlerden de giriyor ya da
girecek. Ben kitabı okuyorum. Bekliyorum bu sör, bir gün ya pencereden ya da
tavandan girecek odaya diyorum. Hayır. Pencereden, ya da tavandan girmiyor
odaya. O zaman "Sör Clementine odaya girip de" diyebiliriz. Çünkü, bu
"odanın kapısından içeri girdi" dendi mi, bu olağan durum özellikle
belirtildikte odaya başka yerden de girilebileceği anlamına gelir.
Peki, Sör Clementine odanın kapısından nereye giriyor. İçeriye giriyor. Peki,
Sör Clementine, acaba odasının kapısından dışarı girebilir mi. Ahmet Altan'a
göre girebilir. O zaman "odaya girdi" dendikte, nerden girdiği,
odanın içine mi girdi, dışına mı girdi anlaşılmaz. Öyleyse odanın kapısından
içeri girdiği özellikle belirtilmeli. Buraya kadar güzel de, Ahmet Altan, sör
Clementine'nin odanın kapısından içeriye nasıl girdiğini belirtmemiş. Söz
gelimi, yürüyerek mi girdi, koşarak mı girdi, kaydırakla mı girdi.
İş bu kadarla bitmiyor. Ahmet Altan'a göre bundan böyle şöyle konuşacağız.
- Sahip olduğum elimde yara çıktı.
- Sahip olduğum elime bir eldiven alacağım.
Çünkü Ahmet Altan şöyle yazıyor, külhanbeyi, "gırtlağına yapışan elin
sahibine şaşkınlıkla" bakıyor.
Şunu söylüyorum. Türkçeyi sevmiyor Ahmet Altan. Bilmiyor dilini. Bilmediği
için sevmiyor. Türkçe yapım ekleriyle zenginleşen bir dildir. Bilgili demiyor
"bilgi sahibi" diyor. Yüz demiyor, "yüzün sahibi" diyor. Bakın
şu cümleye "O genç yüz, henüz duygularını saklamaya muktedir değildi,
dahası yüzün sahibi, duygularının farkına bile varamıyordu." (s.85)
Bir yüz var, bir de yüzün sahibi var. Peki o zaman, bu genç hanım, yüzünü
nerden almış, kaça almış, bunu niye belirtmiyor Ahmet Altan. Çünkü insan meta
sahibi olur ancak. Araba sahibi olur, ev sahibi olur, mal sahibi olur. Bütün
bunlar da alınır satılır. Yüz sahibi olmaz.
Altan'a göre, bundan böyie şöyle konuşacağız.
- Çok güzel bir yüze sahipsiniz.
- Sahip olduğum saçlarımı keser misiniz.
- Diş bilgisine sahip olan birine gitmeliyim. Çünkü ağrıyan bir dişe sahibim.
- Sakın benle ilgili şüphe sahibi olma.
- Senin için bir aşka sahibim.
- Sahip olduğunuz elleriniz çok ince.
- Dün gece, sahip olduğum başım ağrıdı.
Bıktım.
Bıktığım için daha fazla not almadım. Bir yazar, dilini böylece bozar mı. Onca
okul okumuşun kaç para eder. Türkçeye yazık değil mi. Şunu düşünüyorum şimdi.
Ahmet Altan'ın hiç mi arkadaşı yok. Bu kitabı, basılmadan önce okuyup, "En
azından şu sahipleri düzelt" diyen bir tek arkadaşı yok mu.
Bir de şu var. Ahmet Altan'ın dili canlandırıcı değil. Sönük, öldürücü bir
anlatımı var. Çoşku, korku, sevgi yaratamamış. Halit Ziya'yı, Yakup Kadri'yi,
Sait Faik'i okusun bu dediklerimi görür orda.
İsyan Günlerinde Aşk’da kar yağıyor, hava soğuyor, ilk yaz geliyor, insanlar
öldürülüyor.
Bütün bunlar iç bunaltıcı bir çizgide anlatılıyor.
Peki, neden böyle oluyor bu.
Hegel, "sanat, bütün hayat pratiğimizi kapsamalıdır"der. İşte
Türkiye'de sanatın temel sorunlarından biri. Sanat pratiği, kişinin bütün
hayatını kapsamıyor. Sanat, hayatın bir ucunda iğreti duruyor. Yarımyamalak
sanat pratiği. Hemen yazmalı. Çabuk bitirmeli kitabı. Akşamüstü filanca bara,
pazar günleri falanca yere, yarın gece düğüne. Sonuç... işte ölü bir dil... iç
bunaltıcı bir "roman".
Ahmet Altan'a şunu söylemeliyim. Dilinizi düzeltmeden bir daha tek satır
yazmayın.
Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır
Cesetleşmiş bir dille tip-karakter yaratılamaz. Aslında Ahmet Altan'ın böyle
bir sorunu yok. Tip Karakter gerçekçi yazarlar için sorundur. Tipmiş,
karaktermiş, yaratmaymış, canlandırmaymış bunların hiçbirine aldırmıyor Ahmet
Altan.
Keyfi genellemelerle "roman" yazıyor. Keyfi genellemelerle boğuyor
kişileri.
Hadi başlayayım bu sıkıcı işe.
İnsanlar, Osman'ın deli olduğuna inanıyorlarmış. Kişiyi, odanın kapısından
içeri sokan Ahmet Altan, 'İnsanlar onun deli olduğuna inanıyorlardı" deyip
büyük bir adımla, sessizce olgunun üstünden atlıyor. Osman'ın deli olduğuna
inanan bu insanlar kim. Osman "insanların" tanıdığı kadar ünlü mü. Ahmet
Altan, "odanın kapısından içeri girip" diye gereksiz bir ayrıntıyı
anlatıyor. Bu ayrıntının hiçbir önemi yok. Asıl önemli olan şu. Osman'ın deli
olduğuna inanan insanlar kim. Bu insanlar deli dendikte ne anlıyor. Osman'ın
deli olduğuna inanç nasıl bir inanç. Ahmet Altan bunlara hiç girmiyor. Genel
kavramlarla "roman" yazıyor. Ama genel kavramlarla roman yazılmaz.
Şimdi şu "karıncaların adım sesinin" duyulmasına geldikte,
"karıncanın adım sesi" bir simge burda.
Osman ölülerle konuşuyor. Ölülerin "dehşet verici sırları" var.
Bunları öğrenecek Osman. Nerde öğrenecek. Dedesinin eski köşkünde. Mümkün
değil. Anlatılanların gerçekliği, burda kırılıyor. Hemen. Osman köşke çekilen
biri değil, bir araştırmacı olmalıydı. İnce ayrıntıları vıdı vıdı araştıran
biri.
Osman değil karıncanın adım sesini, tankların "adım sesini" bile
duyamaz. Bir of çekiyorum. Ama bitmiyor Ahmet Altan'ın yaptığı işe bakın.
- "Yenilgiye uğramış her dürüst insan gibi* (s.29) '
- "bütün erkekler gibi."(35)
- "Gururlu fakir erkeklerin." (s.38)
- "her kadın gibi" (s.39)
- "Bütün erkekler gibi.” (s.407)
-"Her erkek gibi” (s.420)
Bunları yazdın ya yakanı bırakmam Ahmet Altan.
Ragıp, Dilara'yı saldırganlardan kurtarmıştır. Buna karşın "kadının
bakışlarında görmeyi beklediği minnet, korku ya da hayranlık”'(s.35) belirmez.
Yine de kadın teşekkür eder. Kadın konuşta ya, sonrasını şöyle anlatır Ahmet
Altan, "daha önce hiç böyle bir kadın sesi duymamıştı ama bütün erkekler
gibi içgüdülerinle, erkeklik hükümranlığının bittiği sınıra* geldiğini anlıyor
Ahmet Altan, nerden biliyor "bütün erkeklerin" hükümranlığının bitişini
içgüdüleriyle anladıklarını. Ahmet Altan'ın erkekleri zaman-mekan dışı.
"Kadının yüzüne bakmaya dalan Ragıp Bey, münasebetsiz bir iş yaparken
yakalanmış gibi irkildi. Gururlu fakir erkeklerin zengin kadınlar karşısında
duyduğu huzursuzluğa ve nedensiz kızgınlığa kapılmıştı." (s.38)
Başka bir kategori çıktı karşımıza. Gururlu fakir erkekler... Görüyorsunuz,
Ragıp, kişiliksiz, karaktersiz biri. Bütün erkekler nasıl davranıyorsa, öyle davranıyor.
Zavallı Ragıp, kişiliksiz Ragıp, Osman'a şunu söylemiyor, "Yazarımız beni
rezil etti. Valla benim bir karakterim var."
Tabii 'bakmaya dalınmaz."
Peki, Dilara, her erkek gibi olan, kişiliksiz, karaktersiz bir erkeği netsin.
Ama kadın da "bütün kadınlar" gibi olursa... Dilara da“bütün kadınlar
gibi zevk çığlıkları" atıyor.
"Hikmet
Bey, eski karısının yüzüne her zamanki gibi gördüğü güzelliğe şaşırarak baktı,
kendisini terk eden güzel bir kadınla daha sonra yeniden karşılaşan bütün
erkekler gibi." (s.406-407)
"Uzun sürmüş beraberlikler yaşamış insanların hafızaları zamanla
yaşananları unutsa ya da unuttuğunu sanıp o anıların üstünü örtse de tenlerine
gizlenmiş bir özlem ve istek orada hep canlanacağı günü bekleyerek kalır."
(s.410)
"... çok güzel bir kadının yatağından yara almadan çıkabilmiş her erkek
gibi artık diğer kadınlara biraz yukardan, nasıl söylemeli, biraz küstahça ve
küçümseyerek bakıyordu." (s.420)
Ben, kendime acıyorum. Bu ülkenin insanına çok acıyorum. Asla haketmediği
yöneticileri, yine kendi seçiyor. Asla haketmediği yazı yazanlar yazar diye
önüne konuyor.
Şimdiye kadar okuduğum, beğenmediğim hiçbir kitap, hiçbir yazar, Ahmet Altan
kadar insanı küçümsemedi. Ahmet Altan, zamansız mekansız kişileriyle bütün kadınları,
bütün erkekleri özdeşleştiriyor. Her insanda ayrı itkiler yaratacak örgeler,
her insanda, her kadında, her erkekte aynı itkiyi yaratıyor. İlk elde şunu
söylemek gerekiyor. İnsan hiçbir zaman belirlenmiş bir varlık değildir.
Dolayısıyla hiçbir zaman bir kadın, "bütün kadınlar gibi" davranmaz.
Bir erkek, "bütün erkekler gibi" davranmaz.
Peki, Ahmet Altan neden böyle yapıyor. Belki tip yaratmak istedi. Ama bu
yöntemle tip yaratılmaz. Belki de bütün insanları özdeş sanıyor Ahmet Altan.
Tabii, insanın zenginliğini göremiyor. Kütük gibi buduyor insanları.
Kütüklerin içi boş. Sıkıcı... berbat bir dünyası var Ahmet Altan’ın. Bu dünyada
herkes birbirine benziyor. Bütün kadınlar özdeş, bütün erkekler özdeş. O zaman
Ragıp'ın karısı varken bir başka kadınla yatması, Hikmet Beyin karısı kaçtı
diye intihar girişimi temelsiz, anlamsız oluyor. Bütün kadınlar özdeşse Hikmet
Bey, niye intihar etmek istesin...
Tuhaf bir durum var. Kitaptaki kişiler karakterlerine bürünüp, karakterlerini
yaşamak istiyorlar. Ama Ahmet Altan izin vermiyor. Kalkmak isteyenin başma
vuruyor ha vuruyor. Ahmet Altan'm kahramanları yerlerde sürünüyor. Kitapta işin
en tuhaf yanı kişilerin bilinç durumlarına uygun konuşmamaları. Hiç tartışmadan
tümel hakikatı bulan, o hakikatin nesnel gerçekliğine inanan şeyh, bakın neler
söylüyor Ragıp'a "Hakikat çok kere onu bulduğumuzu sandığımız yerde değil
Ragıp bey, kolay ele geçen hakikatlerden daima şüphe duymuşumdur.'
Bu şeyh var ya, nasıl oluyorsa her şeyi biliyor. Ama rabbe giden yolun silahtan
geçtiğini bilmiyor. Medine-Mekke savaşlarını, daha sonra halife savaşlarını...
Emevilerin iktidarı nasıl kan dökerek ele geçirdiklerini... Abbasilerin
mezarlar açtırıp ölülerin kemiklerini yaktırdıklarını...
Yoksa bunlar da islamın resmi tarihi mi. Resmi tarihe çok kızan Ahmet Altan,
bundan snora bir "roman" daha yazmalı. İslamın tek damla kan
akıtmadan, tırnak bile kesmeden nasıl ülkeden ülkeye yayıldığını anlatmalı. Ragıp,
en azından öldükten sonra Sıvas'ı sorsaydı Şeyhe.
Kitapta kişilerin varoluşu, neden yaşadıkları belli değil. Bu'kişilerln
varoluşu, Ahmet Altan'ın keyfi için oluşmuş.
Mehpare Sultan, Ahmet Altan'ın "ruh çözümlemeleri" için var. Şimdi
çözümlemeye bakın. "Ya, "Rukiye'nin anidan babasına benzeyiveren
yüzünün, Sultan'a, Şeyh Efendi'ye bir zamanlar beslediği ve izlerini hala
taşıdığı aşkı hatırlatmasından ya kendini sahipsiz kalmış hisseden bir çocuğun
çektiği kederin böylesine apaçık çıkmasından ya kendi oğluna hiçbir zaman sevgi
ve şefkat göstermemesinin yarattığı pişmanlığın ruhunda yol açtığı hasarın,
şimdi acılı bir başka çocukla karşılaştığında, birdenbire bencillik duvarlarını
çökertmesinden, ya kendine bile zaman zaman bunaltıcı gelen bencil
yalnızlığının onda gizliden gizliye uyandırdığı bir başka insanı karşılıksız
sevme ihtiyacından ya da hiç bilemeyeceğimiz bambaşka bir başka sebepten,
Mihrişah Sultan, kendine olan aniden çatlayan Rukiye'nin, o çatlağın altından
beklenmedik bir şekilde fışkıran tahmini zor bir şevkat ve sevgi
duymuştur.(s.86)
Ya, ya ya da diye olur olmaz kelimeleri sıralamak, sonra, "ya da hiç
bilemeyeceğimiz bambaşka bir sebepten" deyip işin içinden çıkıvermek.
Buna ruh çözümlenmesi denmez. Kırkambar yöntemi denir.
Ahmet Altan, bütün kadınları,aynı zevk çığlıkları atmada paydalıyor. Ama bu
yanlış bir tümevarım. Üstelik tümevarımla elde edilen doğrular, mutlak değil,
olumsaldır. Dahası tümevarımı insanlara uygulamak son derece sakıncalıdır.
Bütün kadınların zevk çığlıkları attığını nereden biliyor Ahmet Altan. Kimisi
hiç çığlık atmayabilir.
Osman'a geldikte, Osman'ın da öbürleri gibi işlevi yok. Osman'da daha sonraki
olgular eleştiriliyor. Şöyle "Yıllar sonra Ragıp Bey Osman'a, 'Aslında
Mustafa Kemal Bey’le Ismet Bey haklıydılar, ya Enver'i kıskandıklarından ya da
durumu herkesten önce kavradıklarından, bu mevzuun üzerinde çok durdular ama
gariptir, kendileri iktidara getince de askeri siyasetten çıkarmadılar. Mustafa
Kemal’in en ateşli taraftarları bile daha sonra onun bu görüşlerini unutmayı
tercih ettiler' demişti."
İnsan merak ediyor. Mustafa Kemal, en azından Osmanlı İmparatorluğunu
parçalamaka suçlanan ittihatçılardan biri, diyelim Enver Bey neden Osman'la
konuşmuyor.
Cevat Bey, öldükten sonra çok gizli bir bilgi veriyor. Cevat Beyin verdiği bu
gizli bilgiye göre Hareket Ordusu'nda üç insan, ülkenin geleceğini belirleyecekmiş.
Ama bu üç insan, o zaman bunun farkında değillermiş.
Gördünüz mü gizli bilgiyi.
Rukiye'yle Dilsever'e geldikte, bunların ikisi de canlı cenaze. Bütün
bunlardan sonra örge için ne söylenebilir. Örge dendikte, karakterlerini
etkileyen, karekterin şu ya da bu biçimde olguya tepki vermesi düşünülmeli.
Karakter yoksa, örge ne yapsın. Ama Ahmet Altan'ın örgeleri çok zayıf. Ahmet
Altan isteseydi bile, insanı heyecanlandıran, insanı düşündüren sıkı örgeler
kuramazdı.
İşte bir örge. Mehpare, daha sıkı sevişen bir erkeği buldukta, "her kadın
gibi" kocasını bırakıp, sıkı sevişen erkeğe, Kostantin'e kaçar.
Mehpare sıkı sevişen erkeğe kaçıyor. Peki neden. Mehpare'de "etinin azgın
huzursuzluğu" var. "Etinin azgın huzurluğu" burda örge. İyi ama
tek bir önermeyle örge kurulmaz ki. Daha sonra, "Girit'i Yunanlıların
alması karşısında duydukları sevinçleri kadınlı erkekli kutlamaları, Osmanlılarda,
Padişah'la İttihatçılarla alay etmeleri." (s.76) Mehpare Hanımı rahatsız
ediyor. Çünkü Mehpare, birden bire Osmanlı olduğunu anımsıyor, bu kez
İstanbul'a dönüyor.
Kişileri harekete geçiren örgeler zayıf olduğu için itkiler de zayıf. Kitapta
önemli örgelerden biri de Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi. Çünkü yine Ahmet
Altan'a göre Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi "Osmanlı İmparatorluğunu
sarsacak büyük bir ayaklanmanın ilk adımı. (s.171)
Bu örge
şöyle anlatılıyor. "Dokuz Haziran günü, deniz kokulu yumuşak bir
sıcaklığın içine kendini bırakmış olan şehir, Bahçekapı'da patlayan birsilahla
kasılıp gerildi. (s.430)
O kadar.
Kemiksiz Bir Kitap
Kurguya geldikte... Kurgu bir romanın iskeletidir. Bu kitabın isketeti yok.
Hastane bölümü, Ragıp'ın annesi, Sör Clementine ne için bu kitaptalar. Hele
Hasan Efendi'nin cüce karısı. Bu cüce kadın, kitaba bacadan gizlice girmiş
gibi. Tek bir işi var. Hasan Efendi'yle sevişmek.
Hasan, yorgun argın eve geliyor. "Yorgunum" diyor. Cüce kadın
"Sen yorulmazsın aslanım" deyip Hasan'ın üstüne atlıyor, "Biraz
itiştikten sonra Hasan Efendi kendini bıraktı, üstünde ıslak bir sürüngen dolaşan
bir adamın tiksintisiyle karısının bedeninde dolaşmasına, küçük ellerini
kasıklarına dokundurmasına, gecelik enterasini sıyırmasına ses çıkarmadı, her zaman
olduğu gibi bu tiksinti bir süre sonra yerini isteksiz bir zevke, daha sonra da
içinde hiçbir sevgi, hatta arzu bile bulunmayan kör ve sağır, etsel bir
azgınlığa bıraktı.' (s. 103)
Cüce kadın, Ahmet Altan bunları yazsın diye var.
Kurgu tırıl olduğu için doğayla insan ilişkisi yok İsyan Günlerinde Aşk adlı
kitapta. Şu betimlemeye bakın.
*Yağmurların şehirde bıraktığı ince buğu, güneşin ilk ışıklarıyla, bir mücevher
kutusunun üstünden kaldırılan parlak bir saten gibi nazlı kıvrımlarla
yükselerek gecenin mahmur gölgesinden henüz kurtulamamış lacivert minarelerin,
bakır kırmızısı kubbelerin, altın hilallerin ucundan sıyrılırken..."
(s.208) diye iç bayıltıcı biçimde devam ediyor.
Ahmet Attan'ın doğası insansız. Üstelik doğa hiç değişmiyor. Hilal hep altın
gibi. Herakleitos'tan beri bunu biliyoruz. "Güneş dünkü güneş
değildir." Ahmet Altan'a göre doğa değişmez. Hilal hep altın gibidir. Şöyle
diyor, "Osman'ın o güne dek hiç görmediği kadar ince bir hilal, gökyüzünde
altın bir kirpik gibi belirmişti." (s.467)
Hadi diyelim, hilal, hep altın kirpik gibi gözüksün. Ahmet Altan, bir başka
gece hilalin altın kirpi gibi görünüşüyle Osman arasında bir ilişki kuruyor. O
güne kadar Osman, hilalin bu biçimini hiç görmemiş. Burda hilalin görünümü bir
örge. Hadi Osman ilk kez gördüğün bu biçime şaşır, sevin, bir adakta bulun. Osman...
Osman eyleme geç. Hayır. Osman yerinden kıpırdamıyor.
Şunu da söylemem gerekiyor. Ahmet Altan, doğa-insan ilişkisini romanın bir
bölümünde sağlıklı kurabilmiş. Ragıp'ın İstanbul’dan gidişini şöyle anlatıyor.
"insansız steplerden, unutulmuş köylerden geçen trenin tekerlek seslerini
dinleyerek birliğine giderken bir yarayı dağlamanın acısının tahmininden de
büyük olduğunu anlıyor, zamanın bir an önce geçmesi ve unutmasına yardımcı
olması için bilmediği bir kudrete yalvarıyordu. (s.449)
İnsansız stepler... unutulmuş köyler... trenin tekerlek sesleri... Bütün
bunları arasında yalnız bir erkek. İçsel bir yaranın acısı. İnsan-doğa
ilişkisi, bu ilişkinin çağrışım yapıcı etkisi sağlıklı kurulmuş. Ragıp nerdeyse
canlanmış. Ama o kadar.
Kurguda temel hata, Ahmet Altan'ın kişileri genelleştirmesi... Şimdi Hediye'de
bunu görelim.
Hediye, Hikmet Beye babasının armağanı. Baba, Hikmet Bey cinsel ilişkiye
girsin diye Hediye'yi armağan eder. Hediye de bu işi iyi becerir. Gün gelir
Hikmet Bey, karton kız Dilsever'le evlenmeye karar verir. Bunun üstüne Hediye
kendini öldürür.
Şimdi burada ciddi sorunlar var. Hediye genelleştirilmiş bir kadın. Hediye'nin
kendini öldürmesinin hiçbir nedeni yok. Ama Hediye karakteri belirli bir kadın
olsa bile kendini niçin öldürdüğü belli değil.
Sorun şurda. Terkedilen her kadın kendini öldürmez. Terkedildi diye kendini
öldüren kadın, terkedildi diye kendini öldürmeyen kadından, karakteri, bilinç
durumu açısından ayrılır. Hediye'nin bu yanları belirsiz. Hediye'nin kişiliği
genel. Dolayısıyla Hediye'nin kendini öldürmesi gerçekçi değil. Ahmet Altan'ın
keyfi öyle istemiş, Hediye ölsün demiş.
Yazarın keyfi yerine gelsin diye roman yazılmaz.
Metafizik Yöntem
Yazar, sorunu olan bir insandır. Bu sorun, ben'den evrensele uzanan insani bir
sorundur. Böyle bir sorunu yok Ahmet Altan'ın. Çözümlerin insanı Ahmet Altan.
Tam burda şunu söylemem gerekiyor. Ahmet Altan bende hep rahat bir insan
izlenimi bıraktı. Bu kitabını okudukta anladım Ahmet Altan'ın rahatlığını. O,
bütün sorunlarını çözmüş.
Soru şu. Osmanlı İmparatorluğu neden parçalandı. Ahmet Altan şöyle yanıtlıyor
bu soruyu kitabında. İttihat Terakki olmasaydı, II. Meşrutiyet olmazdı. II.
Meşrutiyet olmasaydı Abdülhamit tahtan indirilmezdi. Abdülhamit tahtan
indirilmediği için Osmanlı İmparatorluğu parçalanmazdı.
İşin gerçekliği bu değil. Akacak kan damarda durmaz derler. Osmanlı
İmparatorluğu akacak kandı. İttihat Terakki bu kanı durdurmak istedi, O dönemin
trajik noktası tam burdadır.
KabakTarlası
Ahmet Altan, insanlar dünyaşında dolaşmıyor, kabak tarlasında dolaşıyor.
Hiçbir insan, özerk değil. Hiçbirinde karakter özelikleri yok. Hiçbirinin iç
dünyası yok. Tensel aşka inanıyor Ahmet Altan. Aşk yalnızca cinsel ilişki,
cinsel hazdan kasıkların sızlaması. Bu, Ahmet Altan'ın insan görüşünden
çıkıyor. İnsanın yaratıcılığına inanmıyor Altan. Cinselliği de kapsayan tinsel
aşkların yaratıcı öznesi değil insanlar. Onlar cinsel güdülerin oyuncağı.
Ahmet Altan, kavramların gerçekliğine inanan Platon'un ardılı. "İnsanın
tesellisi insandadır oğlum, acıyı bulan insan, teselliye de bulacak olan o, ama
insanlar kendilerine fırsat tanımıyorlar çareyi bulmak için."(s.468) diyor
Cevat Bey. Bu görüşe göre, acı biryerde duruyordu, insanlar gittiler buldular
acıyı.
Ahmet Altan çok açık bir cümleyle doğruyu örtüyor. Şöyle. İnsan, tümel bir
kavram. Bu kavram, ezenleri, egemenleri, ezilenleri, sömürülenleri de kapsıyor.
Burdan baktıkta şunu görürüz. Toplumda ne zaman sınıflaşma başladı, işte o
zaman acı çıktı. Ezilenler, sömürülenler binlerce yıldır acı çekiyor.
Sömürenler, ezenler çektiriyor bu acıyı.
Altan'ın durduğu yerden bu görülmüyor anlaşılan.
Ahmet Altan Roman Yazmasın
Emek, Marks'a göre bireysel varlığın doğrulanmasıdır. Doğrudur bu. Ancak
burjuva mülkiyetinin egemen olduğu dünyada, emek bu niteliğini yitirdi. İsyan
Günlerinde Aşk, bu yitişin keskin, açık belirtisi. Bu kitaba nerden bakarsan
bak, kötü. Yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda doğru ya da yanlış
mücadele verenlere ciddi bir saygısızlık bu kitap.
İnsanları harcamak için roman yazılmaz. İnsanları araştırmak için roman
yazılır.
Ahmet Altan, insanları harcamış kitabında.
Bütün bu nedenlerden ötürü, bu kitap İnsancıl Yayınları’ndan çıkmaz.
Peki, bu roman düzeltilemez mi. Hayır düzeltilemez. En iyisi Ahmet Altan'ın
roman yazmayı bırakması gerekiyor. Peki neden. Bunu kavramak için yaratma sürecini
görmek gerekiyor.
Ahmet Altan'da Ne Yok
Anna Seghers Lukacs’a yazdığı mektupta yaratıcılık sürecini şöyle
anlatır."... özgül sanatsal süreç, belkide en güzel Tolstoy'un anlattığı,
ama büyük bir olasılıkla bu süreci doğru gözlemleyebilmiş olanlann tümünce
anlatılan süreç. Tolstoy, güncesinde bu yaratma sürecinin iki aşamalı olduğunu
söyler. İlk aşamada sanatçı, gerçekliği, görünüşte bilinç düzeyinde olmaksızın,
doğrudan alglar, sanki ondan önce aynı şeyi gören olmamış gibi, yepyeni
algılar, çoktan bilincine varılmış olan, yine bilinçdışı konuma dönüşür; ikinci
aşamada ise bu bilinçdışı konumu yine bilinçle algılama söz konusudur."(2)
Anna Seghers, yaratma sürecinin evreleri için şunu söyler,"... gerçeklik
karşısındaki ilk tepki aşaması olan bu birinci aşamayı geride bırakmak ne denli
önemli ise, bu ilk tepkinin sanat yoluyla yaratmanın ön koşulu, temel koşulu
oldüğunu; nasıl yöntemsiz bir bireşime varılamazsa, bu koşul olmaksızın, bir
bireşime varılamayacağını asla unutmamak o denli önemlidir."
Anna Seghers'in yazdığı göre, "Tolstoy, bu tepkiye ilişkin olarak,
gerçekliğin bir kez daha taptaze ve bilinçdışı insanı etkilemesi gerektiğini,
insanın onu bir kat daha bilinçli olarak yaratabilmesinin ancak böyle mümkün
olabileceğini söylermiş.
Ahmet Altan'da işte bu ilk tepki yok. Çünkü Ahmet Altan gerçekliğin karşısına
çıkamıyor. Anna Seghers yaratı süreci için son derece önemli olan bu nokta için
şunları söyler, "Bunalımlara, savaşlara vb. özgü bu gerçekliğin önce üstlenilebilmesi,
onunla karşı karşıya gelmekten çekinilmemesi, sonra da biçimlendirilmesi
gerekir. Adları sanatçıya çıkmış sayısız insanlar bu gerçekliğin karşısına
ya hiç çıkmadılar ya da ancak görünüşte çıkarlar."
Ahmet Altan yazdığı dönemin gerçekliğini üstlenememiş. Ahmet Altan'ın
gerçekliği şunlar. Sokak kabadayılarla kavga eden subay, karısı kaçtı diye,
niye bilinmez kendini görmek isteyen bir ittihatçı karşıtı biri. Daha önemlisi,
tekkesinde ahkam kesen bir şeyh. Bu şeyh çok önemli. Ahmet Altan, şeyhleri,
hocaları, müderisleri savunmak için, "roman" denen kitabında makale
bile yazmış. Şöyle, "Hangi nedenlerle, hangi hesaplarla bu beyannameyi
yazmış olurlarsa olsunlar, bir din savaşının eşiğinde görünen bir ülke için bu
çok önemli bir girişimdi, ama İttihatçılar, ulemanın bu girişimini görmezden
geldiler. Hatta 'isyana karşı çıktılar ama İttihatçılara bu beyannamelerinde
destek vermediler' diye bir düşmanlık bile sezdiklerini açıkladılar."
(s.299)
İttihatçıların,
daha sonra cumhuriyetçilerin bütün hatası Şeyh Efendinin sesinin öldürülmesiymiş.
(s.300) Ama bu Ahmet Altan'ın hatası değil. Cumhuriyetçiler, cumhuriyetin
tarihi anlamını kavrayan, cumhuriyeti benimseyen kuşaklar yetiştiremediler.
Şimdi bu kuşak gerçekliği üstlenemiyor, şeyhlerin sesi kısıldı diye üzülüyor.
Şeyhlerin sesi kısılmasaydı, sorunlar çözümlenirdi. Bunu şöyle açıklıyor Ahmet
Altan, "Derviş Vahdeti'nin sesini yaşattılar. Aradan bunca yıl geçti,
artık ben ben bir ölüyüm, benim sesimi öldürenler de ölü ama şimdi iyice
dinlersen Derviş Vahdeti'nin sesini duyarsın, o hala sağ, onun sesini
yaşattılar, sesini yaşattıklan için onu da yaşattılar." {S.30O)
Derviş Vahdeti köktenci dincilerin simgesi. Şeyh, ılımlı dincilerin simgesi.
Ancak bu simgelerin gerçeklikle hiç ilgisi yok. Simgeler gerçekliği örtüyor.
Ahmet Altan, cumhuriyetçilerin, ılımlı islamla işbirliği yapmasını öneriyor.
Bu tür öneriler romanda yapılmaz. Ahmet Altan roman yazmadığı için bu öneri
şaşırtmıyor insanı. Ahmet Altan'ı, bu önerisinden dolayı eleştirmiyorum. Ama
önerisini tanıtlıyamamış.
Az Satan Bir Meta
Benim okuduğum İsyan Gülerinde Aşk adlı metanın kapağında "2.
500.000" yazıyor. Gazetelerde okuduğuma göre "3. 500.000"
piyasaya verilecekmiş.
Yayınevi, bunu başarı gibi gösteriyor. Hayır. Başarı değil bu. Bakın, neden
başarı değil.
Gaston Bouthoul şöyle der, "Kalabalıklar psikolojisini incelemiş olanlar
genellikle saldırganlıkları ve ilkel zihniyete dönüşleriyle belirttikleri
vasıfları mübalağa etmişlerdir. Kalabalıkların saldırgan oluşuna nadiren
rastlanır, kalabalıklar yakıp yıkmaktan ziyade, alkışlamak, övmek... için
toplanır, bununla beraber, son derece hassas bir zihinsel sirayet (contagion
mentale) özelliği gösterirler. Kalabalıkların seviyesi, kendiliğinden en
aşağı zihinsel ortak paydaya göre ayarlanır; yani kalabalığm içindeki en
cahillerin ya da en ilkellerin zihniyeti, en basite kaçan fikirleri ve
işitimleri ön plana geçer. Kalabalıklar, basmakalıp formüller, sloganlar ve
tekrarlı sözlerin cizabesine kolayca kapılırlar, şu kadar ki sadece bir mecaz,
bir metafor, ya da bir sembol olan şey, kalabalık için bir gerçek, bir realite
oluverir. Fakat ortada temelli bir fark vardır: kalabalık geçici bir
fenomendir. Gerçi kalabalığm etkisi, geçici bir sarhoşluk gibi şahsiyetimizi
sürükleyebilir veya altüst edebilir lakin bu etki kaybolur kaybolmaz kendi
gerçek zihniyetimizi tekrar buluruz." (3)
Türkiye 12 Mart 1971'den başlayarak daimi kalabalık sürecine sokuldu. 12 Eylül
darbesiyle Türkiye'nin daimi kalabalık olmasına kesin karar verildi. Ciddi bir
uygulamayla insanların kişilikleri alt edildi. Sistemin bütün yazılı, sözlü
odakları, noktayı binlerce... binlerce kez bombaladı. İşte bugün geldiğimiz
nokta. Cep telefonu özgürlük sanılıyor. Aileler tembel çocukları sınıf geçsin
diye yürüyüş yapıyor. Hapishanelerde insanlar yerle bir edilirken halk
gözlerini kapıyor.
İsyan Günlerinde Aşk işte bu kalabalığın kitabıdır.
İler tutar
yeri olmayan bu kitap, yoğun bir tanıtımla kalabalıklara "bir gerçek
roman, bir real roman..." diye sunulmuştur. Bütün kalabalığın 468 sayfalık
bir kitabı okuma cesareti yoktur. Ancak kalabalığın yüzde onu bu kitabı alsaydı
İsyan Günlerinde Aşk’ın altı milyon satması gerekirdi.
Marks, bu konuda şöyle der, "Bir yazar, düşünceler ürettiği sürece değil,
ancak yapıtlarını yayınlayan yayıncıyı zengileştirdiği sürece, ya da bir
kapitalist için ücretli emekçi ise üretken bir emekçidir.'(5) Bu açıdan
bakıldıkta Ahmet Altan, yayımcıya fazla para kazandıramamıştır, dolayısıyla
üretken emekçi değildir.
(…)
Kötü Günler Geçti
Hani, insan, meyve yerken, bilmeden çürük meyveyi ağzına atar ya, ağzının tadı
bozulur ya, İsyan Günlerinde Aşk’ okurken böyle oldum, Geceleri eve giderken
canım sıkılıyordu. Üstelik iki kez okumak zorundayım. Ahmet Altan'm kitabını
bitirdikten sonra tadım yerine gelsin diye, Yakup Kadri'nin Panorama'sıni
okuyorum yeniden. Eve giderken canım sıkılmıyor.
Benim için kötü günler geçti. Peki, bu ülkenin edebiyatı n'olacak. Edebiyat
dünyasında hep böyle kötü günler mi yaşanacak.
Hayır.
Marks, 1844 El Yazmaları eserinde, burjuvazinin, özel mülkiyet tutkusunun hep
fıziki, hem düşünsel duyuları körelttiğini söyler. Bugün bu durumdayız. Ama bu,
insanın yaratıcılığına taban tabana karşıttır. İnsan, bu dünyada güzel şeyler
üretmelidir. Bu üretilerin öbür insanlara haz vermelidir. Ben Yakup Kadri'den,
Sait Faik'ten, Tostoy'dan aldığım hazzı, Ahmet Altan’da almalıyım. Ahmet Altan
roman yazacaksa bunu yapmak zorunda.
Yazar, körelmiş duyguların üstünde yükselmemelidir. Yazar, aşka öyle bir yorum
getirmeli ki, ben bu aşk için mücadele etmeliyim. Ama Ahmet Altan basmakalıp,
insanın içini bunaltan bir yorum getiriyor aşka. Aşk, kasıkların hazdan
sızlaması... Bunun hiçbir yanı insani değil. Ben bunu bütün kötü romanlarda
okudum. Yetmezmiş gibi bir de Ahmet Altan'ın kitabında okuyorum.
Vicdan varsa eğer, Ahmet Altan'ın vicdanı sızlamalıdır, bilmeyenlere bu kitabı
güzel roman diye okuttu diye. Kitabın arka kapağında şöyle deniyor, "İsyan
Günlerinde Aşk, insanın en en derinlerinde saklı olan duyguları bile şaşırtıcı
bir aydınlıkla gösteren bir roman."
Bu önermenin, cep telefonuyla özgürleşirsin önermesinden hiç ayrımı yok.
Kötü günler bitecek. Çünkü insan yaratıcı varlıktır. Lza-Tse şöyle der, "Kimi
şeyler, azala azala çoğalır, kimi şeyler çoğala çoğala azalır."
Bugün körelmiş duyguların üstünde çoğalıyorlar. Ama çoğala çoğala
bitecekler. Kötü günler bitecek.
Cengiz Gündoğdu
1. Ahmet
Altan, İsyan Günlerinde Aşk, Can Yayınevi, stanbul 2001.
2. Tahir Nejan Gencin, Dilbİlgisi TOK Y. Ankara 1971.
3. Anna Seghers, Gerçekçiliğin Evrensel Mirası, Çev. Ahmet Cemal, De Yayınevi,
İstanbul 1984.
4. Gaston Bouthoul, Zihniyetler, Çev. Prof. Dr. Selmin Evrim, İst.Ünv.Ed.Fak.Y.
İstanbul 1975.
5. K. Marx - F. Engels, Yazın ve Sanat Üzerine I, Çev. Öner Ünalan, Sol
Yayınlar, Ankara 1995