Syriza, Birleşik Haziran, Türkiye’nin halleri, değiniler…
OCAK 015

Syriza, Birleşik Haziran, Türkiye’nin halleri, değiniler…

 

BÜYÜK ŞEHİRDEN İZLENİMLER

Birkaç haftalık Ankara seyahatimin düşündürdüğü bazı şeyleri birkaç yazıda paylaşmak isterim. Önem sırasına değil, aklıma geliş sırasına göre kaleme alıyorum.

 

(1) Büyük kente girince ilk göze çarpan şey hayatın giderek daha sentetik bir hal alması. Reklam tipleri çok göze batıyor. Mutlu insanlar, aileler reklam panolarında iğreti duruyor. Üç kuruşluk bir avanta (reklamlarda veya kutu kapaklarında avantaj deniyor) için yol kenarlarında sırıtıp duruyorlar. AVM'lerde dolaşan bir insan tipi türemiş ve bu yapılar insanı ezen boyutlarda. Bir gece sinemaya gittik. Koca salonlarda beşer onar kişi ya var, ya yok. Çıkınca, birkaç ayak sesinin yankılandığı hangar gibi sonsuz ve boş koridorlardan geçip yarı karanlık otoparka ulaşılıyor. Korku filmi gibi. Nerede insanların neşeyle sokaklara döküldüğü eski Ankara. Kentler insanları ezen boyutlara vardıkça hayat çirkinleşiyor.

 

(2) Siyasette herkes yalana devam ediyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Örtülü konuşuyorlar, niyetlerini saklıyorlar. Bazı şeylerin ifade edilmesinin zamanının gelmediğini düşünenler de var. Aslında bunlar çok daha önce dökülmeliydi. Sonuçta her şey ortaya çıkacak ama bazı şeyler için çok geç olacak. Kimileri de, her şey yıkılacak ama bizden bilmesinler diye susuyor. Ne fark eder. Mühim olan yıkılacak olması mı yoksa görüntüyü kurtarmak mı? Hayatın kendisi her şeyi açığa çıkaracak tabii ama zaman yitiriliyor.

 

(3) İktidarıyla, muhalefetiyle, on milyonlarca hırsızın desteklediği rejime KLEPTOKRASİ demek gerekir. Diğer siyasi nitelemeler ancak tamamlayıcıdır. Bu ortamda hiçbir siyaset veya ideoloji hırsızlığı azaltamaz. Sadece şekil değiştirir. Muhalefet partileri hırsızlığa ortak olduğu için yönetimin alternatifi yoktur. Bir süre daha böyle gidecek.

 

(4) Bari yıpratmayalım denilen Birleşik Haziran Hareketi (ki isim de son derece uygunsuzdu zaten) çoktan ölmüş. Esasen amacı muhalefetin gazını indirmekti. Şimdi bunu bile yapamayacak. Yamalı bohçadan ne olur ki? Pazarlıkla başlayan ilişkiler sağlıklı olabilir mi? İşin aslını bilmeyen samimi kişileri uyarmayı vicdani görev addetmek gerekir. Kimlerin, ne amaçla bu işlere karıştığını biraz düşünseler derim. Vallahi hayret ki ne hayret.

 

 

 

(5) Çok farklı etnik bölücüler aktif görünüyorlar ama karşılarında biriken tepkiyi nasıl hesapladıklarını bilemiyorum. Sanki bunu istiyor gibiler. Kavga olsun bir şeyler çıkar diye umanlar bakalım ne bulacaklar. ...

 

İfrat karakterimizdir...

PANDÜL TEORİSİ

Eskilerden söz edince aklıma geldi. 70'lerdeki halimizi hatırladım. O dönemde de herkes uçlara savrulur dururdu. Bir tartışmaya başlayınca iki taraf hızlı adımlarla akıl dışına çıkar, ithama girişir. Örneğin günümüzde de iki kişi bir sorunu tartışmaya başlasa, birinci dakikada birbirlerini kuyrukçu ve teslimiyetçi, ikinci dakikanın sonunda da faşist ve uşak olmakla suçlarlar. Böylece farklı çözüm arayanlar da uçlara itilmiş olur. Düşmanlık başlar. "Yetmez ama evet" sırasında olsun, Kürt sorunu ele alınırken olsun ne kavgalar ettik. Her konuda aşağı yukarı böyle.

Öte yandan yabancı vakıflardan, sözde STK'lardan para alarak işe karışanlar da az değildir hani. Bu karmakarışık ortamda kanca takacak kişi bulmakta zorluk çekmezler. Hainlik bir ithamdan ibaret değildir yani.

Buna rağmen, tartışmada aşırıya kaçmayı hepimiz yaptık, çoğumuz hala yapıyoruz. Ben de bunun dışında değilim. Çoğu insanın siyasetten uzaklaşmasının nedenlerinden birisi bu yaklaşımın yaygınlığıdır. Yirmi adım içerisinde çözüm aramak yerine ikinci adımda düşmanlık. Öfkemize hakim olamıyoruz, istisnalar hariç.

Akla kara, ya bizdensin ya onlardan mantığından geçmeyen kimse yoktur bu topraklara. Sonra, bazı kişiler bunu kısmen aşabilir ama zaten etkili olamazlar. Bağımsız olmak ise bir nevi günah gibidir.

Bunun büyük bir zararı tarafların olumlu ve olumsuz yanlarının değerlendirilmemesidir. Böylece zayıf olanlar daha zayıf kalır, çünkü politika yapamazlar, farklı gruplar içerisindeki iyi unsurlarla bağ kuramazlar. Sadece küçük gruplar içerisinde kemikleşir ve bağırıp çağırmakla kalırlar. Herkesi iterek politika yaptığını sanma zavallılığı. Bu nedenle ittifak arayışları da sunidir ve kalıcı örnek yoktur. Bu anlayış başarısızlığa mahkum eder. 80 küsur politik parti ne demek. Temelde bu kadar farklı görüş olabilir mi? Bunu aşamadan başarılı olunabilir mi?

Şimdilik halimiz budur vesselam!

 

 

Demokrasi için sevinçli haber ama fazla havaya girilmese iyi olur... Başlıca dertleri ürettiklerinden fazla tüketmek...

KOMŞUDA PİŞSE DE BİZE DÜŞMEZ, MUHTEMELEN ONLAR BİLE YİYEMEZ ...

Bazı kişiler Yunanistan seçimleri sonunda neredeyse "sevindirik" oldular.  Bu eski bir hastalık. Hatta bundan Türkiye için hisse çıkarmaya çalışanlar bile var. Onlar yaptıysa biz niye yapamayız filan.

Önce şunu söyleyelim. Buradan Türkiye için hiçbir sonuç çıkmaz, sadece komşumuzda demokrasinin gelişmesinden sevinç duyabiliriz, o kadar. Bambaşka ülkeler, halklar, çok farklı kültürler.

Ayrıca,

Sol koalisyon bu seçimi ekonomik kriz nedeniyle kazandı. Ayrıca, hiç de gerçekçi olmayan bir program ve vaatlerle kazandı. Uygulama planı olduğuna dair bir işaret de yok. Şimdi acı ilaçları içmenin sırası gelmişken, kitlelere o refah vaatlerini  sağlayamaz. Hatta muhtemelen durum daha da kötü olacaktır, şayet programından büyük tavizler vermezse.

Krizin kaynağı zaten ülkenin sürekli olarak ürettiğinden fazla tüketmesiydi. Ürettiğiniz kadar tüketin denilince celallendiler. Eee! peki, borçlanmayı daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz? Almanlar çalışacak siz her gece tavernada... Buna daha ne kadar izin verecekler bakalım!!!

İhtiyacınız olan (ya da öyle sandığınız) kaynak başkasının elindeyken size istediğini yaptırmazlar. İstedikleri gibi sıkıştırırlar, manevra alanını daraltırlar. Kapitalist sistem kredi mekanizmasıyla yürür ve o mekanizma büyük devletlerin ve uluslararası mali sermayenin elindedir. Sistemin sınırları içinde kaplanı bile kedi gibi uysallaştırırlar. Syriza'nın sistemin dışına çıkması ise düşünülemez bile. Bu, reformizmin çıkmazı ve trajedisidir.

"Avrupa'yı titreten adam," "korkuya kapılan batılı liderler" gibi başlıkları atanlara gelince, ya hain bir planları vardır, ya da akıllarını peynir ekmekle yemişler. Liderler Syriza'nın ne uysal kedi olduğunu herkesten iyi bilirler. Komşuda pişer bize de düşer diyenlere de sessizce pısıp oturmak düşer. Sonuçta "onların onda biri kadar oy al da öyle gel konuş" derlerse ne yapacaksın? (Yani tepem atmıyor değil bazen.)

Bu arada birkaç konuda dikkatli olmak gerekir:

(1) Syriza'yı geçen yüzyılın sol kavramlarıyla düşünmemek ve değerlendirmemek gerekir. Orada şimdi başka bir gerçeklik var, solu da farklı olacak elbet. Ayrıca zamanla birçok sol grup arasında yeni ayrışmalar olacak. Syriza'nın sorunları ve sonuçları tartışmaları artıracak.

(2) Gene de tabanda neo-liberal politikalar nedeniyle çok yoksul düşmüş olan halk kesimlerine yararlı bazı işler yapabilirler.

(3) Aslında kaynak için tek çıkar yolları gelir dağılımını değiştirmektir ama bunun siyasi bedelini ödeyebileceklerini hatta göze alabileceklerini bile sanmam.

(4) Uzun vadede herkes ürettiği kadar tüketir. Bunun dışında tek yok, alınmış olan eski borçların üzerine yatmaktır. Syriza zaten (batının şımarık çocuğu olarak) tekrar buna çalışacak ama yerler mi bilemem.

(5) Bu olay batının denetiminde, en azından kısmi markajında olmasaydı bu kadar rahat çalıştırmazlardı.

İzleyelim bakalım...

 

Esas soru şudur: "kim ödeyecek?"

KAMU YÖNETİMİ

Yunanistan seçimlerinin yarattığı dalgalar Ege'yi boydan boya geçip Anadolu kıyılarına çarpıyor. Türkiye'nin demokrat kesimi, her zamanki abartısıyla bu sevince ortak olmaya çalışıyor. Onların sevincine fazla su dökmeyelim. Birkaç gün kendilerini iyi hissederlerse bunun kimseye zararı olmaz, yeter ki sonradan çok dilhun olmasınlar.

Öte yandan,

Komşuda iyi şeyler olursa elbette ki çok seviniriz. Ama sütten o kadar çok ağzımız yandı ki, üflemeden edemiyoruz. Bunlar bir tarafa, bu vesileyle kamu yönetiminin temelleri üzerine birkaç kelam edelim.

İster yerel yönetimler, isterse de devlet olsun, temel sorun toplumun ortak masrafları kimin ödeyeceğidir. Giderler nasıl karşılanacak. Herkes daha çok ve daha çok hizmet isterken, eğitim, sağlık, güvenlik, adalet, altyapı, temizlik, enerji, çevre düzenlemesi, ulaşım, savunma, emekli maaşları ve daha birçok konu için çuvallarla, hatta kamyonlar, tırlar, gemiler dolusu para gerekirken, bunu nasıl bulacaksınız.

Esas gelir her zaman vergidir. Herkes bundan kaçar. Ciddi devletler az kaçırtır. Giderlerini karşılar.

İkincil kaynaklar, bazı işletmecilik gelirleri, harçlar vs. vardır ama bunlar devede kulak kalır.

Tarih boyunca kamu işlerinde angarya da uygulanırdı ama bunu son olarak Çin komünistleri 1958'de "İleriye Doğru Büyük Atılım" sırasında yaptılar. 10 milyon kişi açlıktan ölüp felakete uğrayınca uygulamadan kalktı. Belki Kamboçya'da filan da olmuştur.

Sonuçta her devlet günün birinde istikraz, yani borçlanmaya baş vurur. Bu, gelecekteki gelirleri bugünden harcamaktır aslında. Bedeli faizdir. Uzun vadede ülke zenginleşir, anaparayı da faizi de rahatça öderiz diye umulur ama bu nadiren gerçekleşir. Faiz ödemeleri birçok ülkeyi iflasa ve bağımlılığa sürükler. Bazı ülkelerde, örneğin ABD'de iflas, eyaletler ve kent belediyeleri için söz konusudur ama federal devlet iflas etmez, çünkü hem ülkenin geleceğine duyulan güven yüksektir hem de dolar dünyada rezerv para olarak değerinin çok üzerinde itibara sahiptir. ABD egemenleri, mali sermayenin mülkü olan Federal Rezerv sayesinde istediği kadar para yaratır ve hazineye borç verip faizini tüm halka ödetir.

Her ülkede en önemli sorun vergi yükünün nasıl dağıtılacağıdır. Sağcı yönetimler sermayenin vergi yükünü azaltır ve "çok paraları olunca yatırım yapacaklar, hepimiz zenginleşeceğiz" diye meşrulaştırmaya çalışırlar. Daha sosyal demokrat olanlar ise vergi yükünü daha eşit dağıtmaya çalışırlar.

Vergi yükündeki değişiklikler aniden gerçekleşmez. Olursa bu ihtilal anlamına gelir. Gelir dağılımı altüst olacak demektir. İhtilal yoksa bu tedricen yapılır. ABD'de muhafazakarlar yeni politikaları otuz küsur yıla yaydılar. Diğer ülkelerde de böyledir. Vergi oranlarında ani ve büyük değişikler beklenmez.

Şimdi gelelim Yunanistan'a,

Burada sorun rahata alışmış bu halkın masraflarını kimin ödeyeceğidir. Zart zurt ederek fon bulunmaz. Ruslar 1920'lerde açlık ülkeyi bitirirken dış kredi peşinde koşup buğday ithal ettiler. Yani, efelikle olmuyor. Normal olarak bir ülkede borcum yıllık GSMH'ye oranı % 50 olursa alarm zilleri çalar, % 100 kriz demektir. Yunanistan bu eşikleri çoktan aşmış, % 175 ile dünya rekoru kırmıştır. İstediği kadar yeniden yapılandırsın, bunun altından kalkılmaz. Katı gerçek budur. Yunan halkı bunu bir şekilde ödeyecektir. Ödemezse "helal olsun, borcu verenler düşünsün" derim ama bunu yapabilir mi? Hadi bakalım.

 

İdeoloji  ve siyaset çok sonra gelir

ESAS SORUN KÜLTÜRLE İLGİLİDİR

Türkiye'de toplumcu siyaset çok uzun zaman önce tıkandı. İdeolojiler ve ideolojik yanı ön planda görünen toplumcu siyasetler toplumdan dışlandı ve giderek marjinalleşti. Şimdi hepsini toplasan yüzde biri ya bulur ya bulmaz. Bunun yetersizlik ve beceriksizlikten tutun da samimiyetsizliğe ve büyük ölçüde dış denetim altına girmesine kadar objektif ve sübjektif sayısız nedeni var. Ancak, tüm bunların ötesinde temel sorunumuz kültüreldir.

 

Toplumcu hareketlerin bir kısmı, özellikle daha militan kesimi Türkiye siyasetini daha en başından itibaren cendereye almış bulunan doğu-batı ikilemini göz ardı ederek kendi yok oluşunu hazırlamış, İslami hareketlerin gelişmesini sadece uzaktan, adeta Londra'dan veya New York'dan izler gibi seyretmiştir. Halbuki Tanzimatçılardan başlayarak Namık Kemal'e, Mehmet Akif'ten Ziya Gökalp'e kadar Türk siyaset zeminini hazırlayan herkes İslamiyet'in ve Avrupa karşısında kendi medeniyetimizin mahiyetini tartışarak işe başlamıştı. Bu, batının nesini alacağız, kendimize ait hangi değerleri muhafaza edeceğiz tartışmasıyla birlikte yürüdü ki günümüzde de İsmet Özel'den Hilmi Yavuz'a, Cemil Meriç'ten Sezai Karakoç'a kadar pek çok tartışmacısı olmuştur. Elbette, bunun kavramsal yapısı da çok sorunludur. Kültür, medeniyet, hars gibi kavramlar ve milliyetçilik ile din ilişkisi gibi konular tanımlanmaya ve birçok kez yeniden tanımlanmaya ve toplumun üzerinde ayakta kalacağı zemin tespit edilmeye çalışılmıştır. Bizim medeniyetimiz neydi veya medeni dünyanın neresinde duracaktık, zaten üzerimize gelmiş, içimize girmekte olan batı medeniyetini nasıl karşılayacaktık. Toplumcu düşünce bu konularla son derece az ilgilenmiş, eleştirisini ve ideolojik mücadelesini de ilgili zeminde yapmamıştır. Hatta neredeyse hiç yapmamış, tek tük yapmışsa da yaygınlaştıramamıştır. Böylece nüfusun ezici çoğunluğuyla bağını yitirmiştir. Bu işler ezberle olmuyor. Bir İslami toplumda bu konuda kapsamlı ve ciddi analiz yapmayan "toplumcu" kesimin en ufak bir gelecek umudu olamaz.

 

Bir batı düşüncesi olan Marksizmin en büyük zaaflarından birisi, bu tür sorunları gündeme almamasıdır. Bu nedenle İslam ülkelerinde 1960'larda yaygınlaşan bu akım günümüzde sadece kalıntılardan ibarettir. Örneğin sol, bir zamanlar yönetmeye aday olduğu Filistin direnişinden neredeyse tasfiye olmuştur. Öte yandan ekonomi de önemlidir kuşkusuz ama iş bununla bitmez. Sonuçta, tüm ekonomik ve siyasi olaylar ülkenin içinde bulunduğu kültürel iklime göre şekillenir. Örneğin, İran ile Türkiye'nin batı karşısındaki tutumlarını karşılaştırsak bunu daha rahat izah edebiliriz. Buna Çin, Japonya, Kore'yi de katabilirsiniz ve devam eder.

Şimdi ortada birçok başka sorun daha var. Örneğin, İslamcılarla diyalog olanağının zorluğu, hatta olanaksızlığı. Osmanlıların son zamanında bu diyalog daha bir mümkündü, çünkü günümüze göre daha açık yorumlara sahip olan Müslümanlar hiç de az değildi. Günümüzde çok daha katı bir İslamcılık öne çıkarıldı (parasıyla gelip hakim olduğu da ilave edilmelidir, 73 krizinden sonra trilyonları bulan petrodolarların bir kısmı Suudi sarayları, bir kısmı da Vahabbiliğin yayılması için kullanıldı). En tutucu İslamcı düşünürlerden biri olan Seyyid Kutub'un "İslamcılığın kendine özgü düşünce dünyasının ancak kendine özgü bir kavramsal çerçeve ile oluşturulabileceği" görüşüşü yaygınlaştırılmıştır. Bu yaklaşım içerisinde diyalog olanağı kalkmaktadır çünkü söz konusu kavramsal çerçevenin kullanılması bizim için olanaksızdır. Hatta, Gazali konusunu bile tartışmak olanaksızdır -denemiş olan varsa bilir- çünkü bu kesim kavramsal çerçevesinin zedelenmesine tahammül edemiyor. Buna karşın İslam'ı günümüz medeniyeti içerisinde yeniden tanımlamaya çalışan sayısız düşünür de iş inanç konusuna gelince çıkmazda kalmaktadır, çünkü İslam dünyası batı karşısında bağımsızlığını yitirmişken, gene de inanç dışında analiz yapamıyorlar. Hatta, -en azından bu açıdan- laikliğin önemini de görmezden gelmek zorunda hissediyorlar. Radikal örgütler ise batının yıkıcı politikalarına daha çok hizmet ediyor.

 

İslam dünyası batının saldırıları altında yıkılırken bunu kendi İslami medeniyet tasavvurları için bir fırsat gören (ve görmeyen) güçleri tanımak ve buraya yönelmiş taban içerisindeki unsurlarla diyalog yollarını bulmak gerekir. Öyle bir durum var ki, emperyalizm, anti-emperyalist potansiyeli kullanarak yıkıcı politikalarını uygulatıyor. Bunu geniş kitlelere anlatabilmek gerekir. Toplumcu politika, şayet ciddi şekilde yapılacaksa, öyle yapılmalıdır. Bu da önce kültürel sorunların anlaşılmasından ve çözümlenmesinden geçer. Bir doğu toplumuna yapıştırılmış, adeta ödünç duran batıcılıkla bir yere varılmıyor. Doğuculukla da yıkım önlenmiyor, hatta yıkıma alet olunuyor. Anlaşılacak ve anlatılacak olan budur. AVM koridorlarında gezinen, namazını metro mescidinde kılan İslamcı kitlenin geçmiş kültürüyle bağları koparılmış mıdır? Ya da nasıl yeniden şekillenmektedir? Hangi gelenekte yaşamaktadır. Gözü neyi görmekte, kulağı neyi duymaktadır? Kendisini nasıl tanımlamaktadır? Ve tabii, batı karşısındaki ikircikli tutum ve dışlanma, ulus yıkıcılığı, çağdaş hayat ile İslam'ı bağdaştırma konularında ne kadar zorlandıkları, ikircikli ve açık durumlara düştükleri ve hepsinden önemlisi birey olarak kendilerini nasıl tanımladıkları, nasıl bir gelecek tasarladıkları gibi konular da var.

 

Kültürel sorunlar çözülmeden siyaset yapılamaz. Yapmaya kalkanlar sadece iş olsun diye kendilerini aldatırlar. Tabii, siyasetin başka koşulları da vardır, o başka.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
yorumlar ... ( 6 )
25-02-2015
25-02-2015 12:31 (1)
Sn Akad başka ortamlarda da yazılarınızı takip eetmeye çalışıyor ve çok yararlanıyorum.bu güzel yazınız için de teşekkürler.dbo
25-02-2015 20:17 (2)
Sn. Akad, saptamalarınıza tamamıyla katılıyorum. İslamcı kitlenin "birey olarak kendilerini nasıl tanımladıkları, nasıl bir gelecek tasarladıkları" nı soruyorsunuz. Yanıt, sorunu da tanımlıyor zaten: öyle bir tanım ve tasarıları yok ki. Kendilerini birey değil, ümmetin parçası bir mümin olarak görüyorlar. Ve daha önemlisi, bu dünyaya ait bir gelecek tasarlamıyorlar. Müminlere vaad edilmiş cennet ki -bunun da ayrı katmanları vardır-, onlar için tek motive edici unsurdur. Fakirlik, yokluk, yoksulluk, acı çekme, zorluklara dayanma, boyun eğme, çilecilik vs. bir nevi ibadet olup, sevap kazandırmakta, bu da cennete kabulü sağlamaktadır. Kadere isyan etmeme, tevekkül, sabır, rıza gibi dinsel argümanları dünya işlerine uygulayıp, bir de zamanın hükümdarına uyma, biat gibi unsurlarla birleştirince işte size, dinsel motiflerle kolayca yönetilebilir kıvama gelmiş mükemmel bir kitle! Bizde olan budur. Aynen Mısır'da olduğu gibi. Oran her iki ülkede de %50'de dengeye ulaşmıştır. mh
25-02-2015 20:17 (3)
"Ürettiğinden çok tüketme" denilince aklıma geldi. Aşağılık politikacılar var; çoğu da sağcı! Ülkeyi borca batırarak, sahte, geçici refah ile insanları aldatan. Pislik Finans-Kapital gibi, insanları geleceğe borçlandırıp, geleceğini çalanlar. Tüketimi kışkırtıp, saçma sapan "oyuncaklar" için borç verenler. Yağmacı bir insan tipi egemen olan; çocuklarından, tabiattan çalarak sefil ömrünü eğlence ile yaşamak isteyen; öldüğünde arkasında çekirgelerden arta kalan tarlalar gibi bir ülke-dünya bırakacak. İşte Sol'da bu tüketimci, bencil kültüre çok açık bir savaş açmalıdır. Din meselesine gelince, Din, siyasal-toplumsal hayatta belirleyici olamaz! Bundan taviz verilemez. Bu yüzden 1000 yıl iktidar olunmayacaksa da olunmasın! Kaldı ki, gerçekten erdemli bir seküler ahlakı taşıyan, seküler bir merhamet-acıma-diğerkamlığı taşıyan Sol; işlerliği bulunan tutarlı bir ekonomik politika üreten; parti-örgüt içinde de tahakküm ve hiyerarşiyi reddeden "samimi" bir özgürlükçü sol başarılı olacaktır.OG
26-02-2015 17:51 (4)
Bence AKP'ye oy veren kesimlerin "mütedeyyinliği" konusunu taken for granted almamak gerek. Bugün bir AKP adayının seçim afişini gördüm: REFERANSIM ALLAHTIR diyor. Şaka falan değil, internetten kolayca bulabilirsiniz. Şimdi bu adaya AKP tabanından tepki gelmemesi nasıl açıklanabilir? Bakara - makara falan buna benzer birçok olay yaşandı. Ben belki tepki çekecek fakat gerçekten Türkiye'de "samimi" olarak inanan ve müslüman olan çok az insan olduğunu düşünüyorum. Hatta AKP'ye oy vermeyenler arasında "samimi" inançlı müslümanların oranı çok daha yüksek olabilir. Allahı kendisi için referans veren birine oy verenleri ne kadar cahil olurlarsa olsunlar müslüman olarak kabul etmek veya müslüman oldukları için bunlara oy verdiklerini kabul etmek bizi yanıltır. AA.
04-04-2015 20:29 (5)
15-16 Haziran Olayları (1970), Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü (1991) gibi, Gezi (2013) de, ortaya çıktığı gibi kaldı, bir devrime yol açmadı. Eskiden 10 yılda bir askeri darbe olurdu, demek her 20 yılda bir de, toplumsal sabrın bardağı taşıyormuş. mh
28-06-2015 22:56 (6)
büyüksün kapitalizm! el peniziyle gerdeğe giren hellen medeniyetinin gadasını alıverdiler. birleşik sol hareket diye, umut diye parlatılan, cilalanan maymunların da kendisine karşı hiçbir fonksiyon gösteremeyeceğini bir kez daha kanıtladı. zaten bu maymun sürüsünün iktidara getirilmesinin de "sol düşünceye karşı medyatik bir ölümcül darbe" planı dahilinde olduğunu düşünmekteydim. Avrupa'da bir nesil daha artık soldan ve solculardan umudunu total olarak kesecek şekilde koşullanır. neymiş? zeytin ihracatıyla peynir gemisi yürümüyormuş. turizm de nihayetinde Alman'ın, İngiliz'in "bu sene Ibiza'ya kaydırdık" demesiyle balon oluverirmiş. drahmi de gitti. tüh ki ne tüh. ulusal egemenlik bir sefer gitti mi bir daha gelmiyor işte. syriza güzellemecileri nerelerde acaba? Mehmet Haşim
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210905
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.