Biz devrimi, Lenin’in söylediği gibi bugünkü insanla, AKP gibi bir partiye oy vermiş, Müslüman kimliği daha başat olan işçilerle yapacağız. Lenin anarşistlerle yaptığı polemikte, dahice gördüğüm şu sözleri söylemişti: “Biz devrimi astın üste bağımlılığından, muhasebecilerden vazgeçmeyecek bugünkü insanla yapmak istiyoruz. Aksi takdirde devrimi insanların değişeceği varsayılan bir geleceğe ertelemiş oluruz” (Lenin, Devlet ve Devrim). Din engel olmayacak mı? Belki ama önce Lenin’in din üzerine şu sözlerine bakalım..
“ Sermayenin kör gücü karşısındaki korku- kör diyoruz çünkü halk yığınları ona karşı hiç bir şey yapamazlar, o ise proleterleri, küçük iş sahibini yaşamının her dakikasında iflasla tehdit eder, ‘ani’, ‘beklenmedik’, ‘tesadüfi’ iflasına yol açar, açlığa mahkum bir dilenci, bir düşkün, bir fahişe yapar- modern dinin tek kökenidir, ve her materyalist, ilkel bir materyalist olarak kalmak istemiyorsa bunu her an ve her şeyden önce göz önünde bulundurmak zorundadır. Hiç bir vülgerizasyon kitabı, kapitalist boyunduruk altında insanlığını yitiren, kapitalizmin kör ve yıkıcı güçleri altında ezilen yığınları, bu yığınlar, dinin bu kökenlerine karşı, bütün biçimleriyle sermayenin saltanatına karşı tutarlı, örgütlü, sistematik ve bilinçli bir biçimde mücadele etmesini öğrenmedikleri sürece, dinin etkisinden kurtaramaz.” Engels ise sosyalist toplumda dinin yasaklanmasına ilişkin sahte devrimci düşünceye karşı çıkıyor ve bunu Bismark’tan daha Bismarkçı olmak diye niteliyor. Bismark’ın 1870 sonrası Alman Katolik partisine karşı polis baskısıyla yürüttüğü savaşın Katoliklerin militan Klerikalizmini pekiştirdiğini, gerçek kültür davasına zarar verdiğini, politik bölünmeler yerine dini bölünmeleri ön plana almakla işçi sınıfının bazı tabakalarının ve demokratların dikkatini devrimci sınıf mücadelesinin gerektirdiği temel görevlerden saptırmış, son derece yüzeysel ve burjuva yalanlarıyla dolu bir kilise aleyhtarlığına kaydırmıştır. Engels dine karşı politik bir savaşın maceralarına atılmanın geçerli bir yol olmadığını belirtiyordu. ‘Dini kişisel ve özel bir iş olarak kabul etmek.’ Erfurt programının (1891) bu ünlü maddesi sosyal demokrasinin bu politik taktiğini noktalamıştır”.
Ortada bir mesele varsa bu meseleyi çözmek için önce Mehmet'le iletişim kurmak gerekiyor. Ancak din, bir komünistin “bizden ve bilen” bir odak olarak algılanmasını gölgeleyebilir ve işçi Mehmet’in alıcılarını açmamasına, direnç göstermesine, dışlamasına neden olabilir. Öyleyse önce Mehmet’e verdiğimiz mesajların ulaşması için komünistler nasıl “bizden ve bilen” olarak algılanabileceğini bulmamız gerekiyor.
Tekil olmakla birlikte
çok değerli olduğunu düşündüğüm bir örnek aklıma geliyor. Herkesin Tanrı
dağı kadar Türk ve Hıra dağı kadar Müslüman hissettiği bir beldede bir komünist
“ben Marksist, Leninist ve hatta Engelsist, kıpkızıl komünistim” sözleri ile
seçim konuşmasına başlamış ve muhtarlık seçimini almıştır. Bu örneğin ciddi bir
sosyolojik çalışma konusu olduğunu, iyi bir laboratuvar olduğunu, iyi tahlil
edilmesi gerektiğini, halkı anlamakla onu taklit etmenin bir ve aynı şey
olmadığını gösteren çok iyi bir deneyim olarak yaşandığını düşünmekteyim.
Komünist Muhtar İskender kendine telkin edilen “bari Cumalara git”, “bıyığını düzelt”
önerilerinin hiç birini dinlememiş ve olduğu şekliyle kendini kabul
ettirmiştir. İskender, mahallesinin her sorununda herkesten daha fazla ilgili
olmuş, onların günlük hayatının içinde ve onların bir parçası olarak yaşamış,
üstelik dinle ilgili pek çok soruda İslam’a inandığını iddia edenlerden çok
daha iyi İslam’ı ve tarihi gerçekleri bildiğini göstermiş, herkesin inancına
saygı göstermiş ancak kendisine de saygı gösterilmesini beklemiştir.
Geleneklerde var olan tüm kurallara uymuş, bayram namazı kılmamıştır ama namaz
çıkışında herkesle bayramlaşmak için hazır bulunmuştur.
“Bizden ve bilen” olma durumu sadece halkın içinde bulunarak gerçekleşmez. Bazen de tersi olur. Yani halk/işçi, komünistlerin oluşturduğu çevreye girmeye ihtiyaç duyar ve böylelikle komünistleri “bizden ve bilen” olarak algılar. Yine sınırlı da olsa kendi çevremde bunu gözlemleme şansım oldu. 1996 yılında Sultanbeyli, Sarıgazi, Dudullu ve çevresinde genç işçiler ve liseliler arasında yürüttüğümüz bir çalışma sonucunda çoğunluğu bir liseden olmak üzere iki yüz kişilik bir çevre oluşturmuştuk. Bu kişiler sosyalist olduğunu düşündükleri bir partinin sunduğu mekanda çeşitli faaliyetlerde bulunuyorlardı. Kendilerine sunulan farklı bir kültürel ortam içerisinde müzikten, ders çalışmaya, tiyatrodan siyasi okuma/tartışma gruplarına çeşitli faaliyetlerde bulundular. Kendi önerileriyle İMES bölgesinde işçi haklarıyla ilgili bir çalışma örgütlediler, broşürler hazırladılar. Lise öğrencilerine yönelik dergi çıkardılar. Kendi önerileri olan dayanışma gecesi örgütlediler. Gecenin finansmanı için kartpostal bastırıp sattılar. Örgütledikleri gecede sahnelenmek üzere müzik çalışması yaptılar ve gecenin biletlerinden elde edilen gelirle de bölgedeki yoksul yüz öğrencinin giyim ve kırtasiye ihtiyaçlarını karşıladılar. İşin gençlik boyutu kadar aileler boyutu da vardı. Aileler ziyaret edilmeye çalışıldı. İşin içinde Sarıgazi olunca sanılanın aksine, ailelerin çoğunluğu yoksul ve dinsel eğilimleri ağır basan kişilerdi. Bir süre sonra işler tersine dönmeye başladı. Aileler bizi ziyaret etmeye etmek istediler. Bunlardan biri çok çarpıcıydı. “Oğlum sizinle takılmaya başladığından beri kapıma polis gelmedi”. Bunun anlamı, oğlunun sürekli hırsızlık yapan ve bu yüzden sık sık polisle başı derde giren biri olmasıydı. Benzer geri bildirimleri okul ve derslerle ilgili de aldık. Sonra ne mi oldu? Dayanışmanın ve özgürlükçülüğün merkezi olduğu iddiasındaki bu parti kendi kontrolü dışındaki bu gençlerin gidip gelmesinden rahatsız oldu çeşitli faaliyetleri engellendi ve son çare tüm gün açık olan parti binası kapatıldı. Gençlerin anahtarları alındı. Gençler durumu protesto ettiler ve bölgedeki çeşitli parti ve derneklere dağıldılar. İşin tuhaf yanı bu sürecin sorumlularından biri bugün ilgili partinin genel başkanlığını yapmaktadır.
Tekil örnekten çıkalım. Halkın komünistlerin oluşturduğu çevreye girmesi için sınıfsal ama aynı zamanda tüm toplumun çıkarına olan değerlerin olgunlaştırılması, hayatın her alanına yayılması ve bunların yaşanması gerekmektedir. Müziği, eğlencesi ve kişiler arası ilişki biçimleriyle zenginleştirilmiş bir sınıf mücadelesi, kişilerin kendini o sınıfın bir parçası olarak hissetmesinin önünü açmaya yardımcı olacaktır.
Böylesi bir aidiyet için çekim merkezi olabilecek grupların yaratılması ilk adımdır. Bir işyerine giren bir işçi o işyerindeki egemen davranış biçimini kendine model alacaktır. Örneğin öğlen yemeği tatillerinde işçiler kendi aralarında futbol maçlarından ya da akşamki televizyon dizisinden söz ediyor ise o iş yerine yeni gelen işçi de grup dışında kalmamak için aynı konularla ilgili konuşmak ihtiyacını duyacaktır. Servis varsa servislerde gidip gelirken yine benzer konular konuşulacaktır. İnsanlar birlikte belli biçimlerde zaman geçirecek ve belirli davranış kalıplarına uyum göstereceklerdir. Böylesi ortamlarda doğal önderler kilit öneme sahip bulunmaktadırlar. Bunlara öykünülecek ve aynı grupta yer almaya çalışılacaktır.
Turabi Yerli
Yazının devamı için: http://turabiyerli.blogspot.com/search/label/Marksizm
Editör Notu: Turabi'nin dine yaklaşımı Türkiye sosyalistlerinin anlayışından biraz daha ileri bir noktada. Amaç yoksul insanlarla, varoş gençliğiyle, işçilerle birleşmek. Amaç gerçekten buysa Turabi'nin yaklaşımının bile yetersiz kalacağı görülecektir. Kaldı ki Türkiye sosyalistlerinin vasatında işçilerle birleşmek için ciddi bir çaba yok. O yüzden dine bakışı değiştirmek için bir ihtiyaç da yok. Bu ikisi birbiriyle çok yakın bağlantılıdır. Bir Müslüman ülkenin sosyalistleri olarak daha ileri noktalarda tartışmalıyız. Ve yine kaldı ki Lenin'in Müslüman halklara yaklaşımı ve uyguladığı taktikler şimdiki vasat anlayışın çok ilerisindedir. Bu konudaki benim yazım için:
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1137
Kaan Arslanoğlu