İnsan soyu her nedense kalıtım ve evrim hakkındaki bilgilere büyük direnç gösteriyor. Sanırım muhteşem varlığının büyüsü bozulsun istemiyor. Rahip Gregor Mendel birçok kişinin ilgi duyduğu, üstünde çalıştığı, ama düzeneğini bir türlü ortaya koyamadığı kalıtım kurallarını ilk kez net biçimde ortaya koyan insandı. Rahip olması ayrı bir ironi, öyle değil mi? Makalesini 1865’de pek tanınmamış bir Avusturya dergisinde yayımlatabildi. Bu makale 1900’lerde önemi anlaşılıncaya dek fark edilmeden orada öylece kaldı! (9)
Darwin’in kuramı bugün kaç insanca kavranıyor acaba? İnsanın insan olmayan primatlardan türediği savını herkes biliyor elbette, ama bunun düzeneğini nasıl ortaya koymuştu? Doğal seçilim gerçek anlamda neydi? Örneğin Daniel C. Dennet’in “Darwin’in Tehlikeli Fikri” adlı kitabı işte bunu ayrıntılı biçimde ortaya koyuyor. İnsan tekhücrelilerden evrimleşti, tek hücreliler nasıl oluştu peki? Bu milyarlarca yıllık süreç “uzay kancaları”na ihtiyaç duymadan, yani herhangi bir dış güç müdahalesi bulunmadan çeşitlene çeşitlene, gelişe gelişe nasıl buraya kadar gelebildi? “Uzay kancaları”ndan yardım almaksızın, kendini yükselten vinçleri, kendine yeterli vinçleri nasıl üretti? Bunları kavradığımızda insanı daha iyi kavrarız.
Çomski aşağı Çomski yukarı, neyin peşindedir bu politikacı?
İnsan beyninin çalışma düzeneğini açıklamada bugün evrimci bilim insanlarının geldiği nokta modüler akıl kuramıdır. 2. Bölümde Steven Mithen’ın kitabından söz etmiştik. Ama bu kurama dünya ölçüsünde meşruluk ve meşhurluk kazandıran kişi Noam Chomsky’dir. Bir evrimci değil, dil uzmanı. Chomsky’nin bir sol-liberal-anarşist olarak siyasi çıkışlarını birçoğumuz biliriz. Ama onu asıl önemli kılan ve düşünce dünyasında çığır açan savı neydi?
Chomsky insanın doğuştan bir dil modülüne-organına sahip olduğunu, (tabii ki bir beyin işlevi olarak) çocuğun bu sayede dili öğrendiğini yaptığı çalışmalarla neredeyse kanıtladı. Karşı çıkanlar bile bu görüşü hesaba katmadan bir şey diyemiyorlar artık. Öyle ya, daha iki yaşındaki bir çocuk kendisine hiçbir şey öğretilmeden ve zaten bunu öğrenmek için yeterli zihin kapasitesi yokken grameriyle, vurgularıyla nasıl bir dili konuşmaya başlıyordu, sadece kulak doygunluğu ve davranış desteğiyle? Kuram şuydu: Her insan böyle bir dil motoruyla doğuyordu. Çevresindeki konuşmaları duyup, davranışların bununla bağlantılarını izlemekle modül çalışmaya başlıyor, işlevini yetkinleştiriyor ve bebek konuşan bir insan haline geliyordu.
Benzeri konularda yapılan birçok çalışma insanın sadece dil modülüyle değil, başkaca da birtakım modüllerle doğduğunu ortaya koydu. Kuşkusuz bunlar “Standart Toplumsal Bilim Modeli”ne büyük darbeler indirdi. Susan Blackmore (11) Nesne tanıma modülü, renk algılama sistemi gibi. (11) Çocuk daha ilk yaşlarda geometrik şekilleri birbirinden ayırabilir, perspektif duygusuyla hareket eder, renkleri birbirinden ayırır ve belleğinde tutar. Kimse öğretmeden. Bir köpek ya da karga yavrusunda annesinin gözünü çıkarmama sakınımı doğuştan vardır, buna benzer. İnsanın bebeği de keza annesine ve kendine zarar verecek birçok davranışı yapmaz örneğin; bu konuda pek nazik sayılmasalar da, kendilerini ve sevdiklerini korumayı bilecek bir mantıkla donanmışlardır. Buna benzer.
Chomsky konusunu geçmeden önce bir tartışmaya değinmekte fayda var. Chomsky bir evrim psikoloğu olmamakla beraber onların işlerini hayli kolaylaştırmış, anlatmak istediklerini sağlam örneklendirmiştir. Ama evrimci psikologlar Chomsky’den çok da hazzetmezler. Neden mi? Çünkü Chomsky evrim bilimle pek ilgilenmediği gibi, fazla da sevmez onu. Bulduğu, sözünü ettiği modüllerin evrimbilim yasalarıyla değil, tamamen rastlantı eseri doğduğunu ileri sürer. Bunların oluşumunda Darwinci doğal seçilimin fazlaca bir rolü yoktur ona göre. Bu sav, evrimin temel düzeneğiyle ilgili olarak, kendi kendine yeten, kendini oluşturan vinçler yerine uzay kancaları ihtimallerini akla getirir ki, Dennett gibi düşünürlerin en çok karşı çıktığı budur. Evrim kuramının özünün bozulması, açık kapılar bırakılması endişesi. (9)
Yine Chomsky, dil modülü gibi insanda bir ahlak modülü de bulunduğunu ileri sürer ki, bu “din modülü” ile yakın bağlantısı bakımından tekrar evrimcilerin savlarına katkı sağlar. (9)
İlkel komünal toplum yasası olarak dinin ortaya çıkışı
İlk insanda din ile ahlak çoğu durumda bir ve aynı şeydi. Buradan günümüze gelirsek dindar olanların ahlaklı, olmayanların ahlaksız olduğundan söz etmiyoruz. Hiçbir dine inanmadığı halde pek çok dindardan daha ahlaklı pek çok insan vardır. Tersi de vardır elbet. Biz işin kökeninden, 100-200 bin yıl önceki halinden bahsediyoruz.
Shermer özetle konuyu şöyle açımlar: Tüm avcı-toplayıcı kabileler eşitlikçidir. Örneğin av etini ortaya getirir, hassas şekilde tartmaya çalışıp paylaştırır, herkesin doymasını sağlarlar. Bu kural, o kabilenin hayatta kalmasının ilk koşuludur. Bunu sağlayacak bir ahlak ve din sistemi gelişmiştir. Kuralı bozan ceza alır, hatta dışlanır, öldürülür. Ama yaptığı kabahat eğer fark edilmişse. Fark edilemeyen, görülmeyen kabahatleri önlemek için din devreye girer. İnsanların görmediği suçlar da yüce ruhlar tarafından görülür ve onların da cezaları kesilir. Kabile düzenini ayakta tutmak için böyle bir eşitlikçi dine gereksinim vardır. Avcı toplayıcıların eşitlikçi dinsel inançları hâlâ devam etmektedir. Örneğin Malezya yağmur ormanlarında yaşayan Çevong halkı bencilce davranıldığında ortaya çıkan felaketlerle ilgili söylencelere inanır. Yingluen Bud adlı tanrıyla ilgili efsane yiyecek paylaşımında hakkaniyetli davranmayı buyurur, topluluktan ayrı tek başına yemek yemek büyük ayıp sayılır. (1)
Bu bilgileri klasik Marksist din teoriyle karşılaştırın. Marksizm dinin sınıfsal baskı aracı olma yönüyle, bugünkü tezahürüyle ilgilenir ve onu avutucu, uyutucu ve çoklukla baskı aracı olarak görür. Büyük ölçüde doğru, ama din böyle ortaya çıkmamıştır ve onun başlangıcındaki özü tamamen asla kaybolmamıştır. Din vahşi ilkel komünal toplumun eşitlikçi kültürel sistemidir, komünün yasasıdır en az 190 bin yıl boyunca.
Sosyal sınıflar ortaya çıkmaya başladığında bile ataerkil savaş toplumları klanlar ve klan toplulukları hala esas olarak eşitlikçiydi ve bunların dinleri de eşitlikçiydi. Cengiz Han veya Attila’nın ordu toplumları örneğin. Üstünlükleri de eşitlikçiliklerinden geliyordu Hikmet Kıvılvcımlı’ya göre. (12) Kıvılcımlı’ya göre Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu İslam ilk ve esas hali itibariyle eşitlikçi yönü ağır basan bir dindi ve ilerici bir sosyal hamleydi. (12) Daha sonra bugün olduğu gibi sahtekarların, tiranların, “firavunların” hakimiyetine geçti din. Zenginden, haksız ve adaletsizden yana tarafı iyicil ve adaletli tarafına üstün geldi.
“Kültür, kişinin hangi tanrıya inanacağını ve hangi dine uyacağını dayatabilir; ama bir sosyal grubun vazgeçilmez unsuru olarak dünyada işlev gören bir doğaüstü özneye inanç beyne döşendiği için bütün kültürler açısından evrenseldir. Doğduktan sonra birbirinden ayrılan ve farklı ortamlarda yetiştirilen tek yumurta ikizleri üstünde yapılan çalışmalar bu yargıyı güçlendirmektedir.” (1)
Shermer, kitabının 188-191. sayfalarında konuyla ilgili genetik-kalıtımsal çalışmaları derlemiş. (1)
Parçalı-modüler aklın ürünü olarak din
Yüz tanıma kalıpsal yaklaşımı da yine doğuştandır. Kuş yavrusu aç olsa bile sizin mama veren elinize ağzını açarak cevap vermez. Annesinin gagasını ve yüzünü taklit eden bir eldivenle mamayı verdiğinizde açar. Keza insan yavrusu da yüz şeklinde kesilmiş bir kartonun üst bölümünde çizilmiş iki noktayla temsil edilen yüz modeline gülümseyerek cevap verirken, nokta bire indirilirse gülümsemez. Ensest tabusunun insandaki nörolojik bağlantısıyla ilgili olarak aynı kalıp ileri sürülür. Bebekliğinden tanıdığı yüzlere karşı insan genellikle cinsel istek duymaz. Bunlar ister ailesinden kişiler, isterse kan bağı bulunmayan insanlar olsun… (1)
Robert Kurzban insanların tutarsız, çelişik gibi görünen düşünüş ve davranışlarını modüler akıl kuramıyla açıklar. Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür adlı kitabında. Kurzban’a göre beyinde beş-altı değil, çok sayıda modül işlev görmektedir. Bunlar anatomik olarak birbirinden ayrı yapılar değildir çoğun (ayrı da olabilirler), beynin işlevsel birimleridir. Her bir modül farklı bir zihin sürecinde işe yaradığı için evrimce seçilmiştir. İnsanda tüm bu modülleri idare eden, son kararı veren bir gerçek “ben”, yani merkezin merkezinde ayrı bir “ben” de bulunmaz. Bir şeye karar verirken konuyla ilgili birçok modül çalışmaya başlar, bunlar rekabete girerler, (kimi birbirini destekler) hangi taraf güçlü çıkarsa, onun dediği olur. Onun adına karar alınmış olur. (Freudcu kurama bir de bu açıdan bakılmalı) Kurzban bu görüşü destekleyen birçok çalışmadan bahseder. O yüzden insan hem “Tek Tanrıya” inanabilir, hem aynı zamanda “Çok Tanrılı Dinlere” inanır gibi davranışlar gösterebilir. (13) Keza Tanrıya inanmayanların yeri geldiğinde bir şeyler dilemesi, birtakım ritüellere başvurması aynı düzenekle açıklanabilir.
Evrimci psikoloji içinde dinselliğin oluşumuyla ilgili tartışan belli başlı kuramlar
Şimdi evrimci psikoloji içinde dinsel kalıpların neden ortaya çıktığıyla ilgili görüşlere topluca bakabiliriz.
Joseph Bulbilia sorunu şöyle özetliyor:
“Dinin doğalcı açıklamasında kabaca iki kamp baskındır. Birinci kamp dini, bilişselliği evrim geçirmiş aklın bir yan ürünü sayar. Bu görüşe göre dinsel bilinç bir uyum ürünü değildir. (Yani üreme-yaşamda kalmada işe yaradığı için doğal seçilimle ortaya çıkmış bir yapı değildir. Benim notum.) Doğal seçilimle, uyumsal seçilim avantajı nedeniyle oluşmuş, başka işlere yaradığı için oluşmuş akılsal-ruhsal düzeneklerin üstünde yükselmiştir. İkinci görüş "uyumcu" görüştür. Onlara göre dinsel yapı tamamen işlevseldir. Doğrudan doğal seçilimle oluşmuştur, uyumsal avantaj sağladığı için evrimce seçilerek ortaya çıkmıştır, onun tarafından şekillendirilmiştir.” (4)
“1990'lı yıllarda bilişsel psikologlar dinsel bilişselliğin özellikleriyle ilgili ciddi araştırmalar başlattılar. Darwin'in izinden giderek bunun uyumsal bir olgu olmadığını, başka bilişsel sistemlerin bir kemer üstü dolgusu olduğunu ileri sürdüler. Başka birleşik, modüler bilgi işlem sistemlerini iyi anlarsak dinsel düşünceyi de iyi kavrarız modeli...
Bu işe ilk kalkışanlardan biri 1993'de "Bulutlardaki Yüzler"i yazan Steward Guthrie idiydi ki, dinsel düşüncenin "fail bulma düzeneğinin" bir yan ürünü olduğunu iddia etmişti. Ona göre dinselliği anlamanın köşe taşı dinsel deneyimleri anlamaktı. (Fail bulma düzeneği: Olayları yaratan nedir, örneğin bu fırtınanın sebebi nedir gibi soruların cevaplarını arama zihinsel uğraşı. B.n)
Guthrie gibi Boyer de dinsel düşünce ve davranışın yaygınlığından etkilendi. Bunu kültürel öğrenmeyle açıklayan standart antropolojiyi yetersiz buldu. Bilişsel mimari boyutunda dinsel düşüncenin nasıl bir düzenekle işlediğini araştırdı. Dinsel düşünce yaygındı ve çekiciydi, çünkü dinsel yaklaşım, dışımızdaki dünyayı doğal kavrayışımızı yöneten "sezgisel anlam çıkarma düzeneklerimizi" çalıştırıyordu. Dinsellik en geneliyle tüm insanlığa özgüdür ve kültürelden çok biyolojik miras ürünüdür.
Dinsel düşüncenin gelişimi kesin bir programdır. Kimse bize halk hekimliğini-psikolojisini özel olarak öğretmez. Bu da bir organın gelişimi gibi öngörülebilir bir programla gelişir. Psikolojik yapı çevreden gelen özel bilgilerle karşılaştığı anda bu program işlemeye başlar. Düzeneğin içselliği dış etkenlere baskındır.
Boyer'e göre dinsel düşünceyi açıklayacak tek bir düzenek veya merkez yoktur. Dinsel düşünce karmaşık bir yapıdır ve açıklaması da karmaşıktır. Açıklama tek bir sihirli mermiyle sonlandırılamaz.” (4)
James Dow’un derlemesi:
“Dinsel inanışlar... Doğal seçilimin böyle bir uyarımı oluşturduğunu hayal etmek zor. Evrimci psikologlar arasında dinin bir ‘uyum’ üstünlüğü sağlayıp sağlamayacağı konusunda tartışma var. Bu makalede açımlanan ‘ajan-etken bazlı iletişim’ simülasyon çalışması iki tür bilgiyi ele alıp karşılaştırıyor. Biri gerçek dünya hakkında doğrulanabilir (gerçek) bilgi, öteki hayali dünya hakkında doğrulanamayan (gerçek olmayan) bilgi. Gerçek olmayan üzerinden iletişimin zorunlu koşullarını ve bunun gerçek olanlar üstünden iletişimle bağlarını araştıran çalışma, dinsel bilişimin bir evrimsel uyum süreci olduğu tezini destekliyor. Bunun başka evrimsel süreçlerin bir yan ürünü olduğu yolundaki tezlere ise karşı duruyor.” (14)
“ ‘Evogod simülasyonu’ dinsel düşüncelerin ortaya çıkışında sosyal seçilimle evrimleşmenin kapasitesini ortaya koyar. Seçilim sürecinin, gerçek olmayan, doğrulanamayan düşüncelerin kalıtsal yolla aktarımını artırdığını gösterir.
Ancak bu modeldeki sosyal seçilim bir bireysel seçilimdir. (Tek tek bireylerin doğal seçiliminin kolaylaşmasını gösteren bir modelleme. B.n) Fakat kişisel seçilim ve grup olarak-topluluk olarak seçilim aynı zamanda birlikte yürüyen bir süreç olmak durumundadır. Modelin ileriki gelişmeleri bu kavrayışı hesaba katabilirdi. Sonuçlar dinin evriminin açıklaması için grupsal seçilim gerçeğine atıfta bulunmuyordu.
‘Sözleşme Kuramı’ ise daha iyi desteklidir. Evogod simülasyonu bireylerin öteki bireylere gerçek olmayan dünyalara inanmaları için ne gibi yararlar sağladığı sorunuyla ilgilenmiyordu. Oysa bu düşüncelere inanmakla kişilerin birbirlerine ne gibi faydalar sağladığı gösterilse dinselliğin biyolojik evrimi daha kolay açıklanabilirdi. Sözleşme kuramı, Evogod simülasyonunun gösterdiklerini bir adım daha ilerletti ve dinselliğin toplumları kendi içinde daha güvenli kıldığını gösterdi.” (14)
Smith ve Arrow’un görüşleri:
“Shakerların hikayesi dinin gücünü ve karmaşıklığını ortaya koyar. Grup bireylerinin dayanışmasını, karşılıklı yararını artıran fedakarlık, grubun genetik kalıtımına yarar sağlayabileceği gibi onun sonuna da neden olabilir. (Shakerlar, dinsel inançları gereği evlenip cinsel ilişkiye giremeyen insanlardı. Soylarının devamı için evlat edinmeleri gerekiyordu. Bunu sürdüremediler tabii ki ve bir avuç kaldılar. B.n.) Grubun evrimsel seçilimine dinselliğin katkısının ne olduğu Darwin'den beri tartışılan bir konudur.
Dinselliğin evriminde dinselliğin işlevine göre üç esas kuram çeşidi birbiriyle çarpışır. Nonfunctional, functional ve dysfunctional kuramlar. (İşlevsiz, işlevsel, kötü işleyen.) İşlevsizciler dinselliğin öteki evrimsel uyum süreçlerinin bir yan ürünü olarak doğduğunu ileri sürer. İşlevselciler bunun doğrudan doğal seçilimle uyumsal süreçle geliştiğini savunur. Kendi içinde bireysel temelli uyum sağladığı için seçilim oluştuğunu varsayanlar ve grupsal temelli uyum kolaylığı sağladığı için oluştuğunu varsayanlar olarak ikiye ayrılabilirler.
Disfonksiyonistler de ikiye ayrılır (Kötü işlevselciler). Memetik evrimi savunanlar, Anakronistler (Hatacılar). Memetikçiler aslında doğal seçilime aykırı olan dinselliğin, memetik (kültürel evrimsel) süreçlerle yayılıp, kalıcı hale geldiğini savlar. Tarihsel hata kuramcıları ise dinselliğin uyum bozucu etkilerinin, başlangıçta onun evrimsel olarak uyumu artıran yapısının insanlığın yakın tarihinde önemli sosyal değişimlere uğramasından kaynaklı olarak değiştiğini ve işlev bozucu hale geldiğini ileri sürer.” (15)
Dinselliğin ‘uyumsallık’ yoluyla seçilimi noktasında iki görüş öne çıkar. İnsanın bireysel olarak yaşama uyumunu kolaylaştırdığı için dinselliğin evrimce seçildiğini savunanlar ve ikinci grup: Dinselliğin insanda grupsal olarak (topluluk olarak) uyumsallığı artırdığı ve doğal seçilimin esas olarak bu yüzden gerçekleştiğini savunanlar. Smith ve Arrow bu ikisini birleştiren çok kademeli sistemi alternatif olarak ileri sürerler. (Konunun alimi değilim ama, zaten bunu keşfetmek için deha olmaya gerek yok zannımca J Evrim yasaları ve adaptasyon-uyumsallık hem bireysel, hem grupsal temelde birlikte yürür)
Şimdi tüm bu kuramsal tartışmanın özetini buraya niye koyduk. Buradaki görüşlerden birinin daha doğru çıkması konunun bugünkü sosyal ve hatta siyasal yanı için daha farklı ipuçları sunabilir. Örneğin sondan başlarsak evrim dinselliği bireysel olarak uyumu artırdığı için mi, yoksa grupsal olarak uyumu artırdığı için mi seçmiştir? Bu tartışmada bir tarafın baskın çıkması dinsellik konusuna bugünkü sosyal yaklaşımımızı bir ölçüde değiştirecek sosyal kuramlara yol açabilir.
Keza dinsellik evrimin uyumsallığı artırdığı için doğrudan seçtiği bir akıl yapısı mıdır, yoksa seçtiği başka akıl yapılarının yöneldiği bir eğilim midir? Eğer ikincisi doğruysa, dinlerin vermiş olduğu zararlarla başa çıkmak daha kolaymış gibi görünür ve bunun için yapılacaklar daha farklı ele alınabilir. Hemen parantez açalım bu kolaylık bile yanıltıcı olabilir. Çünkü evrim psikologlarının yan ürün diye bahsettiği şeyin bile en az 200 bin yıllık geçmişi vardır ve bu da “biyolojik” süreç olarak görülmektedir, kültürel olgu olarak değil. Kökleşmiş bir yan üründür bu başka deyişle. Konunun şimdi sözünü ettiğimiz tartışmalar yönünde daha ileriye götürülmesi başka çalışmaları ve makaleleri bekliyor.
Memetik teorisine bir vurup kaçalım bu arada. İlk önce Dawkins’in bir fanteziymiş gibi ortaya attığı bu kavram, daha sonra başkaları tarafından geliştirildi (Susan Blackmore vb.) Dennett bile bu kurama sahip çıktı. Aynı genler gibi işlev gören ve kendi içinde işleyen ayrı bir “evrim” sürecinde genler gibi davranan kültürel birimlere “mem” adı veriliyor. Bunlardan yüz binlercesi, milyonlarcası üretiliyor insanlarca. Bir şarkı nakaratından siyasi slogana, bir sosyolojik kavramdan atasözüne, reklam spotuna kadar her şey “mem”dir bunlara göre. Bu memler yaşamda kalma savaşı verirler, birçoğu ölür, ortadan kalkar, yaşayanlar insanın o günkü kültürünü oluşturur vb… Bilindiği gibi evrimci psikologlar “biyolojik indirgemeci” suçlamasıyla çok ağır saldırılara uğruyorlar standart toplumsal bilim modeli savunucusu çoğunluk tarafından. Bir bölümü işte bu “biyolojik veya evrimci indirgemecilik” suçlamasından korkmaz, evet indirgemeciyiz, diyerek sağlam dururken, bir bölümü “bakın biz de kültüre önem veriyoruz, bakın onun için kültürel evrimci bir görüş geliştirdik” der gibi geri çekilmeler gösterebiliyorlar. “Memetik” teorisi bana öyle geldi. Tüm iyi niyetli okumalarıma karşın temelinde eğer sağlam bir bilim mantığı görseydim yine de kabullenebilirdim. Ancak zayıf ve tuhaf göründü bu sav. O da ayrı bir makalenin konusudur.
Ben şahsen uyumsallığı artırıcı yönü dolayısıyla dinselliğin evrimce doğrudan seçildiği görüşünden yanayım. Şu an için. Yeni bilgileri, okumaları bekliyoruz.
Din düşüncesi bilişsel anlamda nasıl ortaya çıktı?
Her canlı gibi insan da karşılaştığı her olguyu anlamlandırmak ister. Ötekilere göre çok daha gelişmiş zekasıyla bunu başka hayvanlardan çok daha iyi başarır (tabii hataları da aynı oranda büyüktür.) Niye varız, tüm bunların anlamı ne, yağmur neden yağar, şimşek neden çakar, bu hayvan neden bana saldırır, neden ölürüz, ölünce neden bir daha geri gelmeyiz, yoksa gelir miyiz? Herhalde 200 bin yıl önce de şimdi de insanın üstündeki en büyük baskı: Ölüm gerçeği. Ölüp yok olacak mıyım? Kendisinin öleceğini bilmenin acısı. Dahası, sevdiklerini kaybetmenin acısı! Bir daha onunla birlikte olamayacak mıyım?
Ölümden sonra yaşam, ölülerin gerçekte ölmediği düşüncesi bu örselenmeyle baş etmek için harika, muhteşem bir fikir değil mi? Buna inanmaktan ne engelleyebilir bizi? Nitekim insanların bugün bile %98 kadarı buna inanıyor.
Buna inanmanın çok haklı fizyolojik kanıtları mevcut. En başta rüyalar. Orada ölülerimizle karşılaşıyor, onlarla sohbet etmiyor muyuz? Bu rüyaları bilerek isteyerek görmediğimize göre, ya onlar bir yerlerde yaşıyor ya da onları bize gösteren daha büyük bir ruhsal güç var üstümüzde. İlk insan böyle düşünmesin de ne yapsın? Bugünkü insanların da büyük çoğunluğu aynen bu biçimde düşünüyor.
Histeri veya konversiyon nöbeti denen bir hastalık vardır psikiyatride. Kişi olağanüstü ruhsal deneyimler yaşar, sonra normale döner. Ruhunun yükseldiğini, başkalaştığını, farklı ruhlarla ilişkiye geçtiğini görür veya hisseder. Bu “normal” dışı durum eski çağlarda çok daha yaygındı ve hatta kitlesel histeri nöbetlerine rastlamak pek ender sayılmazdı. St. Vitus dansı vb… İşte böyle deneyimler yaşayan insanlara, muhtemelen büyük çoğunluğa “aslında ruh falan yoktur” de ve inandır! Kaldı ki aşırı yorgunluk, fazla sıcak, fazla soğuk, uzun süren yalnızlık, keder, korku, açlık, susuzluk gibi durumlarda yine son derece “normal” insanlarda normal dışı ruhsal deneyimler yaşanır, hayaller görülür, o hayallerle iletişime geçilir… Akıl hastalarının “normal” halüsinasyonlarına ve bunları çevrelerine aktarımlarına hiç girmeyelim.
Tüm bunlar dinselliğin daha önce bahsettiğimiz biyolojik-nörolojik temelini pekiştiren yaygın, köklü bilişsel düzenekler doğurur. Bir de bunun üstüne grup baskısını, gruba uymanın yaşamda kalmayı kolaylaştırıcı, evrimde üstünlük sağlayıcı yanını tekrar tekrar koyun. Dinlerin ortaya çıkması kaçınılmaz. Toplulukta herkesin benimsediği kalıp yargıları benimsememek ise yaşamda kalmak için ciddi bir risk oluşturur ve bunda direten bireyler muhtemeldir ki daha az yaşar, daha az ürerler. Sonuç: Dindarların yüksek oranda baskınlık kurduğu toplumlar. Dünyanın her yerinde.
Dinsellik hakikatinin “Temel Dinsellik” hakikatiyle birleşmesi sonucu ortaya çıkan tablo: “Aslında kuşkuculuğu ve inançsızlığı ödüllendirmemiz, yeni bulgular karşısında fikirlerini değiştirmeye açık olanları desteklememiz gerekir. Oysa en başta din, siyaset ve iktisat alanlarında olmak üzere, sosyal kurumların çoğu iman, parti ya da ideoloji esaslı doktrinlere inancı ödüllendirirken, önderlerin otoritesine kafa tutanları cezalandırır, belirsizliği ve özellikle kuşkuculuğu caydırır…” (1)
Peki neden? Yine evrimce seçilmiş insan doğasına o şekilde davranmak daha uygun düştüğünden. Belirsizlik ve kuşkuculuk başarıyı azaltır, yaşamda kalmayı, sivrilmeyi zorlaştırır.
Kaan Arslanoğlu
(Gelecek bölüm son bölüm)
Kaynaklar:
4- Joseph Bulbilia (The cognitive and evolutionary psychology of religion) Biology and Philosophy 19: 655–686, 2004.
12- Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Sosyal İnsan Yayınları
13- Robert Kurzban, Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür, Alfa Yayınları
14- James Dow, Is Religion an Evolutionary Adaptation? Journal of Artificial Societies and Social Simulation vol. 11, no. 2 2, Published: 31-Mar-2008
15- Zachary Smith, Holly Arrow, Evolutionary Perspectives on Religion: An Overview and Synthesis, EvoS Journal: The Journal of the Evolutionary Studies Consortium, 2010, Volume 2(2), pp. 48-66.