Büyük umutlardan büyük umutsuzluklara
EUROPA KADER Mİ

Büyük umutlardan büyük umutsuzluklara

           

(...) Demek bugünün yazarı “çektiği acıları” yazarken,

Geleceğin yazarı “duyduğu acıları” yazacaktır.” (1)

           

Duygusal Cehalet

           

“Duygusal cehalet” kavramını daha önce de kullanmıştım. Özellikle günümüz Türk romanlarının kahramanlarının “özne” olarak; romanın atmosfer, zaman ve mekân boyutları içinde devinmesine sıra geldiğinde, ilişkiler ve olaylar karşısında gösterdikleri insani ve duygusal reflekslerin sığ kaldığına, dolayısıyla “duygusal cehalet” yaşadıklarına değinmiştim. Bu durum romancılarımızın da tıpkı kahramanları gibi bir “cehalet” içinde olduklarının kanıtı değilse nedir? Yukarıdaki alıntıda olduğu gibi bırakın “duydukları acı”yı, “çektikleri acı”yı bile anlamlandırıp anlatamayan bir romancı kuşağı ile karşı karşıyayız. Oysa söylemeye bile gerek yok, roman bireyin devlet, toplum ve kurumlar karşısında verdiği özgürleşme mücadelesinin anlatısıdır. Ne zaman ki bu yapılar karşısında bir özgürlük mücadelesi başlamıştır o zaman roman anlatım aracı olarak gerçek estetik temellerine kavuşmuştur. Bu gerçekleşmemiş olsaydı, hâlâ masal ve novellerin yalınkat hikâyelerini okuyacaktık. En azından çağımız romanı için, yapılar ve birey arasındaki bugün için bitmek tükenmek bilmez bir mücadelenin romanıdır saptamasını rahatlıkla yapabiliriz. Temelde böylesi derin bir çelişkide “acısı olmayan” birey bulmak mümkün mü? Bu toplama “uygarlık” diyeceksek bu uygarlığın “kurbanlarının” bireyler olduğunu söylemek zorundayız. İşte roman; insanın, “uygarlığın” çeperinde yatan çelişki yumağını bir ucundan anlamaya ve anlatmaya başlamasıdır. Romancı uygarlığına, çağına nasıl bakıyor demek bu uygarlığın içindeki bireye nasıl bakıyor demekle eşanlamlıdır. Nasıl hiçbir çağ günümüze kadar tamamen karanlık ya da aydınlık diye nitelenemezse onun da kendi çağının bireyine bakışı kötümser ya da iyimser bir bakış olabilir. Ama ister kötümser ister iyimser bir bakış açısı taşısın, roman karanlığın içindeki aydınlığı, aydınlık diye algıladığımız dönemlerde karanlık insan yanlarımızı anlatmayı sürdürecektir. Ortaçağın içinde engizisyonlar, veba, işkence vardı ama Don Kişot ve Decameron da vardı. Günümüzde de engizisyonu aratmayacak mahkemeler, kırımlar, açlık, sömürü var ama öte yandan Saroyan, Brecht, Dorfman, Galeano vb. da var. Onun için yaklaşık iki yüz yıldır iyi roman aşılmaz bir anlatım biçimi olarak karşımızda duruyor. Bu kadar insanın “kaderine” bağlı bir edebiyat türünün (hangisi az ve ya çok bağlı değil ki!) “duygusal cehalet” içindeki romancılarca hırpalanması ne kadar üzücü. Hadi biraz daha ileri gitmeme ve şöyle söylememe izin verin. Roman insanın kaderidir!

 

Umudun krizi mi suç ortaklığı mı?

 

Bugünse yukarıdaki iyimser düşüncemin aksine bir görünüm sergiliyor insanlık. “Kriz” kavramını kullanmadan neyi açıklayabiliyoruz? Savaşların, sömürünün, eşitsizliğin, açlığın, çevre felaketlerinin altını eşelemeye kalktığımızda da temelleri geçmişimizde atılmış “kriz”lerle karşılaşıyoruz. Büyük Umutlar’dan, büyük umutsuzluklara doğru evrildik. Hani her çağın karanlık yüzü olduğu kadar aydınlık bir yüzü de vardı! Var tabii. Günümüz için de bu umutsuzluğa evrilişimizin romanlarını yazan iyi romancılar var. Bu da edebiyatın, bu çağın  aydınlık yüzü sayılamaz mı? Bence sayılabilir. İnsanlığın krizine, umudun krizi eklenmemesi olabilecek bir şey mi? Olmuyor da zaten. İşte Tim Parks bize umudun krizini anlatıyor. Dilimize çevrilen iki romanı Europa (3) ve Kader (4) adlarını taşıyor. İki roman da Büyük Umutlar’la doğmuş bir uygarlığın, umudun krizine doğru evrilen coğrafyasında, (Avrupa) ve zaman diliminde, çok boyutlu duygusal varoluşlarına kadar yaşadıkları erozyonu anlatıyor. Romancının sorunsalı bu olunca, “modern Avrupa” uygarlığının, dünyaya gelişmişlik, ilerleme ve Aydınlanma olarak, bir değerler bütünü halinde dayattığı dört önemli olgunun insan tekindeki macerasına düğümlediğini saptamak mümkün. Umuttan umutsuzluğa doğru evrilen bir uzun çizgi. Birincisi büyük umutların doğmasında temel oluşturan felsefi ve siyasi düşünce gelişimi, ikincisi belki de en önemlisi Fransız Burjuva Devrimi’nin (özellikle Europa’da) giderek pejoratif bir içerik kazanan ilkeleri, “yabancılık”la birlikte dilsel kaos ve “suç ortaklığı” olarak sıralayabilirim. Parks’ın, hem Europa’nın hem de Kader’in anlatıcılarını entelektüel arka planları olan ve içinde yaşadıkları toplumun ve insanların karakterlerini çözümleme yetenekleri gelişmiş, giderek melankolik, içe kapanık ve romantik diyebileceğimiz “erkek” kahraman üzerinden anlatmayı seçmiş olması bu üçlünün çöküşünü anlatabilmesine olanak sağlamış.

 

Kader’in Mr. Burton’u uzun yıllar İtalya’da yaşayan İngiliz bir gazeteci. Yıllarca “Ulusal Kimlik” (Kader, s.18) konulu kitap için araştırmalar yapmış ve yazmak için de İngiltere'ye dönme kararı almıştır; döndükten sonra da şizofren oğlunun intihar ettiği haberini alıyor. Kitabının ilk cümlesi bile bellidir. “Ulusal kimlik gerçekten vardır.” (Kader, s.8) Parks’ın, romanın anlatıcısı Burton’un oğlunu şizofren (yarılmış bilinç) olarak kurgulamasına “dil” çöküşünü çözümlerken değineceğim. Burton kitabı için olduğu kadar roman boyunca yapacağı bireysel sorgulamalarının temelinde yatan, giderek kişiliği ile özdeşleşen bir düşünce birikimi var. Montesquieu’dan Machiavelli’ye, Samuel Johnson’a kadar Avrupa uluslarının siyasal bilinçlerinde çok önemli yer tutan düşünürler gibi.

 

Europa’nın anlatıcı figürü Jerry Marlow da tıpkı Mr. Burton gibi bir İngiliz’dir ve bir İtalyan kadınla evlidir. O Milano Üniversitesi’nde İngilizce okutmanlığı yapmaktadır ve yine Burton gibi uzun yıllardır üzerinde çalıştığı bir doktora tezi vardır. İşe bakın ki onun tezi klasik Yunan felsefesi üzerinedir. O da roman boyunca sık sık, romanın en kritik noktalarında Yunan filozoflardan alıntılar yaparak etrafındakileri kendisine hayran bırakmaya çalışır; bırakır da. X. bölümde (Europa, s. 173) Platon’u arkasına alarak yaptığı değerlendirme büyük “düşünsel kriz”in, umudun krizine dönüştüğü noktayı saptar sanki: “Platon saf biçimler dünyasına inanmıyordu. Bu kadarı Devlet’i okuyan herkes için aşikârdır. Dünyanın değişimler ve ihanetler mekânı olduğunu onun kadar açıkça gören olmamıştır; bu dünyayı nihai gerçeklikten mahrum bırakması, bunun ötesinde daha gerçek, ideal bir dünyadan ısrarla söz etmesi, belki de hıncını ifade etmenin, zihinsel bir alanı, hepimizde var olan bir özlem mekânını ifade etmenin bir yoluydu. Her şeyin hareketsiz kalmasına duyulan özlem. Karım gibi; Milano Üniversitesi’ndeki okutmanlar gibi, Birleşik Avrupa’mızın hayalperest mimarları gibi o da dünyanın nihai biçimini ilan ederek durmasını en azından, bütün hareketlerin bir düzen içinde tekrarlanarak etkisizleşmesini istiyordu (...) Bu hareketsizliğin, donmuşluğun, kıpırtısızlığın ilk cümlesini ise “Hayat ne kadar sıkıcı diye düşünüyorum; sürekli aynı sorunları üretiyor, yüzyıllardır, binyıllardır herkesin yaşayıp yazdığı sorunlar” (Europa, s, 58) diye okuyoruz. Bu satırlar dediğimiz gibi düşünsel krizini anlatıyorsa bir “uygarlığın”, şu da umudun krizinin somutlandığı satırlar neden olmasın? “Batı dünyasının tamamı, kimliğini defalarca âşık olmaya, defalarca evlenmeye, defalarca boşalmaya endekslemiş durumda. (Europa, s. 167) Jerry klasik Yunan düşüncesine sığınırken de, Burton ulusal kimlikler vardır derken de yapabilecekleri tek şeyi yaptıklarının, kendilerine kapanmalarının bir sonuç olduğunu anlıyoruz.

 

Bu kapanmayla dünyaya son derece açık bilinçlerinin arasındaki çelişkinin güzel bir anlatım biçimini ortaya çıkardığını vurgulamak gerek. İki romanı da biz erkek ve bilinçle bilinçsizlik arasında kayıp giden anlatımlarından okuruz. Romanın bütün öteki kahramanlarını, eşlerini, çocuklarını, sevgililerini, arkadaşlıklarını, bütün nesnel dünyayı onların gözlerinden anlamaya çözümlemeye çalışırız. “Erkek” diyorum çünkü Jerry sürekli “Kadın olmaktan hoşlanan kadınlardan hoşlanırım” (Europa, s. 230) derken veya Fransız bir sevgilisi olduğunu karısını aşağılayarak anlatırken ve roman boyunca bunu karısına neden yaptığını anlamaya çalışıp pişmanlık duyarken, Burton da “Ona hiç söylememeliydiniz. Karınızı perişan etmeden de bu genç kadınla hoşça vakit geçirebilirdiniz, o da sizinle” (Kader, s. 63) veya “Hissettiğim ya da hissetmeye çalıştığım suçluluk, fiilen yaptığım herhangi bir şeyden çok Hıristiyan tarzı eğitimimden ve içinde yaşadığımız suçluluk meraklısı toplumdan kaynaklanıyordu. (Kader, s. 47-48) demektedir. Bu iki “erkek” figür aslında tek bir noktada birleşiyorlar böylece; her iki romanın da önemli bir kavramı olan “suç ortaklığı”nda. Bu uygarlıkta herkes birbirinin suç ortağı. Kimsenin kimseye söyleyecek bir şeyi yok. Çünkü Jerry’nin dediği gibi “defalarca boşalmaya” indirgenmiş, hazcı ve hedonist bir ilişkiler ağı var. İşte biz bu ağı iki erkeğin sık sık geçmişe dönen, bugüne gelen bilinç akışlarından okuyoruz. Bu suç ortaklığının toplumsal ve siyasal koşullarını ise Avrupa’nın liberal değerlerinin temellerine gönderme yaptığı şu sözleriyle açıklıyor Jerry: “Eski metresimle kızım arasındaki farazi lezbiyen ilişkiyi mümkün olduğunca serinkanlılıkla düşünmek zorunda hissediyorum kendimi; düşünüyorum da böyle bir ilişki mevcut kanunlar kapsamında suç teşkil etmez kesinlikle; tıpkı birbirimize yaptığımız onca korkunç şeyin hukuki açıdan katiyen suç teşkil etmemesi gibi; çünkü mülk, para ve fiziki varlığın en temel unsurları söz konusu olmadığı sürece hepimiz özgür irade sahibiyiz.” (Europa, s. 36)

 

Bu suç ortaklığı (ya da suç ortaklıkları mı desem) özellikle Europa’da büyük umutlardan, umudun krizine doğru bireyin aldığı yolda başka bir durak olan Fransız Devrimi'nin ilkelerine çıkarır bizi ama bundan önce belirtmekte yarar var: Jerry on sekiz yıllık eşini aldattığı Fransız metresini roman boyunca “O” zamiriyle adlandıracaktır. Bizim öykü ve romanlarımızda sıkça rastlandığı gibi ve giderek bir kalıp haline gelmeye başlayan “adsız kahramanlar”la işaret edilmek istenen “kimliksizlik” veya o adsız kahramanların toplumsal boyutta yok sayıldıklarının, ezilmişliklerinin bir göndermesi olarak değil, çok daha basit ama vurucu bir nedenden ötürü: “Kelimeler tekrarlandıkça, kehanet niteliğine bürünmek şöyle dursun, salt sese dönüşür. Örneğin, onun dışında pek bir şey düşünmediğim halde adını asla söylemememin nedeni, o ismin hâlâ telaffuz edildiği anda bir duygusal nöbete, fiziksel olarak hissettiğim bir gerginliğe yol açacak kadar güçlü olmasıdır; bir başka ve belki daha önemli bir neden de, hiç telaffuz etmemekle gücünü koruyabilmem, tekrar edilerek sıradanlaşmasını önleyebilmemdir...” (Europa, s. 26) İşte bu kadın; Jerry’nin adını andığı anda sadece ruhi değil, fiziki bir gerilim yaratan kadın O, Jerry’nin bütün hayatını mahvettiğini düşündüğü kadın... Jerry onunla yaşadığı ilişki boyunca kendisini ve sevgilisini entelektüel açıdan da beslemeye çalışır. Sevişip felsefe okurlar durmadan. Kendi hedonizmlerine klasik Yunan düşüncesinden dayanaklar ararlar, bulurlar da. Sevgilisi de kocasını terk etmiştir ama Jerry'nin karısına “Beni senden çok daha fazla mutlu ediyor” deyip uğruna ayrıldığı kadın, aynı sırada Milano Üniversitesi’nde başka bir yabancı diller uzmanı olan arkadaşıyla aldatıyordur kendisini. Bunu öğrendiğinde Jerry çılgına döner ve ona vurur. Bu her şeyin bittiği noktadır. Tıpkı Mr. Burton’un eski İtalya Başbakanı Andreotti ile kitabı için yapmayı düşündüğü söyleşinin ilk sorusu: “Her şey nasıl başladı Başkan Andreotti?” (Kader, s. 41) ya da şizofren oğlu Marco’nun doktoru Vanoli’nin Burton’a sorduğu gibi: “Her şey nasıl başladı Signor Burton?” Her şeyin başladığı yer Andreotti için de, Burton için de her şeyin bittiği yer aynı zamanda. Tıpkı Jerry’nin Fransız metresini tokatlamasında olduğu gibi.

 

Jerry’nin Fransız metresi, onu arkadaşı Georg ile aldatışını açıklamasındaki nedenleri sıralar: Georg’un karısı amansız bir hastalıktan yatıyordur, Georg durmadan eve telefon etmiş, çiçekler yollamış ve çok ısrar etmiştir. O da bir “dostluk” görevi olarak onunla yatmaya başlamıştır. “Bir iki s..şi” bu kadar abartmasının nedenini İngilizlerin barbarlığına ve Fransız Devrimi’nin ilkelerini (eşitlik, özgürlük, kardeşlik) anlamamalarına bağlayacaktır. (Europa, s. 146) Parks; her şeyin başladığı, büyük umutların yeşerdiği yer olan Fransız Devrimi ilkelerinin romanın bundan sonrasında “her şeyin bitti yer olduğunu” ısrarla vurgulamasaydı, bu yargımdan şüphe duyardım. Fransız metres bu ilkeleri, kendi kariyerizminin (Avrupa anayasası ile ilgili bir doktora çalışması yapıyordur ve bunu Avrupa Topluluğu'nda -Şimdi AB-  işe başlamak için bir basamak olarak görmektedir.), haz düşkünlüğünün, suç ortaklıklarının da bir örtüsü gibi görmektedir. Hemen her yerde birleşik Avrupa’nın bu temeller, ilkeler doğrultusunda inşa edileceğini vurgulamaktadır. İşte Tim Parks, bu ilkeleri Fransız metreste somutlayıp Jerry’nin çok sık tekrarlanan kelimelerin kehanetten çok salt sese dönüştüğünü ve tekrarlandıkça kendisinde duygusal nöbete yol açtığını söylemesi gibi, kadın bu ilkeleri her sıraladığında Jerry gerçekten de duygusal bir nöbete tutulur. Burada Parks’ın yaptığı kurgu enfestir. Jerry’e romanın başında kadının adını neden söylemediğini açıklattırır, arkasından onun Fransızlığıyla koşut olarak Fransız Devrimi’nin ilkelerini kadına sürekli tekrarlattırır; böylece bu ilkeleri beş paralık eder ve yukarıda da vurguladığım gibi anlamsızlaştırır. Böylece büyük umutlar, umudun krizine dönüşür.

 

 “Yabancılık”la birlikte dilsel kaos

 

Mr. Burton, “İlacım yok, diye ısrar ediyorum, elbette İtalyanca konuşarak. İtalyanca bağırarak. Düşünceden konuşmaya her geçişimde dil değiştirmem üzerine sık sık düşünmüşümdür. (...) Evliliğimi İtalyanca yürüttüm ama İngilizce düşünmeye devam ediyorum” (Kader, s. 57) diyecektir. Hemen arkasından şizofren oğlu Marco’nun da şöyle dediğini okuruz: “Kelimeler hiç durmuyor, demişti Marco bir keresinde. Bilincinin açık olduğu bir anda; öyle anlar en acıklı zamanlardı, İngilizce kelimeler, İtalyanca kelimeler.” (Kader, s. 58) Şizofren konuşma: “Sözcüklerin gereği kullanılmamasıyla tarif ediliyor. Kişi konuşmuyor, tutarsız konuşuyor, oluşturduğu cümlelerle süreci tersine çeviriyor. Birbirlerine kenetli sözcüklerle konuşma örgüsünü kurma girişiminde bulunuyor, anlamları parçalayarak kategorik  ve sözcük-kökensel bileşenlerine, temelini oluşturan artikülasyonlara indirgiyor ve onlarla oynuyor” (5) Daha sonra Marco, hastalığının ilk başlarında kendisini tapar gibi seven ama tek kelime İngilizce konuşmayan annesini, sürekli İngilizce konuşarak aşağılamaya başlayacaktır.

 

Europa’nın Jerry Marlow’u da yaşadığı bir dublaj hayattan şikâyet edecektir. Sürekli bildiği dilleri kafasında birbirine çevirmektedir. Örneğin Fransız metresinin kendisine söylediği bir sözü anımsadığında “O mutlaka Fransızca söylemiştir ama ben onu İngilizce hatırlıyorum.” der. Burası Parks’ın artık Kader’imize ve Avrupa’ya vurduğu son darbedir.  Şizofren Marco’nun annesini konuştuğu dil ile cezalandırması, bizim bu romanları bilinçleri açılan ve kapanan, durmadan geçmişe göndermeler yapan anlatıcılarının şizofren bilinçlerinden okumamız, Kader’in anlatıcısı Mr. Burton’un ulusal kimlikler üzerine bir kitap yazması... Konuştuğumuz gibi düşünmemek, sakın başka ve hepsinden çok ağır bir “suç ortaklığı” olmasın?                                                                                                             Nihat Ateş

 

                                                                                                                                            

 

1.  Ömer Baytaş, Aforizmalar, Hayal Postası Yayınevi, 1. Basım Haziran 2005, s. 105

2. Tim Parks, Europa,  Kanat Kitap, 1. Basım Şubat 2005, Çev: Roza Hakmen

3. Tim Park, Kader, Kanat Kitap, 1. Basım Nisan 2004, Çev: Roza Hakmen

4. Harold Jaffe, Tekno-Mağaranın Ötesi, NOTOS Kitap, 1. Basım Ekim 2008, s. 63, Çev: Turan Parlak

Facebook
henüz yorum yapılmamış
11-04-2015
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210873
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.