İnsanı temize çekmek
Hamdi Koç’un Çıplak ve Yalnız Kitabı Üzerine İnceleme-5
Küçük burjuvazi sevgisizdir. Küçük burjuva yazarların çoğunda insani bir sevgiyi, aşkı bulamıyoruz. “Kendinden başka kimseye inanmayan”ın aşkı olabilir mi?
René Girard, romanlardan yola çıkarak geliştirdiği arzu kuramında kapitalist toplumda aşk ve sevginin olağan koşullarda ancak yabancılaşmış, metafizik bir arzu, dolaylı bir sevgi olabileceğini öne sürüyor. Don Kişot’la başlayıp Sthendal, Dostoyevski ve Proust’un romanlarının çözümlemesinden çıkardığı bu metafizik arzu kuramı, günümüz postmodern yazarının içine düştüğü açmazı da anlamamıza katkıda bulunuyor.
Girard’a göre, büyük romancılar, kapitalist toplumdaki insani bütün arzuların, taklit edilen bir özneye, dolayımlayıcı etkene dayandığını görebildikleri ve bunun işleyişini romanlaştırdıkları için büyüktürler. Metafizik arzunun ortaya çıkmasını, öznenin arzu nesnesine yönelmesini başlatan ve koşullayan şey, aynı nesneyi arzulayan veya arzulama olasılığı bulunan bir öznenin taklit edilmesidir. Basit bir örnekle anlatmayı denersek, sizi birine âşık olmaya yönlendiren, aşk nesnenizin özellikleri değil, bir başka kişinin de ona âşık olması veya böyle bir potansiyel olasılığın bulunduğunu düşünmenizdir. Bu arzuda üçlü bir yapı vardır, bir aşk üçgeninden söz edebiliriz. Ama günümüzde yalnızca aşk duygusu için değil, bütün arzular için bu üçgen ilişki olağanlaşmıştır. Girard günümüz toplumunda hemen bütün arzuların bu mekanizmaya dayandığını düşünür ve metafizik arzu olarak adlandırdığı bu ilişkinin taklit edilen öznesine “dolayımlayıcı özne” der. Bu üçgen yapısından dolayı insani arzularda ve ilişkilerde etkisi sürekli duyumsanan bir yabancılaşma söz konusudur. Girard’a göre büyük romancılar eserlerinde kapitalist toplumdaki arzunun bu özelliğini gün ışığına çıkarmışlardır.
Küçük burjuvanın bütün arzularında, tutku ve duyarlıklarında bu taklidi, rekabeti, bunun oluşturduğu kıskançlık ve hasedi görebiliriz. Çünkü küçük burjuva, işçi sınıfı ile burjuva arasındaki ara konumundan dolayı sürekli yukarıya tırmanmaya, aşağıya düşme korkusundan kurtulmaya çabalar. Onun toplumsal arzularının dolayımlayıcı öznesi, hep yerine geçmeyi kurduğu modeli, kapitalist toplumun yöneten sınıfıdır, burjuvazidir. Bütün arzularının babası onlardır. Ali Şimşek’in geleneksel orta sınıfın, iyi eğitim görmüş ve tekel bürokrasilerinde yükselmiş çocuklarından oluştuğunu belirttiği yos üyeleri, gerçek babalarından kaçıp, kendilerini dolayımlayıcı babalarına, burjuvaziye beğendirmeye çalışırlar. Onun arzu nesnelerine yönelir, ele geçirmeye uğraşırlar.
12 Eylül’ün sınırlarını çizdiği 90’ların kültürel atmosferinde arzu duyulan ve üretilmeye çalışılan edebiyatın biçimi ve içeriği de ilhamını bu babalardan alır. Hamdi Koç ve kuşağının duyarlıklarında, dillerinde, kurgularında bu burjuva ilhamının insani olanı nesneleştirici, metalaştırıcı niteliğinin vazgeçilmez oluşu bundandır. Bu denli cüretli ve saldırgan oluşları, emekçileri büyük bir zulümle ezen 12 Eylül burjuvazisinin “dolaylı” çocukları olmaları nedeniyle sınıfsal genetiklerine pek uygundur.
Selim İleri’nin eleştiri “şöleni”
Gerçekçi romancılar, yöntemlerinin çözümleyiciliği, edebiyat sanatlarının gücü ve incelikleriyle, insani düşünüşleriyle, Girard’ın, Dostoyevski’nin “yer altı adamı”nda en yetkin örneğini bulduğu, yaşamı dayanılmaz kılan bu yabancılaşmış arzu düzeneğini ortaya çıkarabilmişlerdir. Gerçekçiliğe erişemeyenler ise, Girard bunların yazdığına “romantik yalan” diyor, öznenin yabancılaşmış arzu dünyasında kaybolmuş, yanılsamayı yeniden üretmişlerdir. Günümüze yaklaştıkça, rakipler arasındaki zamansal ve uzamsal mesafe kısaldıkça, rekabet ve metafizik arzunun yol açtığı, kıskançlık, kin, nefret ve haset yoğunlaşmıştır. “Arzunun taklitçi doğasını yalnızca romancılar ortaya koymuşlardır. Günümüzde bu doğayı algılamak zordur çünkü en ateşli taklit en güçlü biçimde inkâr edilendir. Don Kişot kendini Amadis’in müridi, onun çağının yazarları da kendilerini klasiklerin müridi ilan ediyorlardı. Kibirli romantik artık hiç kimsenin izleyicisi olmak istemiyor. Son derece özgün olduğuna kendi kendini ikna ediyor.”[i] Bu bireyci “özgünlük” arayışında, postmodernizm çağında, “kendi kendini ikna”nın yardımcıları da var; Hamdi Koç gibiler için Semih Gümüş ve Yıldız Ecevit türünden eleştirmenler ne güne duruyor. Her yazılana başyapıt diyecek, ödüller verdirecek bir tezgâh tıkır tıkır işliyor.
“Çıplak ve Yalnız” kitabını okurun arzu nesnesi yapmak için, yayımlanır yayımlanmaz, sermaye gazete ve televizyonlarının dolayımlayıcı özneleri harekete geçmekle kalmamış, görece muhalif Sol ve Aydınlık gazetelerinin kitap ekleri de sayfalarını esirgememişlerdir. Selim İleri, “bir ironi başyapıtı” ilan ettiği “Çıplak ve Yalnız” için şunları yazıyor: “Ama yazarın ‘oyunbazlığı’ sürdü: Bu kez de hem ölen amca, hem şehirlerarası telefon konuşması bir rüya çıktı. Yok, rüya da değilmiş. Peki Hamdi ne yapmak istiyor? Gözüm zaten bozuk, bana vakit mi kaybettiriyor? Bu 599 sayfa böyle nasıl gider?.”[ii] Kitabın başındaki tutarsızlıkları ve zorlama kurguyu gördüğü halde, bunu yalnızca ima etmeye cesaret edebiliyor. Kitabın bu sıkıcı havasından ancak metafizik bir ilhamla kurtuluyor Selim İleri: “Gelgelelim tuhaf bir çekicilik sarıp sarmalıyor, yeniden okumaya koyuluyorsunuz.”[iii] Bu ilhamla İleri, “Çıplak ve Yalnız” üzerindeki görevini itinayla yerine getirir: “Yazarın, en kolaya rağbet döneminde en zikzaklıyı özellikle tercih edişi üzerinde, kendi adıma söyleyeyim, durakaldım...” Böylelikle, bu “kendi kendini ikna” uğraşında bozuk anlatım ve dil, yanlış kurgu, gereksiz ayrıntılar, şekilsiz bir kişinin vıdı vıdıları “özellikle tercih ediş” olarak sunuluyor. Selim İleri’nin işini ne kadar nitelikli yaptığını göstermek için yazısının yargı bölümünü de buraya aktarıyorum:
“‘Sattırma’ çağında roman arka kapak yazılarına güvenilir mi; sözgelimi: ‘Çıplak ve Yalnız son sayfasına dek elinizden bırakamayacağınız sarsıcı bir roman.’
Son sayfasına kadar bu sarsıcı romanı okudum.
Sıradan bir ölüm haberiyle başlayan Çıplak ve Yalnız, sıradan ölümü bir intihara dönüştürmesi gibi, yakın tarihimizin genelgörünümünü de yüzlerce dönüştürmeye uğratarak, bir roman şölenine yol alıyor.
Sona ermeyen mutsuzluklarımıza ışık tuttuğu için Hamdi Koç’a teşekkür ediyorum.”[iv] “Yüzlerce dönüştürme”, “roman şöleni” oldukça ikna edici. Benim okuduğuma göre bu ölüm bir intihar değil, cinayetti, Selim İleri acaba kitabın değişik baskısını mı okudu? Ama “kurmaca bir dünyada” bunun ne önemi var, her okur istediği gibi kurar. Aslında, sorulacak daha önemli bir soru var: Yoksa Selim İleri, ona Orhan Kemal Roman Ödülü veren seçici kurul üyeleri gibi, “Çıplak ve Yalnız”ı okumadan mı bu “başyapıt” ilanını yazdı? Anlaşılan, Selim İleri, gözlerinin sağlığını düşünüp, öldüğünün bilgisiyle başlayan, intihar ettiğiyle süren ve cinayetle öldüğü açıklanan tefeci amcanın bu son “dönüştürmeye uğratılmasını” okumadan kitabı bıraktı…
İnanılır gibi değil. Selim İleri, tatsız bir kitabı başyapıt ilan etme işine başlarken, Hamdi Koç’la tirende bir Eskişehir seyahatinden de izlenimler veriyor. Kitaptan bir iki özet cümlesiyle birlikte, arka kapaktan aktarılanlar, hepsi, başlığa çıkartılan şu yargıya yetiyor: “Çıplak ve Yalnız da bir ironi başyapıtı. Ama derin hesaplaşmalarla kaynaşarak.”[v] İroninin tiridinden bir başyapıt icat etmek, ne kadar kötü olduğunu satır aralarında itiraf etmek zorunda kalsa bile, Selim İleri için bu kadar kolay. Bu kadar pervasızca yanılsama üretilebiliyor.
Taklitçi bireycinin özgünlük kuruntusu
Ayşe Arman ise kitap çıktığı hafta, Hamdi Koç’u Hürriyet’te tam sayfa söyleşiye çıkarıyor. İşini yapıyor, bu, o kadar önemli değil, asıl, bu söyleşiyi okuyan bir “blog” yazarının, Hamdi Koç için mi, “Çıplak ve Yalnız” için mi olduğunu tam çözemediğim, hızla harekete geçen metafizik arzusunun yazıya dökülüşü ilginç: “Hamdi Koç'la malûm, günümüz trendlerinden biri sayesinde yani eserini okumadan önce Ayşe Arman röportajı sayesinde yakından tanışmıştık. Hattâ röportaj üzerine etkilenerek küçük bir yazı da ben karalamıştım. Ardından hemen baskısı tükenen kitabı arayıp buldum ve bir solukta okudum.”[vi] Bu, deneysel bir gözlem olanağı sağlıyor; Girard’ın dolayımlayıcı öznesi, Ayşe Arman, “trendlerden biri” (?), blog yazarını Hamdi Koç’a ve “Çıplak ve Yalnız”a koşturuyor. Gerçi “arzu nesneleri” de, kendi başlarına az değil, bunu blog yazarının söyleşiden etkilenerek “karaladıklarından” anlıyoruz. Kitap ise, özellikle ölü yıkama sahnesinde blog yazarını kahkahalarla güldürüyor. Neyse, uzatmayalım. Deney nesnesi olarak alabileceğimiz yazı, devamında da Girard’ı doğruluyan veriler içeriyor; blog yazarı, özgün değerlendirmesini yapabilmek için bütün etkilenmelere, “dolayımlara” kendini kapamaya çalışıyor:
“Ta kitaba başlarken; ‘Kitap hakkındaki düşüncelerimi yazmadan önce, Hamdi Koç hakkında tüm öğrendiklerimi (yaşamını, düşüncelerini, burcunu, gözümün önündeki portre fotoğrafını...) sıfırlamam gerekli. Aksi takdirde tam anlamıyla objektif bir kitap incelemesi yapamayabilirim’ cümlelerini not düşmüşüm mor kapaklı defterime...”[vii] Okuduğu bir söyleşiden sonra hemen kitabı satın alıp okumaya girişecek ölçüde dolayımlayıcının arzu nesnesine bağımlı okurun nafile çabasına bakın; “objektif” kitap incelemesi yapacağını sanıyor. Bu arada yazarın burcunun da önemli bir bilgi konusu olduğunu not etmiş oluyoruz. Blog yazarının, Ayşe Arman söyleşisinden sonra yazdıkları da, okura dayatılan postmodern edebiyatın pazarlama-algılama döngüsünü belgeleyen bir gözlem değerinde:
“Neyse, konu Ayşe Arman değil aslında, yine yaptığı o ilginç röportajlardaki ilginç kişiliklerden biri ve kitabı: Hamdi Koç - Çıplak ve Yalnız... Yazar kesimi zaten neresinden baksanız az çok uçuk kaçıktır; bir de Hamdi Koç gibi burcu yay olan cintense vay haline!
Henüz kitabı okumadım; daha doğrusu kitabın varlığından yeni haberdar oldum. Doğan Kitap'tan taze çıkmış. İlk fırsatta kitapçıma koşup alacağım elime...”[viii] Demek ki, sistem çok iyi işliyor. Haber ile arzusu uyandırılan okur, kitapçıya koşuyor. Kitapçıda başka kitaplara bakmıyor bile.
Girard’ın kuramında, postmodern yazıcıların da sık sık tekrarladıkları, bir kendinde şeye indirmeye çalıştıkları edebiyat eserinin “tekbenci” idealizmini görünür kılan saptamalar var. Postmodernizmin de bir parodi, pastiş tiridi olarak romantik yanılsamadan bol bol yararlandığını söyleyebiliriz. Girard’ın romantik yalan için yazdıklarını, ölü yazıcıları düşünerek de okumak mümkün. Daha iyi anlaşılması için uzun bir aktarmanın yararlı olduğunu düşünüyorum: “Dolayımlayıcının itibarı arzulanan nesneye geçer ve ona aldatıcı bir değer verir. Üçgen arzu, nesnesinin yüzünü değiştiren arzudur. Romantik edebiyat bu dönüşümü görmezden gelmez; tersine, ondan yararlanır ve onunla övünür, ancak gerçek mekanizmasını asla açığa vurmaz. Yanılsama, yaşayan bir varlık gibidir; varolması için erkek ve dişi öğeler gerekir. Şairin imgelemi, dolayımlayıcı tarafından döllenmediği sürece kısır kalan dişidir. Romantizme göre sadece şairden kaynaklanan yanılsamanın asıl oluşumunu bir tek romancı betimler. Romantikler imgelemin ‘kendi kendini döllediğini’ savunurlar. Her zaman özgürlük tutkunu oldukları için kendi tanrıları önünde bile boyun eğmeyi kabul etmezler. Bir buçuk yüzyıldır birbirini izleyen tekbenci poetikalar bu reddin ifadesidir.”[ix] Günümüzün bireyci, özgün, kurmacacı postmodern yazarı “kendi tanrıları önünde bile boyun eğmeyi kabul etmez” ama iki şeyin önünde duraksamadan iki büklüm olur; paranın ve sermaye iktidarının. Kurmaca dünyanın tek gerçek değeri onlardır. Belki bunlara bir de Doğan Hızlan’lı ödül jürilerini ve edebiyat ödüllerini ekleyebiliriz. Edebiyat için “örtülü ödenek” de, şifreli, bankamatikli bu kurmaca dünyaya gerçekliğini sevinçle dayatmaktadır. Tanrısı önünde boyun eğmeyen kibirli bireycimiz, bu dünya tanrıları önünde çok tanrılı ibadeti edebiyat yapmaktadır.
Skandalı ortadan kaldıran skandal toplum
2014 Orhan Kemal Roman Ödülü töreninde Işık Öğütçü, ödül tanrılarının baş tanrısı Nobel ödülünü bir dolayımlı özne olarak dillendirme gereği duymuştur; daha önce Orhan Kemal Ödülü verilen Orhan Pamuk’un Nobel ödülü aldığını anımsatmıştır. Hamdi Koç da Nobel ödülü alabilir mi demek istemiştir; yoksa Nobel alan yazarın kitabını ödüllendiren Orhan Kemal Ödülünü mü cazip hale getirmeye çalışmıştır?
Demek, “işçilerin hatırası önünde saygıyla eğildikleri” Orhan Kemal’e, yapıtlarının ve okurlarının sağladığı saygınlık yetmemektedir. Ödül varsa yabancılaşma vardır. Yabancılaşma, insan ilişkilerindeki sömürünün türevidir. Yabancılaşmanın sürmesi için “kurmaca”nın, “yalan”ın yoğunlaşması gereklidir. Yabancılaşmanın olduğu bir evrende Orhan Kemal ile Hamdi Koç, elmalar ile taşlar kıyaslanabilmekte, birbirlerinin yerine geçebilmektedir.
2014 Orhan Kemal Ödüllerinin skandal gizemini çözemeden bu uzun incelemeyi bitirmek istemiyorum. Taylan Kara, aylardır, Orhan Kemal Roman Ödülü’nün gerçekçilik karşıtı bir yazara, Hamdi Koç’a verilmesi bir skandaldır diye yazıp duruyor. Bu ödülü belirleyen seçici kurul üyeleri bu kitabı okudular mı, diye, başka bir soru ortaya atıyoruz. Hiçkimseden çıt çıkmıyor.
Guy Debord’un “Gösteri Toplumu”nda bu durumu anlamaya elverişli bir açıklama bulduğumu düşünüyorum: “Asla cezalandırılmamış olan her şey gerçek anlamda serbesttir. Bu durumda skandaldan söz etmek artık modası geçmiş kaçmaktadır.”[x] Ne demek istiyor Guy Debord, 2014 Türkiye’sini mi anlatıyor? Ayrıntılarıyla belgelenen hırsızlık ve rüşvet suçlarının yargı dosyalarının imha edildiği bir ülkede, yerleşik ahlak ve toplumsal değerler dizgesi karşısında ayıplanmayı anlatan “skandal” gibi hafif sayılabilecek bir tepkinin var olmasını bekleyebilir miyiz? Devamı da, “paralel maralel”, Türkiye’yi pek çağrıştırıyor: “İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ardından kısa bir süre sonra bütün dünyanın dahil olduğu bu dönemi en iyi özetleyen sözler, hem resmi hükümetin hem de P.2, yani Potere Due denilen paralel hükümetin üyesi olan bir devlet adamına aittir: ‘Bir zamanlar skandallar vardı ama artık bunlardan eser kalmadı.’”[xi] Bizim durumumuza uyarlarsak, soru şu: Yıldız Ecevit’in, 12 Eylül’ün Türk edebiyatına iyilik yaptığını yazabildiği koşullarda, bunun eleştirilmediği, sorgulanmadığı bir edebiyat dünyasında herhangi bir skandal olabilir mi?
Debord’ın sırlı özsözler biçiminde yazılmış tezlerinde şunu da okuyoruz: “Gösteri, insanların olup bitenleri görmezlikten gelmelerini ve yine de anlaşılabilen bir şey varsa bunu derhal unutturmayı büyük bir ustalıkla başarır.”[xii]
Düzenin kendisi skandaldır ve buna karşı topyekûn devrimci bir muhalefet yaratmadan, ayrı ve yeni bir dünyanın insani değer ve ölçütlerini, gerçek dünyada hayata geçirmeye adım atmadan zulüm ve haksızlıklar karşısındaki suskunluğun aşılmasını bekleyemeyiz.
Guy Debord’un “Gösteri Toplumu”
Yaşadığımız kapitalist toplumu, “gösteri toplumu” olarak tanımlayan Guy Debord’a kulak vermekte yarar var. İnternet ağı ve cep telefonu ömrünün son zamanlarında yeni yeni kullanılıyordu. “Gösteri Toplumu”nu, daha da eskiden, 1967’de yazmıştı. 1988’de yirminci yılında ek tezlerle tamamladığı kitabındaki birçok düşüncesinin ne kadar doğru çıktığını görmüştü. Debord’un önemi, kapitalist üretim tarzını, artı değer sömürüsünü göz ardı etmeden kapitalist toplumun gerçekleşme biçimi, hayatı ele geçirişi ve ideolojik etkinliği üzerine zengin çağrışımlara açık tezler ortaya koymasıdır. Onun, “gösteri toplumu” kavramıyla açıklamaya çalıştığı bu toplumda bütün insanlar seyirciye indirgenmiştir. “Sansür asla bu kadar mükemmel uygulanmamıştı.”[xiii]der, Debord, bu toplumda, “Gösteri üç gün boyunca bir şeyden bahsetmediği zaman o şey hiç var olmamış gibidir.”[xiv]
Hamdi Koç’un işportacı diliyle 599 sayfa boyunca Mesut’un ağzından sürdürdüğü uzun monoloğu, Debord’un şu “gösteri” tanımında bulmak ilginç: “Gösteri, mevcut düzenin kendisi hakkında verdiği kesintisiz söylev, onun övgü dolu monoloğudur.”[xv]Diyalog bozulmuş, monolog dayatılmışsa orda despotizm vardır. Postmodern edebiyat insani güzellik ve değerleri yıkıma uğratan bir despotik monologdur.
İnternet ağları ve taşınabilir telefonların yaygınlaşmasıyla her saniyemiz, medyalaşmışken, şu tezi, günümüz toplumunu, 30 yıl önceden daha iyi tanımlamaktadır: “Çünkü artık ne agora ne de genel topluluk mevcuttur; ne de aracı kurumlarla ya da özerk kuruluşlarla, salonlarla, kahvehanelerle, bir işyerinin işçileriyle sınırlı topluluklar kalmıştır; insanların kendilerini ilgilendiren gerçekleri tartışabilecekleri hiçbir yer yoktur çünkü kendilerini medyatik tartışma ve onu nakletmek üzere örgütlenmiş güçlerin ezici varlığından asla uzun süre kurtaramazlar.”[xvi]Debord’un konumuzu yakından ilgilendiren bir başka tezi de şudur: “Gösteri karşıtı olup ün kazanmak hemen hemen olanaksız hale gelmiştir. Ben, bu şekilde ün kazanmış son canlı örneklerden biriyim; ve üstelik asla başka bir konuda ün sahibi olmadım. Ama bu da son derece şüpheli bir hale geldi. Toplum gösteri toplumu olduğunu resmen açıkladı. Gösteri ilişkilerinin dışında kalarak tanınmak, zaten toplum düşmanı olarak tanınmakla eşdeğerlidir.”[xvii] Böyle bir toplumda, gösteri dışından yazıp çizmeye çalışan bizlerin sesi duyulmaz. Bizim tariflerimize göre “skandal” olan bir şey, düzenin olağan işleyişidir. Baksanıza, ödül veren seçici kurulun kitabı okumadığından, onu başyapıt ilan eden ünlü yazarın, okumadan bu kanıya vardığı gerçeğine ulaştık. Yine de gösteri bizi de kapsamaya başladı ki, gerektiği ölçüde şaşıramıyoruz.
İnsanı iyiye ve güzele taşıyan yazarlar
Sait Faik’in ölümünden kısa süre önce yayımlanan “Kayıp Aranıyor” romanında, Konsolos Vildan Bey, “-Anlıyamıyorum, kendimi çok zorluyorum, anlıyamıyorum. Niçin, neden bugünkü kitaplar… bizim gençlerinki olsun, Fransız yazıcılarınınkiler olsun insanın hep kötüsünü, hayatın çirkin tarafını, ümitsizliği, hiçliği, boşluğu konu olarak alıyor. Hep kötüler mi var? Dört bir yanımız sefalet, hastalıkla mı çevrili? Her gördüğümüz zalim, katil, egoist, hasut, kindar, yarı deli ahlâksız mı?”[xviii]diye tepki gösterir. Sait Faik, edebiyattaki bozulmayı evrensel ölçekte görüyordu. Roman kahramanının tepkisiyle uyarıcı olmayı denemişti. Ama bu bozulmanın günümüzdeki ölçüde olmasını tahmin edemezdi. Bizim 1950’lere kadar çok güçlü, gerçekçi, insani ve toplumsal haksızlıklara duyarlı bir edebiyatımız vardı.
Cengiz Gündoğdu, “Estetik Kalkışma”da, bu tür bozulmuş bir edebiyat anlayışıyla yazılan yapıtları, “insan yetisinin yanlış kullanımı”[xix] olarak niteler. “İnsan yetisinin böylesine boş, yanlış kullanımına gerçekten üzüldüm. Nesneleri olayları böylesine karışık kullanmak ancak insanın becerisidir, insanın yetisidir. Koyu, çok koyu bir yabancılaşmayla olabilir bu. Böylesi yapıtları ‘kuramlarla’ açıklayanlar da koyu, çok koyu bir yabancılaşmanın içindedir.
İnsanın kendine, insana, topluma yabancılaşmasının tatsız sonuçlarını bu yapıtlarda açık seçik gördüm.”[xx]der. Gündoğdu’nun bu değerlendirmesini “Çıplak ve Yalnız” kitabı için de yapabiliriz. 12 Eylül’le kurulan gösteri toplumunun vitrinine çıkarılan bu tür yazarları ve kitapları eleştirmen, kuramcı demagojileriyle yüceltenlere de uygun bir değerlendirmedir bu.
Oysa gerçekçi yazarlar, en kötü insanın bile, koşullar değişik olduğunda düzeleceğine inanırlar. İnsana ve topluma iyimserlik ve umutla bakarlar. Sait Faik’in “Medarı Maişet Motoru” romanındaki şu bölümceye Cengiz Gündoğdu dikkatimi çekmişti: “Motorun sahibi sarhoş herifin biridir. Biridir ama sevilmeye layıktır. İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz.”[xxi] Orhan Kemal de, insana böyle bakar, herkesin suçlu dediğinde insani bir damar bulur ve bize gösterir.
Gerçekçi yazarlarımız roman ve hikâyelerini insanın iyi ve güzel yanını geliştirmek için yazarlar.
Sait Faik’in roman kişisi Vildan Bey, sanatçıdan iyilik ve güzellik bekler: “O bize doğruyu, güzeli, hayali ama olacak bir hayali, hiçbir işareti gözükmeyen, daha doğrusu bizim göremediğimiz, olmak üzere olanı vermeli. Ne çıkar kötülüğü, şeytanı, çirkini, gayri tabiiyi tasvirden.”[xxii] der. Vildan Bey ne kadar az da olsa insanın sevgi ve iyiliğinin övülmesinden, edebiyatta işlenmesinden yanadır.
Günümüz postmodern yazarları, bunun tersini yaparlar, insanı bir bataklığa mahkûm etmekten sanki hastalıklı bir haz duyarlar.
Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında, insani duyarlığıyla, dünya edebiyatında eşine az rastlanır bir sahne vardır. Köse Hasan, hasta ölüm döşeğinde, köse Topal’ın işçilere kiraladığı handadır. Tuvalete gitmek ister ama kalkıp gidecek gücü yoktur. Topal’dan yardım ister, o ise aybaşında alacağı oda kirasının peşindedir. Yardım etmediği gibi, Hasan’ı tersler. Bu sırada, romanın en lümpen kişisi, yankesici, ezilmiş, suçlu Hidayetin oğlu gelir. Köse Hasan’ı tuvalete götürür ve kendi başına yapamayacağını anlayınca bir çocuk gibi ona yardım eder. Orhan Kemal, romanın en kötü kişisine, en insani davranışı yaptırır.
Onlar, Orhan Kemal ve Sait Faik soyundan yazarlar, insanı severler, insanı hep güzele ve iyiye kavuşturmak için uğraşırlar. Ben onların bu yaptığına, insanı temize çekmek diyorum. Onlar, insanı temize çekmek için gece gündüz demeden yazdılar, nice güçlük içinde umut ve öfkelerini yitirmeden ürettiler. Bugün eğer birazcık iyi ve güzel kalmışsak, gösteri toplumunun karşısında direniyorsak, bunda onların büyük emeği vardır.
Nâzım Hikmet’lerin, Sait Faik’lerin, Orhan Kemal’lerin, insanı temize çeken bir edebiyatın çocuklarıyız biz. Umut ve öfkemizin kökleri onlardadır.
B. Sadık Albayrak
[i]RenéGirard, “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat”, s. 33, çeviren: Arzu Etensel İldem, Metis yayınları, 2011, İstanbul.
[ii] Selim İleri, “Öldüğü Halde Hâlâ Mutsuz”, Radikal Kitap, 28.08.2013, yazıya şu internet adresinden ulaşılabilir: // SELİM İLERİhttp://kitap.radikal.com.tr/Preview/372264
[iii]A.g.y.
[iv]A.g.y.
[v]A.g.y.
[vi]Selva Trak Ulupınar, http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/1045-hamdi-kocun-ciplak-ve-yalnizi-bittiallahsukur-felek-ve-akide-iyi-geceler-31866
[vii]A.g.y.
[viii]A.g.y.
[ix]A.g.e., s. 35
[x]GuyDebord, Gösteri Toplumu, s. 137, çeviren: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı yayınları, 1996, İstanbul.
[xi]A.g.e., s. 137
[xii]A.g.e., s. 131
[xiii]A.g.e., s. 137
[xiv]A.g.e., s.136
[xv]A.g.e., s.19
[xvi]A.g.e., s. 135
[xvii]A.g.e., s.134
[xviii]Sait Faik, Kayıp Aranıyor, s. 22, Varlık Yayınları, 1953, İstanbul
[xix] Cengiz Gündoğdu, Estetik Kalkışma, s. 830, İnsancıl Yayınları, 2012, İstanbul.
[xx]A.g.e., 830
[xxi] Sait Faik Abasıyanık, Medarı Maişet Motoru, s. 21, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, İstanbul
[xxii] Sait Faik, Kayıp Aranıyor, s. 23