Şiirin anonimleşmesi: yayılma mı, yağma mı?

ANONİMLEŞEN BİZ MİYİZ YOKSA DİL/SİZLİK Mİ?

Edebiyat söz konusu olunca ‘anonim’ sözcüğünü ‘sahipsiz’ anlamından çok ‘belli bir sahibi olmayan’ karşılığında kullanmak gerekir diye düşünüyorum. ‘Belli bir sahibin’ ortada olmadığı yerde bizi ilk karşılayan sınıflardan biri: halktır. Zaten anonim de, halk edebiyatı üzerinden kültürel hayatımıza girmiştir. Halk edebiyatının arkasında ise; sözlü geleneğin, yani kulaktan kulağa aktarılarak birikmiş ve “yayılmış” aktarım biçiminin ağırlığı vardır. “Tanrı yazmamıştır, söylemiştir” diyordu Adonis. Yazının bir sınırı vardır hep, söz ise dinleyeni tarafından istenilen anlama indirgenebildiği içindir ki daha hızlı yayılmaktadır. Yine “anonim” olan edebi ürünlerin bir kısmı -atasözleri, deyimler vb.- ‘ortak anlamlar’ üzerinden okunabilmekteler. Bakın, bugün anonim olarak kullandığımız, bir kaynağının/söyleyeninin olduğu kimi kalıplaşmış sözler, şiirler, ‘hepimizden’ bir parça taşıyor artık. Hepimize hitap ettiği için ‘belli bir sahibi’ yok.

Hayatımızın içindeki sözlerin bir biçimde şiirin imkânlarından yararlanmış olmasına şaşırmamak gerek; öyle ki farkında olalım ya da ol(a)mayalım; sokakta, evde, işte, toplantılarda, törenlerde kendimizi kısa yoldan ifade etmek zorunda kaldığımız hemen her yerde yine bir şekilde şiirle buluşuyoruz. Şimdilerde ise çok farklı bir fotoğraf var önümüzde. Kültürün içine yerleşmiş anonim ürünler üzerinden değil; belki de yeni bir anonimleşme biçimi diye tarif edeceğimiz bir alan üzerinden… Sahibi belli olan ve üzerinden henüz yarım asır geçmemiş şiirlerin, dizelerin bir ‘sosyal gösterge’ gibi her sokak başından boy vermesi     -bir uyarı levhası gibi- oldukça dikkat çekici. Özellikle “İkinci Yeni” şairlerinin şiirlerinden (başta Uyar, Süreya, Cansever, Ayhan var) alıntılanan dizelerin ısrarla duvarlara yazılması, şiirin “kıskanılan” bir entelektüel faaliyet olması özelliğini sakatlamıyor bence; şiiri sıradan bir uğraş olarak göstermenin ötesinde, sokakla insan arasında doğal yoldan kurulması gereken sözlü ilişkinin ağırlığını şiire yükleyerek şiiri –dolayısıyla şairi- farklı bir sorumluluk ile de tanıştırmış oluyor.

Şiirin sokakta görünür olmasının, -başlangıçta- bize de güzel gelen yönleri vardı. (Son yüzyılda sivil itaatsizlik hareketlerinin, Gezi’de yaşadığımız, dünyada başka başka örnekleri bulunan #occupy ……..’lerin bize ilham kaynağı olması kaçınılmazdı.) Bu durumda şiir de sokağa çıkarsa özgürleşecekti. Böylesi çıkışlarda pragmatik eğilimlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Şiiri elitist bir alan olarak gören, şairin fotoğrafıyla ciddi derdi olanların şiiri kendi mekanlarına çekmesi gibi… Başından ve sonundan yalıtılmış dizelerin arkasında duranlar tarafından şiirin bir ‘oyun, ajitasyon, eğlence’ aracına dönüştürülmüş olması önümüzdeki zamanı daha da soru(n)lu kılacaktır. Cemal Süreya ‘folklor şiire düşman’ derken sadece kalıplaşmış, herkese aynı anlam aralığından bakan ifadelerin kullanılmasından doğacak taklidin, benzerliğin zararını mı vurguluyordu. Bu hayatta olsaydı toplum denilen kargaşanın arasına bu derece inmiş, halkın gözüne bu derece sokulmuş ifadelerin tekrarından doğacak kaybı da eminim ifade edecekti, ederdi.

Şiirin biricikliği ve şairin dokunulmazlığı üzerine eski metinlerden ve hatıralardan yola çıkarak çok şey söyleyebiliriz. Peki “Bugün başka bir şey yaşıyoruz” diyerek kimi zaman geçiştirdiğimiz kimi zaman kibirlendiğimiz ama en çok da “eğlendiğimiz” şey ne? Bizi Rimbaud’nun “başkası”na taşıyan? “Ben bir başkasıdır.” değil artık. Hepimiz hepimiziz! Buradan hareketle bu bir araya gelişin ilk sorusunu sormalıyız belki de: Anonimleşen biz miyiz (özneler/benler/kimlikler mi) yoksa dil/sizlik mi?

Nâzım Hikmet’in 1920/Temmuz imzalı “Herkes Gibisin” şiirinin en ağır söylediği “Bence artık sen de herkes gibisin” dizesidir, bilirsiniz. Muhatabını hiçe sayan herkesleştiren,  sıradanlaştıran. Şiir okuru olanın dışında, şiir okuru olmayan ancak şiiri sokakta çöp bidonunda yazılı bir cümle olarak aklında taşıyan… herkes midir? İkinci Yeni şairlerinin etrafında dönen “yazılama” kendi şiir okurunu da mı yarattı acaba? Şiir kitapları satmıyor. Peki. Edebiyat dergilerinin yerini teker teker haftalık mecmualar aldı. Bu durumda şiir kitaplardan okunmuyorsa bugün “duvar”lardan mı okunuyor diyeceğiz? Sevmediğimiz kitabı, şiiri imha etme gözden ırak etme hakkına sahip biz, bizi temsil etmeyen o dize için duvarı yıkmayı göze alabilecek miyiz?

Yoksa daha iyimseriz: Şiirin duvarı yıkılamaz mı?

Zaman zaman çok güzel dizeler, şiir parçalarına rastlıyoruz sokaklarda. Ama sokak şairin, dahası ‘mısraın haysiyetini’ koruyacak bir alan mıdır? Doğrudan şiirin içinde -şair olarak- olmayanların eliyle dizeler sokağa çıkmış oldu. “Şiir herkes tarafından yazılmalı, bir kişi tarafından değil” der Lautreamont. Herkes tarafından yazılmış bir şiirin gerçek yeri toplumsal bellek değil mi? Sorunun önemli bir bölümü burada saklı sanırım. ‘Toplumsal bellek’ geçirgenlikten, paylaşımdan bu derece uzak düşmemiş olsaydı bir vakitler şairin şöyle haykırmasına sebep olmazdı:

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”

Gündelik hayat pratikleri önemli bir sosyolojik saha açıyor. Toplumsal belleğe inanmayanların böyle yanıp sönen, beklenmedik yerlerde parlayan dizeleri sokağa indirmiş olduklarını düşünmemize sebep onlarca gelişme oldu son yıllarda. Yukarıda adı geçen şairlerin de aralarında olduğu pek çok ismin yaşarken sokakla bu yoğunlukla bağının olduğunu kim söyleyebilir? Başlangıçta iyi niyetli bir çaba olduğu izlenimi bıraksa da bu serbest dolaşım, zamanla şiir adına bir ‘terk edilmişlik, sahipsizlik, bırakılmışlık’ duygusu uyandırıyor… Yaşam kültürü bakımından gerçek manada sokağı yanında taşıyan şairlerden dizeleri duvara yansıtan bir projeksiyon yok üstelik… Diyeceğim, mesele bir ‘yayma, yayılma’ edebi egzersizinden çok ‘yağma’ya açık yüzüyle hepimizin önünde duruyor kanımca.

Geçmiş dönem olur ki:

1980’li yıllar edebiyatında -hemen herkes tarafından kabul gören- bir ‘uzlaşma’ ortamının doğduğu bilinir. ‘taraf’ olarak sokağa çıkmanın riskleri ‘herkes’ olarak davranmakla büyük ölçüde bertaraf edilmişti. Döneme adını verenler/verdirenler bir araya gelenler oldu; bir de aynı dönemde kendi hayatını da yük yapıp taşıyarak edebiyata gelenler vardı: Emirhan Oğuz’un, Nevzat Çelik’in de aralarında olduğu. Bugün şiirin sokakta, duvarlarda, sahnelerde oluşunu biraz da ‘döneme adını verenler’in serüveninde aramamız gerekir sanırım. “1980 kuşağı”, yukarıda adını saydığımız, şiirleri, bugün duvar yazısına dönüştürülen şairleri haklı olarak çok sevdi; gündemde tuttu, kitaplarını yeniden bastı, dosyalar düzenledi.  Bugün emeklerinin karşılığını aldılar deyip işin içinden çıkabilir miyiz? Herkesin şiir yazdığı, yazamayanların yazılmış olanı çoğalttığı bir ortamda ne derece şiire saygıdan bahsedebiliriz? Yoksa Neruda’dan çağrışımla “şiir, ihtiyacı olanındır” mı deyip işin içinden çıkmalıyız (Il postino’daki o can alıcı sahne)? Yani geçerken uğranılacak, ihtiyaç halinde el uzatılacak bir nesne midir şiir? Şiir, sokakta olmayacaksa nerede olacak? Bu da karşı bir soru olarak yerini alsın. Sokak şiire dahil değil mi?

Peki #şiirsokakta diyoruz sokak nerde?

 

2.  #şiirsokakta… sokak nerde?

Kamusal mekan olarak sokağın aldığı konumu ele almadan söyleyeceklerimizin dayanağı olmayacaktır. Öncelikle Habermas’ın ilk defa 1962’de ortaya koyduğu “kamusal alan” kavramının siyasal tartışmalarda öne çıkan açılımlarının dışında bizi bu konu bağlamında ilgilendiren yeri elbette “edebi kamunun “konumlanışı. Habermas’a göre “edebi kamu”nun oluşabilmesi için iki önkoşul vardır. Biri “kolektif” olması diğeri de “görünür” olasıdır. Öyleyse, şunu sormalıyız? Şair sokakta mı, nerede? Edebi kamunun yeni mekânları neresi?

Edebi kamunun en ekonomik, sözü hızla taşıyan yeni mekânı eğer ‘sokak’sa burada durup biraz düşünmenin faydasına inanıyoruz. Ki sanat eseri harekete geçirir, doğduğu ve temsil ettiği ortama çağırır. Herkesin sadece kamusal alanı değil sokak; ‘işi yapanın’ belli olmadığı, anonim bir mekân. Anlaşılmayan şu sanırım: Bugün duvarlarda şiirini okuduğumuz değerli şairler yerine henüz hiçbir dergide şiirini yayımlatamamış, hiçbir edebi sınanmaya uğramamış, günde üç- beş şiir yazan birilerinin cümleleriyle karşılaşan “şiir okuru” evet, tam da kendine “vazife edinmiş gibi”: “Buna da şiir mi diyeceğiz” diye hayıflanacaktır. “Dergide okuduğun her şiiri beğeniyor muydun ey okurr” diye feryat eden de olacaktır onun karşısında. Bu karşılıklı atışmayı şöyle bir analoji ile geçmeye çalışacağım. “Sokakta hayat var!” diye yazıyor Kadıköy’de. (Hayatımın şu son yedi senesini Beykoz’un bir orman köyünde yaşadım. Sokak sokak ayrılan ormana dadanan bir yaşam alanı. Orada hayat yoktu! Orada ömürler var(dı). Tüketilmeli, öte dünyalara göçmeli, kadın kadınlığını erkek erkekliğini yapmalı!) Kıssadan hisse şunu söylemeye çalışıyorum: Aynı “sokağın” insanı değilsek çok önceden terk etmiş oluyoruz birbirimizi! Belirli bir coğrafi hattı izleyen eylem kentin duvarlarını ışıklandırıyor. Kentin ortasındaki bir köy/kasaba kendi ölgünlüğünde yaşamaya devam ediyor.

Şu ayrıntıya da dikkat çekmek isterim: Gezi’nin öncesinde kendini bütün imkânlarıyla hissettiren, muhafazakâr kesimde dikkat çeken şairlerin ironiyi daha çok öne çıkarması idi. İroni, bir hatırlayışın, akıl yürütmenin çabasını gerektirmiyordu bu kesimde. Özellikle son on yılda yazılan şiirlerin, sözcüklerin yayılışına bakalım… Dini motiflere, kutsala yönelmiş bakışı biraz farklılaştırınca oluyordu sanki! ‘dikkat, şaşırtmaca, ilginçlik’ adı altında tarihsel bilginin dışına çıkan ancak resmi tarihe saygısızlık yapmayan, inandıklarını aynı yeryüzü sofrasına indiren çok sayıda örnek verilebilir bu bağlamda.

Tam da Gezi’nin öne çıktığı, slogan atanın, söz söyleyenin, kütüphaneye tuğla taşıyanın kim olduğunun önem taşımadığı bir doğal paylaşım hattında sokağa inen, duvarlara yazılan dizelerin arkasında şimdilerde hayatımızdan çıkmakta olan ‘yazı’ya dair de nostaljik bir vurgu var. Anonim olanın bir gücü var ki halk arasında kabul görüp yayılabiliyor. Zaten onu ‘sahipsiz’ kılan bu yayılma gücü. Peki şairini bildiğimiz, yayıldıkça sahibinden uzaklaşan, bir zaman sonra altına adı yazılmayan nice dize, beyit, şiir. Can Yücel’den, Dağlarca’ya, Tanpınara’a dek… birçok şaire yakıştırılan şiirlerin müsebbibi kimdir? Sadece şiir sevenler olamaz. Gerisi nerde?

Şiirin amacının şiir olduğu, şiirin kendisinde başlayıp kendisinde bittiği estetik kategorileri aşmışız diyelim! İnternet ortamında yazılan, paylaşılan bazı şiirlerin(!) bırakın erotizmden nemalanıp şiirin içinde kalmasını, kaba saba cinsiyetçi/pornografik sayıklamalarla dolu oluşunu da sineye çekmiş olalım. Sokak kâğıdın, papirüslerin, camın yerine talip mi oluyor? Sokağı, şiir söz konusu olunca bir sayfa gibi kullanmamız kaçınılmaz mı?  Sokağı geride bırakınca, geride kalanlardan yükselen şöyle bir söz duymayı göze almış mı sayacağım kendimi. Söylediklerime karşıdan baksın, kendimi gözden geçireyim; düşünmek istediklerim zamanında söylenmiş diyeyim; bunun için delil arayayım. "Köleler, özgür olmak isteyenlerden nefret eder..." Ulrike Meinhoff. 

Düzyazıda da durum pek farklı değil. Özellikle son birkaç yılın öykü kitaplarının adlarını alt alta koyduğumuzda ortaya çıkan bir #şiirsokakta formu sanki. Arabesk kültürün içinden, bir racondan, bir sokak delikanlılığından besleniyor olması birçoğunun. Diğer taraftan “kadın kimliği”ne odaklanıyoruz “babasının kızı” iddiasında ne zamandır “dibine kadar” yaşamak ya da ölmek! Bütün bu karmaşanın esas oğlanını esas kızını henüz tanımadığımızın altını çizmek isterim. Ama tanımak istediğimizde bize bir tek yeri gösteriyorlar: ‘sokak’. Popüler olmanın yegane alanına dönüşen sokak. Bir de sanal bir mahallemiz ve onun sokakları var… Şairle okur arasındaki mesafenin saygınlığı büyük ölçüde dijital ortamla sakatlandı.  İtibar dediğimiz aynı zamanda üretenin emeğine, feragat ettiği şeylerin büyüklüğüne göre eksiltip artırdığımız bir şeyse, bütün hayatını evsahibi, esnaf, tüccar, muhasebeci gibi yaşayan insanlardan ve onların reflekslerinden arındıramadığımız şair niye bizi “ben bir başkasıdır” diyerek kandırsın ki? *Sen de benimle aynı karikatürü beğendin… “bence artık sen de herkes gibisin”! Yazı ile kâğıdın bağlantısının ekranla kesilmiş halde olduğunu da eklersek anlaşılmayacak bir şey yok: Sokak bir ekran gibi, şair herkes gibi kullanılmasın mı?

Yeter ki çok okunsun, çok izlensin anlayışı sokağı vazgeçilmez bir edebi alan olarak bize sundu. Niteliğin ölçüsü sokağı dinlemek, cesaretin hacmi sokaktan yayın yapmak, vicdanın sıcaklığı sokağa eğilmek oldu. Oysa sokak bizden ayrı değildi ki; bizi yüklenen, bütünleyen, içimizden haberdar bir yerdi. Kendi adıma en çok hayıflandığımdır ki: Sokağı ayırıp ilk kez tanıştığımız bir mekân olarak önümüze koydular! Burada sınanın, denenin, konuşun, yazın… demeye vardırdılar. Halbuki yaşıtlarımızın belki de bütün kardeş çocuklarının arasında sokağa en erken çıkanlarındandık! Kimseyi suçlayamayız sokağın yerine kalbinin sesini dinledi diye. Mümkünse şiir sokakta olmasın; her yerde, kalbini bozmayacak insanların temsil ettiği diyarlarda olsun. Şiir, var olduğu yerde bulunsun.

Dünyada, “ben” öznesinin tanıklığını, deneyimini, hiç aracı kullanmadan diğer “sen” öznesine gönderebilen kaç şey var? Her koşulda her mekânda, bir köşe başında, küçük bir duvarda bir konteynırın üzerinde okuduğumuz dizelerle kurulacak bağ ne kadar sahici olabilir? Mesele burada düğümleniyor zaten. Sokağa indirilmiş şiirin ve o şiirin şairinin ‘işi yapan’ın gözünde nasıl bir itibarı var? Yoksa sadece kendi ‘işi’ni mi görüyor? Şiir, şiir yazamayanların işini de görmek zorunda mı? Sorular gittikçe birikiyor. Son sorumuz da bu olsun: olmayan şey yayılır mı, yayılan yağmalanmak zorunda mı?

“Yaratamadığın şeyleri yok etmek sadece barbarlıkla açıklanabilir.” A. Çehov

Betül Dünder

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
09-09-2015
10-09-2015 22:46 (1)
Bu kadar karmaşık değil aslında. İki yıl önce çocukların gittiği ilkokulda, teneffüs zili çalsın diye beklerken öylesine panolara bakıyordum. Belli bir haftanın konusu adı altında, derlenmiş şiirler, öyküler, özlü sözler ve resimler. Bana çok tanıdık geldi ama anlamadım. Okuldan çıktıktan yarım saat sonra fark ettim. Koskoca adamların, kadınların Facebook da paylaştığı şeyler de panolarda gördüklerimle aynıydı. İlk okul seviyesinde hatta daha da aşağı, seviyesiz ve anlamsız santimental paylaşımlar. Asıl sorun, eğitimi kabullenememekten kaynaklanıyor. Ya da bilgi ve eğitimin insanı yücelten değil yalnızlaştıran şeyler olarak kabul edilmesinden. Ya da en bilindiği düşünceden ve düşünmekten korkmaktan. Ne bileyim belki de okumayı yazmayı bile tam öğrenememiş insanlara şiir diyorsunuz. Tıpkı şu anda ilkokul çocuklarına şiir yazdırılmaya çalışıldığı gibi. O zaman şiir elbette sadece bir işkencedir. Belki şiir artık bir Senfoni Orkestrasıdır ya da bütün insanlar Bayburtludur. Bahadır Özdemir
13-09-2015 11:52 (2)
Selamlar. Metnin bir kısmında tırnak imi yerine tek tırnak kullanılmış, bir kısmında da olması gerektiği gibi tırnak... Birkaç yerde tırnak içinde bulunan ve cümle niteliği taşıyan ifadeler küçük harf ile başlatılmış. Yazının yazarca ya da editörce gözden geçirilip düzeltilmesi, kendi içinde tutarlı hale getirilmesi gerekiyor. Burak Demir
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210612
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.