Edebiyatı çürük Türkiye’nin siyaseti de çürük - Aklın vıcıklaşması (4)

Siz roman okumayacak, öyküye ilgi duymayacaksınız, ama siyasette pek doğru

durduğunuzu sanacaksınız. Mümkün mü böyle bir şey? Veya roman denince piyasada rağbet gören ne kadar çer çöp varsa onlara ilgi duyacaksınız, ama ülkenin niye böyle felakete sürüklendiğinden yakınacaksınız!

Romana, öyküye, şiire yatırım yapalım, bu alanda sağlam bir çizgi oluşturalım, bu çizgiye yakın edebiyatçılarımızı destekleyelim… Her şey yoluna girmeye başlar… DEMİYORUZ.

Her şeyin diyalektik bir bütünlük içinde bileşik kaplar yasasına uygun geliştiğini söylüyoruz. Siz felsefeden anlamayacak, müziği bilmeyeceksiniz ya da bilim nedir, bilimsel yöntem nasıl bir şey diye sorulduğunda bir paragraflık düzgün 

yazı yazamayacaksınız... Sonra sağa sola siyasi nutuklar atacaksınız! Bazı insanlar bunu yerler. Ama hayat yemez.

Felsefe, sanat, edebiyat, bilim, gündelik yaşam alışkanlıkları, yediğimiz içtiğimiz, konuşmamız, davranışımız, ilişkilerimiz… Bir bireyin de toplumun da düzeyi buralardaki niteliğiyle özdeştir.  

Kalitesiz bireyler ve onlardan oluşan toplumlar sadece kör savaş yapabilirler. Yaptıkları kör savaşın hiçbir zaman galibi olmaz, daima yenik düşerler. Cahil, karakterini yitirmiş toplulukların ne milletlikleri millete benzer, ne toplulukları topluma benzer.

Siyasi bir polemik oldu mu balıklama dalan, ama edebiyattan bahsedildiğinde fellik fellik kaçan ya da edebi yazıları sadece düşmanına bir yumruk çalmak veya dostuna bir öpücük göndermek için okuyan bir toplumuz.

Romandan anlamıyoruz, bilimden alabildiğine uzağız ama siyasette pek yamanız! O yamanlık işte böyle bombok bir toplumu ortaya çıkarıyor.

O yüzden burada dört alanda çırpınıp duruyoruz. Tek ereğimiz insan kalitesini biraz artırmak. İnsan, potansiyeli zaten yüksek bir canlı değildir, ama bugünkü kadar da asla düşük değildir. Onu şimdiki çukuruna hapseden sağıyla soluyla egemen ideoloji. Bu yüzden o ideolojilerle savaşıyoruz.

 

İYİ ROMANIN ÖLÇÜTLERİ 

“Fethi Naci’nin Roman Eleştirisinde Yöntem ve Ölçütler” adlı çok eski bir yazımı burada genişleterek, eksilterek, bazı eklemeler yaparak temel alıyorum. Bu yolla kendi görüşlerimi de anlatacağım.

"Ben hayatımda okumadan tek kitap hakkında ne konuştum, ne de yazdım..."der Fethi Naci. Bu sözde kinaye var. Okumadan kitap eleştirme alışkanlığı geçmişte de varmış herhalde; fakat son yıllarda okumaksızın kitap tanıtma, eleştirinin önüne geçti; pa­zarlamacı yazıcılık rahatsız edici boyutlara ulaştı. F. Naci, yalnızca beğendiği kitapları değil, beğenmediklerini de eleştirdiğini yazar. Burada kinayenin üzerine çıkar, eleştirmen­lerin yalnızca beğendikleri eserleri ele almalarını eleştirir. Gerçekten de, işin kurumsal saygınlığı açısından, eleştirmenlerin yüz yüze tanıdıkları yazarların ürünlerini kayırmadan ele almaları, ayrıca hiç tanımadıkları yazarların ürünlerini de istekle eleştirmeleri gerekir. 

 

Önemli bir nokta daha vardır eleştiri anlayışında. Bir romancı onun gözüne girmişse, bu yeri ancak bir sonraki romanına dek korur. O roman da iyiyse öteki romana dek. Yazı­lan son roman kötüyse önceki övgüler sayesinde olumsuz eleştiriden kurtulamaz. F. Naci'nin bonkör övgülerini kazanan birçok tanınmış romancı, daha sonraki eserlerinde form düşüklüğü göstermişlerse, aynı eleştirmenin yargıları karşısında düş kırıklığı yaşa­mışlardır.

 

F. Naci Nurullah Ataç'ı takdir eder. Eksik bulduğu yönlerini ortaya koyarak. Ataç'ın, okuduğu eserler hakkında genellikle "beğendim" ya da "beğenmedim" deyip konuyu kapattığından, "eleştirel yaklaşımdan uzak oluşu"ndan, "çözümlemelerden kaçınışı"ndan bahseder. Fethi Naci eleştirisi ise çok yönlü ve çözümleyicidir. Bir eseri az sonra sıralayacağım ölçütlerin tamamı açısından inceler. Çok beğendiği bir eser, bazı yönlerden kötüyse bunu saklamaz. Örneğin Tanpınar ve eserleri hakkındaki kimi yazılarını okuyanlar, bazı şeyleri ne kadar sert eleştirdiğini görünce şaşırırlar. Çünkü F. Naci'nin 1981'e dek çıkan romanlar içinde en çok beğendiğini söylediği yirmi kitaptan üçü Tanpınar'ındır.

 

 F. Naci romanı çok ayrıntılı, titiz okur, "yer, yutar". Ölçütlerin tüm maddeleri açısın­dan; imla, dizgi yanlışlarına dek. Çok ayrıntılı okuması, bazen eleştirilmesi gereksiz nokta­lara takılmasına da neden olabilir. Örneğin, bir romanda, anlatılan köyde on hane bulun­duğu yazıldığı halde, romanın başka bir yerinde aynı köyün nüfusunun yüz on bir olduğu söyleniyormuş... F. Naci bunu eleştiriyor. (Doğudaki bir köyde bir hanede ortalama on bir kişinin yaşaması gerçeğe uygun değil mi?)

Şimdi ölçütlerini inceleyelim. Ölçütleri saptamak ve kullanmak da bir yerde yöntem sorunudur ama, yine de ayrı ayrı maddelerde incelemekte yarar görüyorum:

Beğendiği iki roman hakkındaki yargı özetleri, kullandığı ölçütlere genel bir bakıştır aynı zamanda: "...kişilerinin canlılığıyla, ayrıntıları kullanmadaki ustalığıyla, olay örgüsündeki mükemmelliğiyle, mahalli renkleri vermedeki üstün başarısıyla, sosyal gerçeklikle insani gerçekliği tam bir uyum içinde, dengeli olarak yansıtmasıyla eskimeyecek, tazeliğini sürdürecek bir roman." Bir başkası hakkında: "...Özgün konusuyla, gerçekçiliğiyle, ayrıntı­ları kullanmadaki ustalığıyla, insanlara bakışındaki sevgiyle, insanlardaki değişme gücüne inanışıyla ve toplumsal yergisiyle ...in en başarılı romanı."

Konuyu daha da açalım:

Toplumsal durumla (gerçeklikle) roman arasındaki ilişki: F. Naci bir romanı, anlattığı ve yazıldığı dönemin toplumsal gerçekliği içinde değerlendirir. Bu gerçekliği ne kadar başarıyla yansıttığı ya da yansıtamadığı üzerinde durur, önemli kitaplarından biri­nin ismi de o yüzden “Türkiye'de Roman ve Toplumsal Gelişme"dir.

Romanın gerçekliği: "Sanat, gerçekliğin alelade kopyası değildir, bu gerçekliği aşmak, değiştirmek çabasıdır..." der F. Naci. Onun için gerçekçilik biçimsel bir tutum değildir: "Gerçeklikleri en iyi biçimde anlatabilmek için çeşitli anlatım olanaklarını deneye­cekler elbet. Deniyorlar da..." der ve "yeni biçim araştırmaları"nın öneminden söz eder. Başka bir yerde şöyle yazar: "Bir romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele." Yine şöyle der: "Balzac'ın kralcı oluşu toplumsal gerçekliği nesnel gelişmesi içinde verme­sine nasıl engel olmazsa, Nahid Sırrı'nın Sultan Hamid’den yana olması da toplumumuzun belirli bir tarihsel kesitini bütün gerçekliğiyle yansıtmasına engel olmamış."

Fethi Naci'nin önem verdiği gerçekçilik toplumsal gerçekliği vermek, olay örgüsünde romanın iç gerçekliğine uymak değildir sadece. En az bunlar kadar önemli olan "psikolojik gerçekçilik "tir. Başka bir deyişle "insancıl gerçekliği yakalamak "tır. Gerçekçilikte ona göre "sol yanılgı" "olumlu tip kaygısı", yani olumlu tipin mutlaklaştırılmasıdır. Ayrıca yazarın çözüm yolları göstermeye memur edilmesidir. Böyle bir şey romancının "ne görevidir, ne de üstesinden gelebileceği bir iş!" Naci, bir romanı "insanlardan değil, olaylardan yola çıkan bir roman" diye eleştirirken üzerinde durduğu şey psikolojik gerçekçiliktir. Romanın kişileri "yaşayan insan" olmalı, "ete, kemiğe bürünmeli"dir. Romanda bunu göremezse ünlü bir romanı eleştirdiği gibi, "Bu memleketten olup olmadıkları şüpheli bir yığın kuk­lanın boy gösterdiği beyhude 714 sayfa" der. Solu eleştirdiği yanılgıya, sağın da düştüğü­nü görür: "Yazarın tezi, romana, kişilerin özelliklerini böylesine önceden belirleyecek denli egemen olursa, eserde sergilenen karakterler ve yaşamları, romanın kendi mantığı ve öz­gür gelişimi içinde akıp gitmez, yazarın komutası altında uygun adım yürürler." Naci, bu konuda öylesine dikkatlidir ki, romandaki belli kişilikteki bir kahramanın belli bir durumda romanda yazıldığı gibi düşünüp düşünemeyeceğine kafa yorar ve bazen bu ayrıntıya ilişkin ciddi yanlışlar bulur.

Romanı roman diliyle yazmak: "Önemli olan romancının dilidir, bir dil 'yazınsal dil'se, söylenenler 'roman'ı oluşturmuştur. Söylenenler edebiyata özgü biçimde söylenme­mişse, bir roman en yüce idealleri dile getirse bile, ben o romanı 'edebiyat eseri' say­mam." F. Naci romanda "felsefe yapmak, büyük laf etmek merakı"na karşı çıkar.

Örneğin Kemal Tahir’in birçok romanı, Attila İlhan romanları ona göre iyi roman değildir. Çünkü romanda önemli olan roman atmosferinin kişinin zihninde yaşamasıdır. Ama bizde romanı da siyasi kitap olarak gören o kadar çok okur var ki, herhangi bir roman içinde yaşamda öyle olmayacak, o havanın gerçekliğini bozan uzun söylevler verilmesini bu kesim yadırgamaz. Kitabın başına “siyasi anlatı” denilse belki bazıları güzel kitaplardır, ama roman değildirler. F. Naci o yüzden Vedat Türkali’nin “Güven “romanını da beğenmemiştir. Bence “Güven” bir yarı belgesel anlatı olarak iyi bir kitaptır. (İçindeki cinsellik gerçeklik dışı abartılı olmasa “çok iyi kitap” da denebilir hatta.) Ama roman olarak iyi değildir.  

 

Dilde de gerçekçi tutum ister. Örneğin bir romanda "köylülerin Öz Türkçe sözcüklerle" konuşmasını yadırgar. Fethi Naci iyi romanın olabildiğince Öz Türkçe yazılmasını isterdi. Eski sözcüklere karşıydı. Gerçi Öz Türkçeciliği aşırı değildi, ama bu konudaki tutumu hayli katıydı. Bence yazar hangi sözcükleri seçerse seçsin zamane okurun genel dil kullanımına uygun yazmalı. Hem kitabını olabildiğince fazla kişiye okutmak, hem onların daha kolay anlamasını sağlamak ve hem de -belki en önemlisi – eserin canlılığına katkıda bulunmak için. O nedenle eski sözcüklerin aşırı kullanımı da, Öz Türkçe ve alışılmamış kelimelerin aşırı kullanımı da bana ters geliyor. Görebildiğim kadarıyla okurun genel eğilimi de böyle. Ama F. Naci’nin belirttiği gibi metin içinde Öz Türkçe sözcükleri istediğiniz kadar kullanın, ama kimsenin bilmediği sözcükleri hiç değilse diyaloglarda kullanmayın.  

 

Romanda "günlük şeylerin başarıyla anlatılması" önemlidir. Günlük yaşamı ve kişileri başarıyla anlatmak için de "ayrıntılar" gereklidir. Fethi Naci’nin romanda en çok önem verdiği şey ayrıntılardır, desem, "en" sözcüğünü abartılı kullanmış olmam. Ancak F. Naci gerektiği kadar ayrıntıdan yanadır, ayrıntıların mutlaka bir işlevi olmalıdır. Yoksa eser "ayrıntıda boğulur". (Buna C. Gündoğdu eleştirisinde de değinmiştik. Her ayrıntıya bir işlev bulma saplantısı da ayrı bir aşırı uçtur, bizi ayrıntı avcılığına götürür ki, onun sonu gelmez.) Beğendiği bir romancı için "Anlattığı çevrenin ekonomik, toplumsal yapısını bütün ayrıntılarıyla bilir, ama bu geniş bilginin romana girmemesi gereken büyük kıs­mını yazmamak ustalığını gösterir, ... yazdığının roman olduğunu hiçbir zaman unutmaz" diyerek yaptığı değerlendirme tüm romancılarda aradığı önemli bir niteliği açığa vurur.

F. Naci olay örgüsünde, verilen bilgilerde, kişilerin özelliklerinde, tarihlerde vs. ken­dini gösteren dalgınlıkları yakalar. Tekrarlardan hoşlanmaz, ister yanlışlık sonucu olsun, ister okuyucuya güvensizlikten kaynaklansın. Hatta bir romancının farklı iki eseri içindeki yinelemeleri bile doğru bulmaz. "Sanatçı, yalnız başkalarından değil, kendinden de inti­hal yapmaz."der. Okuyucuya güvensizlik nedeniyle gereksiz açıklamaları da yerer.

 

Yine dönelim dil sorununa: Roman dili olarak değil bu kez, anadilin iyi kullanımı anlamında. Yaşanan dil bunalımına şöyle tepki gösterir: "... hiçbir ülkede görülmeyen bir 'mucize', Türkiye'de sık sık görülüyor: Anadilini öğrenmeden ünlü şair, ünlü yazar olmak Türkiye’de mümkün!" Naci romanda temiz bir dil ister. Dil yanlışlarını bulup çıkarır ve bunların sayısı belli bir düzeyi geçmişse o roman hakkında olumsuz yargıya varır. Deyim yanlışlarını açığa çıkarıp dile kural dışı katkıları hoş karşılamaz. "Yatağımda dolanıp duracağım," diye yazan bir romancıya, "Yatak değil, sanki Harran Ovası" diyerek tepki gösterir. Dillerinde yaratıcılıklarının gelişmesi açısından romancılara şiirle uğraşmalarını önerir, ama romanda "şairane söz etmek merakı"nı güzel bulmaz. "Işığın­dan utanmış ve görünmez olmuştu güneş" ya da "kolalı yakasının, ipek kravatının üstün­de, paslı bir makas gibi asılı duran gülümsemesi..." türünden "süslü anlatım"larla dalga geçer.

Dil konusuna yine bir ekleme yapacak olursak: Edebiyat eserini bilimsel eserden, akademik bildiriden ayıran şeylerin başında dil hüneri gelir. Gerçi bir bilimsel eser veya akademik bildiri zengin ve renkli bir dille kaleme alındığında daha çok ilgi uyandırıyor, savını daha iyi öğretiyor. Ama yine de akademide dilin renkliliği, canlılığı olmazsa olmaz koşul değildir. Ama edebiyatta olmazsa olmaz bir koşuldur.

Herhangi basit bir olayı anlatmak var, anlatmak var. Aynı olayı biri anlatsın, konunun ne olduğunu biraz çıkarırız, ama tam içine giremeyiz, yaşayamayız, aklımızda iyi yer etmez. Başka biri anlatır, kendimiz yaşamış gibi oluruz, içimize işler. Edebiyat, edebi anlatım işte budur.

Dil yanlışları konusunda da hassas olmak, ama çok katı olmamak gerek zannımca. Çünkü iyi bir editör ve düzeltmen bunların çoğunu ortadan kaldırabilir. Bir eserde çok yanlış varsa, o kitabı çıkaran yayınevinin ortaklaşa bir yanlışıdır bu, ama esas sorumluluk elbette yazarındır. Yine de sıkça yanlış yapıp diliyle renkli bir dünya kurabilen yazarlara da rastlanır. Ama yanlış ne kadar az ise (hiç olmaması mümkün değildir pek) o kadar iyidir, çünkü bunlar balığın kılçıklarıdır. Tadı azaltır, geçişi zorlaştırırlar.

Ne var ki yazar özellikle bir şey düşünerek yazmamışsa bozuk cümleler, anlamı dışında hatalı kullanılan sözcükler yazarın kendi kalesine attığı gollerdir. (Şu ortamda bunu kaç kişi bulacak, kim değerlendirecek?) Medya el birliği ile dili o kadar bozdu ki, bol dil yanlışı yapan Orhan Pamuk veya Ahmet Altan gibilerin starlıklarına leke getirmiyor böyle şeyler.  

Akıcı, renkli, canlı dil ise bambaşka bir şey. Bir yazar, demin söyledik, dili iyi bilen bir akademisyen gibi son derece düzgün bir dille yazabilir eserini baştan sona. Ama anlatım çok yavan olabilir. Bu konuda ölçüt geliştirmeye çalışanları biliyoruz. Örneğin eserde kullanılan kelime sayısını ölçmek dilin zenginliği hakkında bir fikir verir. Ama sadece fikir verir. Aynı kalınlıkta birer roman yazan iki yazardan 7 bin sözcük kullanan bir bakarsınız ki tatsız tatsız anlatıyor, 5 bin sözcükle yazan ise çok daha heyecanlı anlatıyor…

Biçim, biçem sorununa gelince: F. Naci biçimsel arayışları dikkate alır. Yazarın kendine özgü bir roman yapısı, bir üslup, anlatı tekniği yaratmasını önemser.

Mizahı başlı başına romanın gücünü arttıran bir öge olarak görür. Ancak onun

sevdiği mizah "Gogol'ün, Çehov'un mizahıdır." Zorlamaksızın, yazarken âdeta kendiliğinden doğan mizah...

Romanın dayandığı yaşantı: Fethi Naci roman diline ulaşamamış, romana özgü iç gerçekliği yaratamamış, yazarın gerçek yaşamı üzerine kurulmuş eserleri tutmaz. Fakat "masa başı romanı" dediği, kitabi bilgilere dayalı romanları da pek sevmez. Onun daha çok sevdiği, "büyük yaşam deneyimiyle" yazılan, ama yazılırken roman olduğu bir an bile unutulmayan eserlerdir.

Romanın bakış açısı ve Fethi Naci'nin taraflılığı: 'Sosyalizmin insanoğlunun yarattığı en güzel gerçekleşebilir düş olduğuna, dünyanın gençliği olduğuna inanıyorum ” der usta. Yanlılığını edebiyatta da yeri geldikçe belli eder: "Kurulu düzenden yana olmak gerçek korkusuyla birlikte gider. Sağ ideolojiyle beslenen eserler toplumsal gerçekliği yansıtamaz; gerçeklik adına, hayal güçleriyle uydurduklarını ya da gerçekliğin tahrif edil­miş biçimlerini ileri sürmek zorundadırlar." Edebiyatın, edebiyatçının sorumluluğuna inanırken Sartre'ın şu sözünü alıntılar: "Yazarın görevi de hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürememesini sağlamaktır." Bu yüzden romanlarda kapitalizmin övülmesini gerçekçi ve güzel bulmaz. Bir yazarın "küçük burjuva dünyasını mümkün olan tek dünya göstermesi"ni eleştirir. Başka bir ro­man kişisinin bireyciliğini, "yaşam biçiminin onu yıkıma götürmesi"nden söz ederek eleştirir. Romanda direnen insanların anlatılmasına hasrettir. Örneğin direnen işçilerin, bilinçli işçilerin anlatılmasına... "İnsanın gücüne" inanan, "iyiliğe, vefaya" inanan yazar­ları sever. "Gençlik hareketlerinin eleştirisi"nin teslimiyetçi bir görüşle sonuçlanmasını çirkin bulur. Aydınların bir bütün olarak "umutsuz, karamsar, boş vermiş, bezgin" gösterilmesini haksız görür.

"Biliyorum ki, bu romanı okuyan bütün dürüst insanlar, romanın anlatıcısı ... gibi 'acının ve haksızlığın yürürlükte olmayacağı bir yönetim için ant içmek' isteyecektir. İşte edebiyatın soylu etkisi." Böyle der F. Naci. Başka bir yerde, "Bilime, sanata, kültüre karşı bir yönetimde, tek değer ölçütünün ‘para’ olduğu bir yönetimde, edebiyatçılarımız görevleri konusunda yeniden düşünmek, 'hikmet-i vücutları' konusunu yeniden tartışmak zorundadırlar." diye görüş belirtir.

F. Naci sanat eserlerini daha çok sattırmaya yönelik küçük oyunları teşhir eder: "...bir yılda kaç tane gerçek yazın değeri olan roman yayım­lanıyor? O zaman romanı sattırmak için 'gerçek yazın değeri'nin yerini başka şeyler alacaktır. Şimdilik bu 'şey'in cinsellik sömürüsü olacağı anlaşılıyor."

 

Evet, geldik ölçütler bölümünün sonuna. Sonuç olması, toparlayıcı olması bakımın­dan F Naci'nin bir yazardan alıntıladığı şu öznel yargı aktarılabilir: "Bir kitabı okuyup bi­tirince sizde ruhça bir yükselme olmuşsa, hiç çekinmeyin, o kitabın büyük bir eser olduğunu söyleyebilirsiniz." Ya da Fethi Naci'nin kendi öznel ölçütü: Bir romanı yeniden okumak isteği içinizde doğmuşsa, o roman iyi bir romandır. Görüldüğü gibi bu iki ölçüt de kişiden kişiye çok değişecek ölçütler. Siz yine de toparlayıcı bir cümle istiyorsanız ölçütler bölümünün başında F. Naci'den yaptığım iki alıntıyı okuyun.

 

Fethi Naci'nin, "Türkiye'de roman yok" saptaması geniş yankı yapmıştı. Aslında o, "Evet Türkiye’de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar", demişti. "Türk romanları için ayrı ölçüt, batı romanları için ayrı ölçüt kullanamayız artık: ikisi için de ölçüt tek ve aynı." demişti, yani ölçütlerin evrenselliğini vurgulamıştı ki, bence tümüyle haklıydı. Bir de şu var: Türkiye'de futbol gelişiyor. Öyleyse romandan neden ümitli olmayalım!

Romanlıları açık yürekle eleştiren Fethi Naci'ye benden de açık yürekli iki eleştiri:

Birinci eleştirim şu: Fethi Naci, "Fethi Naci'nin taraflılığı" başlıklı

bölümde dile getirilen, sanatın, romanın işleviyle ilgili ölçüte hiç de uymayan bazı roman­ları da övüyor. Başka bir deyişle direnen, seven, olumluya doğru değişen insanın anlatılmadığı, insani değerlerin öne çıkarılmadığı, bireyci anlayışların mutlaklaştırıldığı, insanı ruhça yüceltmeyen kimi romanları da beğeniyor. Neden bunu yapıyor peki? Kendime sorduğum bu soruya, yazılarını dikkatle okuyup, birbiriyle karşılaştırınca tümüyle olmasa da büyük ölçüde doyurucu bir yanıt buldum: O da şu: Yazının başında önemle üzerinde durmuştum. F, Naci eserleri bir ya da birkaç ana madde açısından değil, tüm maddeler açısından değerlendiriyor. Diyelim bir roman ideolojik yönden kendisine pek yakın değil. Bu durumu eleştiriyor ve eserin puanını kırıyor. Fakat aynı roman, başka bazı maddeler açısından çok güçlüyse, onu sevmekten kendini alamıyor ve bunu yazmaktan çekinmiyor. F. Naci yukarda da ifade edildiği gibi romanın ayrıntılarına, iç gerçekliğine, roman diline, yapısına, tutarlılığına büyük önem veriyor. Her yönüyle dört dörtlük romanların çıkmadığı, (ya da pek az çıktığı) ülkemizde bakış açısını pek sevmediği bazı eserleri, eğer teknik­leri güçlüyse takdir etmekten kaçınamıyor. Bu durum mesleki sorumluluk ve edebiyat sev­gisi açısından yorumlanıp, olumlanabilir.

 

Ben yine de, gerek sol, gerek liberal okur kesi­minin pek beğendiği Tutunamayanlar, Aylak Adam türünden eserlerin, anlamayanların  da anlayacağı gibi daha açık eleştirilmesinden yanayım. Yani güzel ve çirkin yanlarının daha açık seçik ifadesinden... Bu, hem ölçütlerin netleşmesi açısından önemlidir; hem de hesaplı bir tavırla geniş okur kesimlerine seslenebilecek tarzda eserler üretmek ve basmak şeklinde kendini gösteren pazarlamacı anlayışlara daha fazla taviz verilmemesi açısın­dan...

İkinci eleştirim: Fethi Naci'nin çok büyük oranda doğru bulduğum yukarda özetlenen genel roman, genel sanat anlayışının etkinliği, ülkede her geçen gün daha da azalıyor. Bu durum elbette Fethi Naci’nin kabahati değil, genel toplumsal, politik gelişmelerin bizim alanımıza yansıması. Eleştirim ya da sorum şu: Fethi Naci bu olumsuz gidişe daha etkin bir tavırla karşı duramaz mıydı? Duramaz mı?  

 

Ara eklemeler dışında bu yazıyı 1997 yılında yazmışım. Ve şimdi, şu anda geldiğim noktada romanları ya da öyküleri değerlendirmek için daha pratik başka bir genel sınıflamaya gidebilirim.   

Yapısal anlamda kötü, ideolojik olarak da kötü eserler… Ahmet Altan kitapları, Orhan Pamuk’un ilk üçten sonraki romanları, Ayşe Kulin, Ahmet Ümit vb…

Yapısal anlamda kötü (şu yukarıdaki yapısal teknik özellikler bakımından) ama ruh hali ve felsefesi bana yakın eserler: Bunlara üzülerek kötü eser diyorum. Her yıl basılmış veya dosya halinde birkaç böyle eser okuyorum.

Yapısal anlamda iyi, ama ruh hali, yazarlık ideolojisi bana uzak veya ters eserler: Adalet Ağaoğlu’nun bazı kitapları böyle örneğin benim için. Tutunamayanlar böyle. Orhan Pamuk’un ilk üç kitabı böyle. Elif Şafak da aynı kategoriye girebilir, (sadece iki kitabını okudum, son kitaplarını bilmiyorum, merak etmiyorum).  Keza Latife Tekin… Aslı Erdoğan, Hüsnü Arkan… İhsan Oktay Anar, Mahir Ünsal Eriş, Şükran Yiğit… Hepsinin gönlümdeki yeri aynı değil elbette, bazıları çok uzak, bazıları sadece uzak…

Yapısal anlamda iyi, ruh hali de bana uygun, daha önemlisi yazarlık ideolojisi bana uygun eserler. Bana uygun derken ideolojik-siyasi çizgilerimizin aynı olması gerekmiyor.  (Cemil Kavukçu mesela). Yazarın dünyaya karşı az çok dürüst olması, dışa, değişik insanlara açık olması, onlardaki güzel yanları ortaya çıkarmaya çalışması, yazının içtenliği, yazarlık dürüstlüğü vb vb… O eserlere canı gönülden güzel eser diyebiliyorum.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül, yazar ve sanat camiasından Ahmet Telli, Ahmet Ümit, Ahmet Vehbi Vakkasoğlu, Alev Alatlı, Ayşe Kulin, Beşir Ayvazoğlu, Canan Tan, Çetin Tüzüner, Doğan Hızlan, Enver Ercan, Fatma Barbarosoğlu, Feyza Hepçilingirler, Haluk Dursun, İskender Pala, Kürşat Başar, Metin Celal Zeynioğlu, Mustafa Armağan, Müge Çakır, Mümin Sekman, Nazife Şişman, Selim İleri ve Tuna Kiremitçi gibi Türkiye'nin kendi alanlarında öne çıkan isimleri ile birlikte; sabah saatlerinde Ankara'dan havalanan Türkiye Cumhuriyeti TC-GAP uçağı ile Şanlıurfa GAP Uluslararası Havaalanı'na geldi. Şanlıurfa Valisi Yusuf Yavaşcan ile eşi Ayla Yavaşcan tarafından karşılanan Hayrünnisa Gül, beraberindeki heyetle şenliklerin yapılacağı Balıklıgöl'e geçti..."

Eski yazılarımdan bir “parça” girmiş film arasına. O vesileyle şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bizde aydınlar genel kitle olarak hiçbir zaman “aydınlık” yapmadılar. Yazarların aydınlık yapacakları iki alan vardır. Birincisi ve asıl önemli olan eserleriyle aydınlık yapmalarıdır. Roman yazarı romanlarını piyasa için yazsın, avanak vasat için yazsın, liberal küçük adamı övsün öykülerinde, kapitalizmi aklasın öyküleriyle, ama bir imza toplandığında solcu olsun, sosyalist, hatta komünist olsun. Bunun fazla önemi yok. İşte aydın olmanın ikinci ayağı doğru siyasi duruş sergileyebilmek. Bunu bir zamanlar yığın halinde yapabiliyordu Türkiye aydını, yazarları. 68’de, 78’de yapıyordu az çok, 80’den sonra “Aydınlar Dilekçesi”yle yaptı örneğin.

Sonra bir “tatlı kapitalist yaşam” hayranlığı, Kürtçülük salgını çıktı, aydınlar kırıldı, yazarların ağzı gözü yamuldu. Bildirilerin altına imza mı atılacak, medya karşısında sokakta on dakika poz mu verilecek… bir sürü tip bulunuyordu. Ama özdeki samimiyetsizlikten olacak, o biçimsel muhalif duruş da bozuldu, bu kez iktidarın tepesindekilerle işbirliğine girmek, onlarla poz vermek modası yayıldı.    

Belirttiğim gibi Cumhurbaşkanıyla birlikte poz vermek ikincil önemde bir tutumdur. Eserleriyle düzene karşı bir yazar Cumhurbaşkanı ile oturur, konuşur, belki... O dönem için yanlıştı, ama asıl büyük yanlış bu değildi. Onlar zaten ideolojik olarak iktidarla birlikte düzeni örüyorlardı. Onlar zaten iktidardan pay kapmışlardı. Onlar zaten eserleriyle kapitalizme kapılanmışlardı. Onlar iktidardakilerle buluştuklarında zaten farklı tavırlarını ortaya koymuyorlardı. Çünkü farklı değildiler.  

SON OLARAK EDEBİYAT ÜSTÜNE KURAMSAL TARTIŞMA

30’lu, 40’lı yılların Marksist estetik kuramcıları arasındaki tartışmaları okuyun. Öneririm. Peşinen söyleyeyim, bunlardan birçok şey öğrenirsiniz, ama hiçbir sonuca varamazsınız. Tarihsel bakımdan önemli tartışmalardır, o yüzden bilmek gerekir, ama günümüze ışık tutacak çözüm bulma niyetindeyseniz ki, birçok kişi böyle okuyor, daha kötüsü o tartışmalardan derin anlamlar veya bugüne özgü sonuçlar çıkarıyor… Bu tam bir aldanma, aldatmaca kısır döngüsü.

Lukacs, Brecht, Walter Benjamin ve Adorno’nun duruşları, görüşleri, çelişkileri… Hepsi değerli, niyeti iyi üst kültürel birikimli yazarlar. Tartışmaları hep bugünkü sorunlara benzer. Sanatta duruş ne olmalı, gelişme ne yöne çizilmeli? Kitleyi nasıl etkileriz, kitleyi etkilemek ne kadar olanaklı, ne yapmalı? Hangi biçemler kullanılmalı, nelere sapılmamalı? Neyi nasıl anlatsak daha iyi sonuç alırız? Hepsinin doğru saptamaları var, ama hemen hepsinin çok ciddi açıkları da var. Sanırım bunlardan kendime en yakın hissettiğim Brecht. Ama o da başaramamış. Çünkü başarılacak bir şey yok. Bu bir süreç, bir mücadele. O yüzden estetikte kuram tartışmasının yol açıcılığı bir yere kadardır. Önemli olan eserler üretmek. O eserlerle insanların, küçük grupların veya kitlelerin bilincini yükseltmek. Tartışılacaksa her eseri ekol yaftalamasından önce, bu modernist, öteki gerçekçi, şu post-modern demeden önce, kendi başına değerlendirip tartışmak gerek. Yararlı olan bu. Kuramcıların kuramlarını bugünkü eserleri somut biçimde ele almadan tartışmak bir yere götürmez. Kuramcıların savları ancak fikir verir. Bir yığın karşıt görüş. Birisi bir konuda doğru söyler gibi, ötekisi başka konuda… Görüş birliği yok, hiçbir görüşün kendi içinde tam bir tutarlılığı yok. Bilmekte zarar yok, fayda var, ama bugün yapılan bu değil. Bunları ne çok biliyorum diye gösteriş yapılıyor ya da bilen bilmeyen alıntı yapıyor…

Sonrakiler… Eagleton, Jameson, Zizek… Bunlar tam çöp. Eskilerin güya “orijinal” tekrarları.

Bu neden böyle? Bir kere hepsi dünyaya ve sanata Marksizm gözlüğüyle bakıyorlar. O gözlük daha o yıllarda buğulanmış, hatta çatlamış. Marksizm 30’lara kadar gelişmiş, sonra donmuş, sonra gerilemiş. Hatta gerici bir ideoloji olmuş çoklarının elinde. Bir batılı entelektüel dayatması haline gelmiş. Tuzu kuru entelektüellerin hiçbir ilgileri kalmamış “işçi sınıfının ideolojisi” hakkında tonla laf üretmeleri. Ciddi bir etik sorun. Sonrakilere biraz o yüzden çöp diyorum.

Bir de Freudculuk. Son örnekler hem sözde Marksistler, hem de Freudcular. (Marksizmi ve Freudculuğu eleştirdiğim kitap çıkmak üzere. Evrim Açısından Din, Psikoloji, Siyaset… Aynı konularda bu siteden de birçok makale bulabilirsiniz.) Bu insanların yazıları sorunlara çözüm üretiyor, doğru saptamalara varıyor gibi geliyor pek çok insana. Bu bir aldanıdan ibaret.  

Örneğin Ergin Yıldızoğlu’nun estetik kuram konusundaki kitabı Köpeğin Ahlakı da ilk bakışta değerli bir çalışma gibi görünüyor, birçok şey öğretiyor insana. Tüm bu tartışmalarımız hakkında. Gerçekçilik nedir, çoğu gerçekçi gerçekçiliği nasıl anlıyor? Ekim devrimine katılan, sosyalizmi kuran Rus sanatçıların çoğu gerçekçi değildi. Rus biçimciliği, bir çeşit modernizm baskındı ilk yıllar Sovyet sanatında. Pek çok devrimci sanatçı “gerçekçiliği” neden yetersiz buluyordu? Sonra nasıl oldu da totaliter bir gerçekçilik geldi Sovyetler’e, sanatı dar bir alana hapsetti, gelişimi gerilemeye çevirdi? İyi anlatılıyor.

Ama Yıldızoğlu da, o, ahı gitmiş vahı kalmış Marksizm açısından, daha kötüsü şarlatan Freudculuk açısından, Lacan açısından saptamalara varıyor, çözümler aramaya girişiyor. Boş çaba.

ESTETİKTE TEMEL BELİRLEYEN OLARAK KİŞİLİK

“Her sanatçının doğaya ve dünyaya ayrı bir yönelimi vardır, buna göre ayrı bir sanat anlayışı vardır. Gaugin güzeli ilkelle ve barbarla özdeşleştiriyordu. Kandinsky için güzel hep naif ya da çocuksudur. Picasso güzeli her zaman bozulmuş biçimlerde, çirkinde ya da biçimsizde bulur gibidir. Her kişi dünyayı kendi bilinç koşullarına göre, kendi kişisel tarihinin özellikleri çerçevesinde görür ve gösterir. Bu tarih elbette genel olarak tarihle sarılmış ve belirlenmiştir.” (Afşar Timuçin, Estetik, BDS Yay. 1993)

Eski bir dosta çok eski tarihli bir internet mektubundan az kısaltarak:

Sevgili…

Madem işe başlarken bir anlayış birlikteliği yaratmaya çalışıyoruz, ki bu önemli, ayrıca neler düşündüğümüzü birbirimize açıklama gayreti içindeyiz; ben size sanat alanındaki duruşumu ve genel bakışımı kısa tutmaya çalışarak özetleyim:

Bir kere 6. bölümde sıkça geçen ve son paragrafta bir kez daha bahsedilen “insani iyi” kavramının her şeyi çözümler bir kavram olduğu iddiasında değilim. Ama bir totoloji veya oksimoron da değil, eğer altı bir parça doldurulabilirse. Nice kuramcılar bugüne dek sanatta güzelin, iyinin ne olduğu, ne olması gerektiği üstüne düşündüler, neler neler yazdılar... Ama puslu bir görüntü sağlama dışında hangisi gerçek bir netlik gösterebildi? İnsan için “en iyi” nedir sorusu felsefenin ve etiğin başat sorularından biri. Ben felsefe, etik ve sanatın problemlerinin neredeyse bire bir aynı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla felsefe ve etikteki “en iyi nedir” ya da “iyi nedir?” sorusu sanatın da temel sorusu.

Başka birkaç temel soru da var kuşkusuz. Marksizmin de ahlaka ve estetiğe nasıl baktığı biliniyor. Ama orada da bir netlik bulunmuyor, bin tane Marksist çıksa ortaya, bini de bu konularda ayrı şeyler düşünebiliyor.

 Yine de ben iyiyi, insani iyiyi, insan için güzel nedir sorusunu önemsiyorum. Sonuca yaklaşmaktan, sonuç bulmaktan veya varılan aşağı yukarı sonuçlardan öte ve bunlardan önce, herhangi bir insanda böyle bir soru var mı, böyle bir arayış var mı gerçeği benim için çok önemli. Bir sanatçı için keza bir felsefe problemi var mı yok mu, (tabii her şey bir bakıma soyut ve görece, burada kastettiğim ciddi bir felsefe problemi var mı yok mu... Bolca mevcut bulunan her salağın da kendine göre bir felsefesi vardır), bir ahlak problemi var mı, bir varlık problemi, ne bileyim bir sorumluluk problemi var mı yok mu, gerçeği arama problemi var mı yok mu ve bunları sanat biçimleri içinde yansıtma kaygısı var mı yok mu sorusu temel bir soru. Sonra eserin veya sanatçının sanat biçimsel düzeyi geliyor. Bu ikisi birbirinden ayrı, ama benim için sanatta olmazsa olmaz iki ön koşul.

Benim gerçekçilik anlayışım da aynı doğrultuda. Gerçekçiyim, ama gerçekçilikten anladığım tamamen bu. Sanatçının gerçeği arama, doğruyu bulma kaygısı var mı yok mu? Bulur bulmaz, yanlıştır doğrudur, onlar daha sonraki aşamada tartışılacak şeyler. İşte benim için en yüksek iyi, insani iyi (veya bu sözcükleri hiç kullanmam, başka şey kullanırım, “insani gerçekçilik” derim veya önerilen daha doğru bir şey söylerim -tüm bu kavramların yetersizliğinin farkındayım-), sanatçı toplum için iyi değerler mi ortaya koymaya çalışıyor, yeni değerler mi yaratmaya çalışıyor, puslu bulanık ortamı bir yerden delip yeni bir gerçekliği mi göstermeye çalışıyor meselesiyle göbekten bağlı. Tabii tüm bunları en yetkin bir biçimde yaparsa niyetine hizmet eder, yapamazsa niyetine hiçbir şey katmaz.

 Yine de ne dersek diyelim epeyce soyutta kalırız, belirsizlikten ne yapsak kurtulamayız. Tüm bunların tek tek örnekler üstünde irdelenmesi gerekir.

Benim çok daha somut bir kuramım var. “Karakteri İnsanın Kaderidir” üstünden bir kuram. (Heraklitos) İnsanın tüm yeğlemelerinde kişiliğinin belirleyici olduğu tezi. O kadar basit ki ve o kadar yaşanan gerçeğe uygun ve her şeyi açıklayıcı ki, bu basitliğe çoğu insan inanmak istemiyor; bunun yeni bir şey söylemek anlamına gelmediğini, hiçbir şeyi açıklamadığını, totoloji olduğunu iddia ediyor. Ne ki o aynı çoğunluk bunu zaten bildiğini iddia etmesine karşın tam tersi yönde düşünüp davranıyor. Kendi dar çevresinin, kendi kişiliğinin sorununu tüm insanlığın sorunu zannediyor.

Olgu şöyle: İnsan toplumlarında kişilik grupları var. Bilebildiğimiz on bin yıldır neredeyse hiç değişmeyen kişilik grupları. Kişilik gruplarının da bazı temel alt grupları söz konusu. Binlerce yıldır insanlığın büyük bölümü felsefeyle, sanatla, bilimle, yaratıyla yani daha üst düzey ve çileci akıl faaliyeti gerektiren alanlarla ilgilenmiyor. Toplumun dönemlerden bağımsız aşağı yukarı %90’ı yüksek (tabii o da insana göre, nispi olarak yüksek) akıl faaliyetinin dışında. Bunun sebebi siyasi rejimlerle, eğitim olanaklarıyla da açıklanamıyor. Sosyalist sistemlerde de aynı, yüksek öğrenimlilerin oranının %90’ı bulduğu toplumlarda da aynı, zengin ülkelerde de aynı. Bu sebeple hafif, popüler sanat her ülkede en yaygın beğeni toplayan akımdır ve bu değişmez. En gelişmiş ülkelerde dahi düzenli kitap okuyanlar bir azınlıktır ve onların da çoğu hafif eserleri yeğler. Toplumlardaki büyük çoğunluk insan nedir, nasıl insan olunur, toplum nasıl düzeltilir, değiştirilir soruları etrafında kafa yormaz, kafa yoranların da büyük bölümü bu doğrultuda bir eylemliliğe girmez. Bunun sebepleri insani doğal zeka yetersizliğidir, kişilik yetersizliğidir (özveri, zekayı toplumsal kurtuluş için kullanma sorumluluğu, cesaret vs. yönünden). İnsanların büyük bölümü ciddi bir zorlama yoksa iyi şeyler yapmaz. Kitleler halinde savaşa sürülebilirler örneğin, ama hapse atılmayı öngören bir yasa çıkarılmadıkça spor yapmazlar. İşte her toplumda aşağı yukarı hacmi değişmeyen bu iyi kitap okurları içinde de karakter- kişilik farklılıklarına göre alt gruplar oluşur. Kimisi eşitlikçilikçi toplumcudur, kimisi bireysel ahlakçıdır, bazısı tutucudur, bazısı dindar, bazısı marjinallikten hoşlanır, kimi gizemcidir, kimi anarşist karakterli yazıları yeğler...

 Ve biz estetik üstüne ne kuram geliştirirsek geliştirelim, bu kişilik gruplarının sınırlarını üç beş metre oynatmak dışında bir şey yapamayız. Aslında böylesine net kuramlar geliştirilememesinin de başat nedeni söz konusu insani belirsizlik ve insani kişilik farklılıkları gerçeğidir. Derin kişilik farklılıklarını gözetmeyen bir siyaset veya sanat kuramı ne kadar yetkin olursa olsun bana dalları çıkmamış bir ağaç gibi görünüyor. Açıkçası ben eğer bir müzik eseri, bir film, bir roman kişiliğime uyuyorsa, kişiliğimdeki bazı yanlara sesleniyorsa onu güzel bulurum, yoksa bulmam. Tüm dünya bir romancıya bu adam muazzamdır dese, hatta o kişi solcu, devrimci şucu bucu olsa, yazısındaki bazı noktalar sinirimi bozmuşsa, benim değerlerime ters gelmişse onu sevemem. Bunca kuramsal kitap okumuş ve nesnellik iddiasındaki ben böyleysem siz sıradan okuyucuyu düşünün. Onlar tamamen kişiliklerine hoş gelip gelmemesine göre yargıda bulunurlar. Yargıda bulunurlarken de ne araştırır ne düşünürler.

Bugün sizinle bir iletişim içindeysek ve bu ülkedeki birkaç bin kişi dışında kalan 70 milyon insan bu tartıştığımız sorunlara tümüyle yabancıysa, bunun nedeni kişiliklerimizin belli noktalarda adam akıllı çakışması, ötekilerle ise hiç uyuşmamasıdır. Ve buradan bir birlikteliğe adım atamayacaksak, sebebi kişiliklerimizdeki aykırı noktaların ağır basması olacaktır. Tüm bunları büyük oranda ne eğitimle, ne sosyal çevreyle, ne ülkedeki solcu sayısıyla, ne iletişim - medya - yayın olanaklarıyla açıklayabiliriz. İnsan tümüyle yetersiz bir türdür ama, neredeyse alt tür diyebileceğimiz familyalara ayrılmış bir türdür.

Ancak daha da somutlamak ve insani iyinin altını biraz daha doldurmak açısından ilave koşul istiyorsanız, şunları söyleyebilirim: Sanatta anti kapitalist duruş bugün “insani iyi”nin olmazsa olmaz demeyeyim, olmazsa güzelliğin ortaya çıkışını çok çok zorlaştıracak bir koşuldur. Arkası gelir: Sanatta piyasa ahlakına karşı durmak; sanata büyük sermaye medya müdahalesine karşı durmak; kabul edilmiş, bize yakın, bizim kişiliğimize yakın insanların kabul ettiği insani değerleri savunmak, geliştirmek. Ve bunlar kadar önemlisi yalnız kalmak pahasına gerçeği, sadece gerçeği aramayı ve söylemeyi ilke edinmek, yeni bir şeyler söylemeyi ilke edinmek. Eğer bir roman değerlendiriyorsak da bunları doyurucu ve tutarlı bir kurguyla, düzgün doğru ve olguyu iyi anlatır bir dille, yaşayan karakterlerle, okuyunca okumaktan pişman ettirmeyecek bir güzellikle aktarabilmek. 

 Umarım, bu gerçeklik bu kadar açıksa, bize ne düşüyor o zaman; insan değişmezse, kişilik grupları aşağı yukarı sabitse, siyasette, felsefede, sanatta niye uğraşıp duralım, diye sormazsınız. Tüm bunlardan sonra bana en çok yöneltilen soru. Sormayacağınızı umuyorum ama sorarsanız cevabım açık ve o da pek uzun tutmaz.

Mektup böyle. Bu dost o soruyu sordu mu sormadı mı, kayıtlarda yok. Ne cevap verecektim, tam hatırlamıyorum. Estetikte temel bir kategori olarak kişilik ve estetik konusunu Yanılmanın Gerçekliği kitabında örnekler üstünden incelemiştim. (1995)

Biz siyasette siyasi mücadele verir gibi görünürüz. Doğrudur, yüzeyde baskın olan budur. Ama aslında kendi kişiliğimizin kavgasını veririz. Alttaki temel gerçek budur. Yapmamız gereken asıl şey de, bu temel insani gerçeği bildikten sonra insanı yükseltecek taktik ve stratejileri ona göre geliştirmektir.

Biz sanatta bir şeylere güzel, bir şeylere çirkin deriz. Aslında kendi kişiliğimizin güzelliğini veya karşıt kişiliklerin çirkinliğini anlatmak isteriz. Biz sanatta da kişiliklerimizin kavgasını veririz.

İnkar edilen veya hafifsenen bu gerçek temel gerçektir. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir, ama asıl ve daha önemlisi kişilik mücadelelerinin tarihidir.    

Kaan Arslanoğlu

(Dizi bitti sayılır, bir sonraki, eklemeler içeren, çıkarsa sorulara yanıt veren son bölüm olabilir.)

Facebook
yorumlar ... ( 15 )
26-02-2016
26-02-2016 13:12 (1)
"Romandan anlamıyoruz, bilimden alabildiğine uzağız ama siyasette pek yamanız! O yamanlık işte böyle bombok bir toplumu ortaya çıkarıyor." tespitini üzerine alınacak kişi sayısı artsa en azından artacağına dair en küçük bir işaret görülse, ülke ve dünya için daha umutlu olabilirdim sanırım. Ne yazık ki durum böyle değil. kısmet, artık önümüzdeki maçlara / hayatlara bakacağız. bu dünyadan, bu anlamda pek umut yok :) özgür coşar
26-02-2016 18:05 (2)
Çok yararlandım. Teşekkür ederim. Resul Buğdaycı-Mersin
26-02-2016 19:19 (3)
Siyaset konusunda da nitelikli olunduğunu zannetmiyorum. Toplumsal analizlerden uzak günlük bakış açılarına göre siyasi değerlendirmelerde bulunuluyor. Gezi siyaseti ilgi alanı haline getirdi. Getirdi getirmesine de yapılan siyasi değerlendirmeler nitelikten uzak. Romandan anlamadığımız gibi siyasetten de anlamıyoruz. Yazınızdaki insan potansiyeli zaten yüksek bir canlı değildir saptamanıza da katılıyorum. Son olarak bir sorum olacak. Vedat Türkali'nin romanlarında cinselliği abartılı kullanmasının nedeni nedir? ç.
26-02-2016 19:22 (4)
On numara beş yıldızlı yazı diye yorumunu başlatan arkadaş, isminizi belirtmezseniz, maalesef yorumunuz yayımlanmayacak. Saygılar. Müdüriyet.
26-02-2016 23:03 (5)
Yazınızın bu son kısmını Martin Eden'ı baştan okumuş kadar beğenerek okudum. İnsanı kelimelerle tanımanın en iyi yolu has edebiyattır. Felsefenin hem pratiğidir hem beylik olmaktan kurtaran eğiticisidir. Has edebiyatla uğraşan insan siyasi görüşü sığ bile olsa, bir başka insana kolay kolay zarar vermez. Yalçın Küçük en azından bu konuda haklıdır. Ezel Parsa
27-02-2016 11:37 (6)
Sanat ve edebiyat tek başına sorunları çözmez, ama zaten başka şeyler de çözemez. Öte yandan bunlar çağımızda azaldığından korktuğum "vicdanlı insan"ın oluşumunu sağlar ki, en önemli toplumsal işlevi budur. Keza, sanat ve edebiyat toplumsal işlev için yapılacak şeyler de değildir. O işlev bir yan sonuçtur. Buna rağmen toplumsal önem taşır. Birçok şey düşündürten güzel yazınız için teşekkürler. Mehmet Tanju Akad
27-02-2016 15:19 (7)
Elinize sağlık Sn Arslanoğlu, çok boyutlu, zenginleştirici yazınız; upuzun bir yoldan gelen ve etraftaki kaynakların da karışarak büyüttüğü bir pınardan su içip soluklanıp etrafa bakmak gibi... Son kısımlardaki bakışınız bir bakıma determinizm denebilir mi? Sormayın yazdığınız kısma gelene dek sorum oluşmuştu bile, mücadele niye?:)) Hoş, ben de ana meselenin kişilik mücadelesi olduğuna inanıyorum uzun zamandır. Bununla birlikte, insanın önce kaderinin (kader derken kastım, içine doğduğu coğrafya, din, kültürel-toplumsal ortam, genleri, dünyaya gelirken sahip olduğu beden ve aklı) karakterini daha sonra karakterinin de kaderini belirlediğini ve bunların daima etkileşim içinde olduğunu/olacağını düşünüyorum. Bu bakışın ise er ya da geç değişime ve dolayısıyla umuda olanak tanıdığını... Saygılar. Mine M.
27-02-2016 20:42 (8)
Kaan Bey bir solukta okudum, elinize sağlık diyorum. Okumak önemli ama ne okuduğunuz da önemli. ben sizin MEB'nın belirlediği okunması gereken 100 temel eser hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum. Deniz Can http://benolmedenkitap.blogspot.com/2015/07/olmeden-once-okunmasi-gereken-100-temel-eser-meb.html
28-02-2016 10:03 (9)
Genel olarak yazılarınızı beğeniyle okuyorum. Bu yazınızı da beğenerek okudum. Beyninize, yüreğinize ve elinize sağlık. Güzel bir çalışma ve emek ürünü olmuş. Çok yararlandım. Lakin yazının daha derli toplu bir versiyonuna da ihtiyaç vardır diye düşünürüm. Yine de çok teşekkürler. Orhan Eraslan
29-02-2016 13:31 (10)
"Siz roman okumayacak, öyküye ilgi duymayacaksınız, ama siyasette pek doğru durduğunuzu sanacaksınız. Mümkün mü böyle bir şey?" Kaan hocam, inanın saatlerce konuşup , sayfalarca yazsam, alıntı yaptığım cümlelerinizin etkisine ulaşmazdı. Kısa bir anektod; sosyal medyada bir dostumun paylaşımının altında,yorumlarımızla güzel güzel tartışıyoruz. Tek bir hakaret yok.Arkadaşımın arkadaşı olduğunu düşündüğüm ama tanımadığım bir hanım arkadaş "Ağzınıza solculuğu filan alıp ta o değerlerimizi kirletmeyin" yazdı. Şaşırdım doğal olarak ve sinirlendim. Bir kadının sadece sosyal medyada yorumlarını okuduğu , üstelik yakın ortak arkadaşları olması muhtemel bir adama (bana) "pis, kirli ağzınızla-dimağınızla- solculuktan söz etmeyin " şeklindeki hakaretini yadırgadım. Yaptığının farkına varmasını sağlamak için "önce bi gargara yap sonra konuşalım." filan gibi birşey yazdım.Eczacıyız neticede. Ama hanımefendi "Ne gargarası ağzını mı toplasan yazdı" özelden.Ona kendi kabalığını dolaylı ....
29-02-2016 13:31 (11)
kendi kabalığını anlatmak için bu şekilde yazdığımı söyledim ama nafile etmedi. Kadın yavuz hırsız misali daha da üste çıkmaya çalışıyor. Ben "siz" filan diye başlayan cümleler kurdukça bu tehtidler filan savuruyor. Bir kere daha gördüm ki Ak troller seviyesinde yazan ,düşünen ciddi bir sol kamuoyu muz var. ULAŞ DEMİR
29-02-2016 13:40 (12)
Değerli yorumcular, az sayıda küfürlü yorumları (değişik yazılara gelen) olduğu gibi daha çok sayıda övücü yorumları da altında isim belirtilmediği için yayınlayamadığımızı bir kez daha hatırlatayım, sonra birkaç cevap vereyim. Vedat Türkali'nin romanında cinselliğin abartılı gözümüze sokulması sadece Türkali'ye özgü bir şey değil. Erkek, kadın pek çok romancımız yapıyor bunu. Nedeni üstüne ayrı bir inceleme yapmak gerek. Alışkanlık olmuş, yazarın kişisel takıntısı, çok sattırır diye düşünülüyor vb.. 8 Numara Deniz Can'a cevabım: MEB'in yayınladığı 100 temel eserin hepsi okunsa iyi olacak kitaplar. Ama öncelik ve sayı kısıtlaması yapınca başkalarının veya benim de ilk 100'üm olacaktır kuşkusuz. O yüzden belki 50'sini geri sıralara atıp yeni 50 eserle tamamlardım o 100'ü. Ulaş DEMİR'e cevabım. Solculuk, sosyalistlik artık hikaye. Bu ad altında çalışan alenen faşistlerle muhatabız. Az veya çok artık solda da var faşistlik. Bunu bilip ona göre duracağız. Saygılar herkese. Kaan Arslanoğlu
29-02-2016 17:34 (13)
Bugün yayınlanan Adalet Ağaoğlu'nun röportajından bir kesit. "Benim tiryakisi olduğum Taraf yazarları var. Hadi Uluengin'i okuyorum. Murat Belge'yi hep okurum. Benim söyleyeceklerimi söylüyorlar; sanki okuyunca içimi dökmüş gibi oluyorum. Düşündaşlarım gibi. Faik Akçay, Murat Utkucu. Eski Radikal'den Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar'ı hiç kaçırmazdım." ç.
01-03-2016 10:13 (14)
Attila İlhan'ın 'Yaraya Tuz Basmak', 'O Karanlıkta Biz', 'Bıçağın Ucu' gibi romanlarında çok başarılı tiplemeler var, bugünün solcularinin prototiplerini başarıyla çizmiş. Bir de saglam Ahmed Ziya tiplemesi var ki okumaya doyamiyor insan. Gulistan satfet tipi tam bugünkü Lacancı post modernistler gibi. Lacan'a değil Lacancilara sözüm. Mutluhan.
21-03-2016 08:04 (15)
http://www.bbc.com/culture/story/20130715-reading-the-world-in-365-days Bilin bakalım Türkiye'den kimi okumuş. Kusura bakmayın Türkçesini bulamadım. Deniz Can
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210150
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.