VASAT EDEBİYATI 101- Vasat estetiği ve Malkoçoğlu

Vasat  EDEBİYATI 101- Vasat estetiği ve Malkoçoğlu

Bir roman kahramanının, sizin sempati duyduğunuz siyasi görüşü temsil ediyor olması, o romanın güzel olması için yeterli midir? Diyelim ki sosyalistsiniz, okuduğunuz romandaki başkahraman işçi ise sizce o roman iyi midir? Ya da dindar bir müslüman, başkahramanı ateist olan bir romanı okumamalı mıdır? Emile Zola’nın Germinal romanı sadece işçileri ve bir grevi anlattığı için mi büyük bir romandır yoksa karakterlerin derinliğinden ve toplumsal çelişkiyi çarpıcı bir biçimde işlediğinden dolayı mı? Madam Bovary’nin başkahramanı kentli, kaprisli, şımarık bir kadın diye bize söyleyeceği hiçbir şey yok mudur?

İnsanı derinlikli işleyen, insanlık durumlarını ortaya koyan ve okuyucuda farkındalığı arttıran sanat ilerici sanattır. İlerici sanatın tanımı bu kadar basit bu kadar kısadır.  Bu tanımın içinde Rus Çarlığı’nı ve Panslavizmi savunan “gerici” Dostoyevski’nin devrimci romanları da vardır, insanlığın düşmanı Naziliği savunan Celine ya da Hamsun’un romanları da vardır, bir tür Hristiyan mistisizmi ile anarşizm arasında gidip gelen Tolstoy’un büyük romanları da vardır. “Gerici” Dostoyevski, Ecinniler’de güncel siyasette karşısına çıksa bir kaşık suda boğacağı Rus anarşistlerini öylesine derinlikli anlatır ki, sanatı, savunduğu gerici siyasetin ötelerine geçer. Gündelik siyasetteki duruşu ile sanatsal duruşunun örtüşmediği hatta taban tabana zıt olduğu epeyce bir yazar sayılabilir. Özne aynı olsa dahi tutumlar birbirine zıttır. Birini dikkate alarak diğeri hakkında konuşulamaz. Eğer yazarların günlük siyasette savunduğu görüşlerini göz önüne alarak romanlarını seçecek olsaydık Balzac ve Dostoyevski’nin bütün yazdıklarını çöpe atmamız gerekirdi.

Bunu söylerken asla “sanata siyaseti karıştırmayalım” klişesi kastedilmemektedir. Söylenen, esasen bunun tam tersidir: “sanat, siyasete karıştırılamaz, çünkü zaten siyasetten asla ayırtedilemez”. “Karıştırmayın” dedikleri şey, zaten hiçbir zaman ayrışmamıştır ki karıştırılsın.

Ancak burda kastedilen siyaset, gündelik yaşamdaki siyasal tutum değil, sanatın, oluşurken insana bakışında aldığı siyasal tutumdur. Bir yazarın edebi değeri, güncel siyasetteki aldığı tutumda değil, eserlerinin güncel siyaseti aşan bir düzlemde insanla kurduğu estetik ilişkide saklıdır. Bu hata ne yazık ki on yıllardır yapılan ve halen de yapılmakta olan bir hatadır.

Sosyalist sol, siyasi yönelimleri nedeniyle birçok önemli yazarı görmezden gelmiştir, okumamıştır. Kemalist diye Yakup Kadri’yi küçümseyen, sağcı diye Refik Halit’i, faşist diye Peyami Safa’ya dudak büken solcular ne yazık ki vardır. Sağ cenahda ise durum çok daha kötüdür; Nazım Hikmet’ten Orhan Kemal’e, Yaşar Kemal’den Hasan İzzettin Dinamo’ya kadar hepsi “komünist” oldukları için “necis”tir. Bu anlayış, on yıllarca sağ görüşlü insanları ve muhafazakarları edebiyat-roman diye üçüncü sınıf yazarlara, sabun köpüğü romanlara mahkum etmiştir. Bir kuşak boyunca onbinlerce insanın bildiği en derin romanın, Emine Şenlikoğlu’nun “Bize nasıl kıydınız” kitabının olması, onbinlerce insanın bu estetik düzeye mahkum olması, çok büyük bir haksızlıktır.

Siyaseten “faşist” P.Safa’nın Yalnızız romanı, insan psikolojisinin derinlerine inebildiği için “devrimci”dir, bundan sanırım P.Safa’nın da haberi yoktur! Bir Fransız “gericisi” Balzac, romanları ile Karl Marx’a “komünist ilham”lar verdiğini bilmemektedir.

Başkalarının gözüyle yapıştırılan “komünist”, “faşist”, “ilerici”, “gerici”, “sağcı”, “solcu” gibi sıfatlar kasıtlı olarak tırnak içine alınmıştır. Mesele şu ki, siyasi duruşlarını nitelemek için kullanılan bu terimler, bu yazarların edebi duruşları dikkate alınarak yeniden tanımlandığında bambaşka bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Kralı savunan “gerici” Balzac, romanlarıyla K.Marx’a Fransız toplumunu anlattığı bir “devrimci” yazara dönüşür. Bir ateist, koyu ortodoks Dostoyevski’nin kitaplarındaki insanlık durumlarından kendine pay çıkarır.

Bu yazarlar, eserlerinde insanın derinliklerine indikleri ve  insanlık durumlarını ortaya koydukları ölçüde bütün insanlara hitap etmektedirler. İşte devrimci sanat, ilerici edebiyat denildiğinde kast edilen tam olarak budur. Dünyanın heryerinde ilericiler siyaseten ezilenlerden, çoğunluğun baskı yaptığı azınlıklardan, örneğin horgörülen ve aşağılanan eşcinsellerden yanında olurlar. Eşcinsellerin haklarını dünyanın her yerinde ilericiler savunmuştur. Peki bir romanın eşcinsellerden söz ediyor olması, o romanı “ilerici bir roman” mı yapar? Bir romanı ilerici yapan şey, işçilerden, ezilenlerden, fakirlerden söz etmesi değildir: bu bir “kötüye kullanım”dır. Edebiyat açısından başarısız bir romanı, siyasi mesajından dolayı ilerici zannetmek çok büyük bir yanılgıdır. Bir roman Dersim katliamı’nı anlatıyor diye o romandaki klişeleri, sloganları, roman tekniğiyle asla uyuşmayacak kaba siyasal mesajları görmezden mi gelmeliyiz? Ermeni katliamı, Dersim, eşcinsellik, işçiler, Kürtler, Aleviler… Bu konulardan biri hakkında roman yazılınca o romanın eleştirisi, edebi düzlemde değil artık siyasal bir arenada yapılmaktadır.

Bu edebiyat anlayışı bakımından çok tehlikeli bir yaklaşımdır.

Fırsatçı yazarlar, örneği çokça görüldüğü gibi sadece bu türden bir konu seçerek hiçbir edebi çaba harcamadan yazdıkları başarısız romanları piyasaya ardı ardına sürülmektedir. Okuyucunun siyasal duruşunun kötüye kullanımıdır bu. Romanın kendine özgü kuralları gözetilmeksizin, edebi açıdan üçüncü sınıf anlatıları, sadece içine yerleştirilen “siyasal mesajlar” nedeniyle o siyasal görüşe sempatiyle bakan okuyucuların gözlerini kamaştırmaktadır.

Bu, “siyasal alan” dan “edebi alan”a beğeni aktarımıdır. Bunun adı, edebi alandaki başarısızlığın, emek eksikliğinin siyasal mesaj öne çıkarılarak gizlenmesidir.

“Ne yazarsam satar?”

Bu cümle bir yazarın beyninden geçemez; eğer geçerse o kişiye yazar denemez. İster “algı yöneticisi” deyin, ister “PR uzmanı”,ister “pazar planlayıcısı” deyin, isterse dümdüz “tüccar”: eğer sorununuz “ne yapsam satar?” ise yaptığınız işin anahtar sözcükleri “edebiyat” veya “sanat” değil, “ticaret”, “market” ve “pazarlama”’dır. “Konjonktürel roman” denen şey, tam da bu soru etrafında şekillenir. Güncelin, o anki ortalama beğeninin, revaçta olan eğilimlerin, modanın belirlediği bir ticaret etkinliğidir bu.

Bu yıl “Ermeni soykırımı tasarısı” mı konuşuluyor, yaz oradan bir 1915 dramı...

Dersim katliamı mı gündeme geldi, hemen yaz bir Dersim romanı…

Örneğin, Perihan Mağden’in Ali ile Ramazan romanını ele alalım. Kitapta, antimilitarist diye sunulan ifadeler karaktere tamamen aykırı iki slogandan ibaret. Ya da romanın sonundaki yurdun adının, kitabın içeriğiyle veya anlattığı olaylarla en ufak bir ilişkisi olmayan “Şeyh Said çocuk yuvası” olması masum bir yaklaşım mıdır? Bu tutum, okuyucuyu, romanı estetik bir kavrayışla değil siyasal ve duygusal bir kavrayışa zorlamaktadır. İster Şeyh Said’e sempati duysun, isterse ondan nefret etsin okuyucu da estetik-sanatsal bir etki değil siyasal bir etki yaratmaktadır. Bu sık yapılan ancak çok kaba bir kurnazlıktır. Perihan Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk anne?”  kitabı çıkmadan önce verdiği bir röportajda , “kitabımda Türk ordusuna bir sürprizim var” der. Sürpriz ise kitabın sonunda Türk ordusunun bir subayının kaba psikopatlığıdır. Böyle roman yazılabilir mi? Bir roman karakteri, yazarın istediği zaman istediği şeyleri söyletebileceği, hasımlarına laf çaktığı, siyasi görüşlerini yücelttiği bir kukla tiyatrosu mudur? Roman, siyasal karakterlerin durduk yere çıkıp slogan attığı bir etkinlik midir? Roman, yazarın siyasal tezlerini kusacağı, kukla karakterlere fikirlerini söyletttiği bir etkinlik midir? Eğer böyle olsaydı Dostoyevski, kendisine siyasal olarak taban tabana zıt olan Ecinniler karakterlerini bu denli incelikli, bu denli gerçekçi işleyebilir miydi?

Roman, bütün Türklerin ahlaklı, iyi, cesur, bütün Bizanslıların kötü, aşağılık, hain olduğu Malkoçoğlu filmleri gibi yazılamaz. Romanda böylesi kukla karakterlerle, sloganlarla, çiğ siyasal mesajlarla ulaşılacak en ileri nokta “Malkoçoğlu estetiği”dir. Güncel Türk edebiyatında ne yazık ki bol miktarda “Malkoçoğlu romancısı” vardır. “Malkoçoğlu estetiği”, okurun bilincini tahrip eden estetik bir zehirlenmeye yol açar. İşte vasat edebiyatı, bilincini “Malkoçoğlu estetiği”’nin şekillendirdiği okurun estetik bilinci üzerine inşa edilmiştir.

                                                                                                            Taylan Kara

taylankara111@gmail.com

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
20-03-2014
20-03-2014 09:46 (1)
Türkiye'de solcular arasında galat-ı meşhurdur: "herkese eşit, ücretsiz sağlık hizmeti". Solcuların çoğu işin ÖZÜ olan sağlık hizmetini tartışmak yerine, hizmetin HERKESE, EŞİT, ÜCRETSİZ olmasını savunmanın solculuk olduğunu sanır. Oysa sunduğunuz sağlık hizmeti tıbbi-sanayi kompleksin gereksinimlerine göre tedaviye ağırlık verecek tarzda örgütlenmişse, bu hizmetin HERKESE, EŞİT, ÜCRETSİZ sunulmasının hiçbir ulvi yanı yoktur. Solculuk emeğin gereksinimlerine göre örgütlenmiş sağlık hizmetini herkese, eşit, ücretsiz sunmayı savunmaktır. Sanat veya Sağlık fark etmez, hep aynı zihniyet. AA.
21-03-2014 14:13 (2)
Bu yazı bana o yıllarda Cüneyt Arkın'ın oynadığı ve hemen hemen aynı karakter ve temaların bulunduğu ardarda gösterime giren solcu ve sağcı filmleri hatırlattı. Sağcısı "Güneş ne zaman doğacak" tı, solcusunun adını hatırlamıyorum ama kötü adam/patron filmin yapımcı/yönetmeni Memduh Ün idi. Cüneyt Arkın'ın Iron Man'ın zırhını hatırlatır süper bir paltosu vardı. Hey gidi günler...YÜ.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211426
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.