Benim de üç şiirimin yayımlandığı (onları yorumlamak, bana düşmez) insanbu’daki şiir birikimine, topluca / kuşbakışı bir yaklaşımı denemek istedim bu yazıyla. Buna karşın, her insan tekinin, istediğince çalışsın, öznelliğinden tümüyle sıyrılabilmesi, bana olanaksız görünüyor. Dolayısıyla öznelleştiğimi düşündüren noktalar, mutlaka olacaktır. Oralardaki eksiklerimden ben sorumluyum elbet; ama, yazı boyunca önyargısız yürümeye gayretli davrandığımı da vurgulamalıyım. Edebiyat genelinde odaklandığım başlıca iki disiplin olarak, şiir ve eleştirel deneme yazıları(m); hiç kuşku yok, önünde-sonunda benim düşünsel-duyarlıksal çerçevemin somutlaştığı yazı-çizilerdir. Böyle yazı-çiziler, çokçası istencimizin dışında, kimi kırgınlıklara, hiç değilse alınganlıklara yol açıyor, yazık ki. Bu düzlemde diyesim: İncittiklerim olmuşsa, yetersizliğime verilsin. Eleştirileceksem (de), sanat-edebiyat ölçeklerine göre eleştirileyim. Yanılgılarım, kusurlarım, “senin şiirin ne ki, kalkmış başkalarını toza-dumana katmışsın” türünden temelsiz öfkelerle beslenen salvolarla değil; dayanaklı-donanımlı yorumlarla somutlaştırılsın. Amacıma varıp varamadığımı bilemesem de; ne kadar nesnel olunabilecekse o kadar nesnel olmaya çırpındığımın ve haktanırlıktan sapmamaya özen gösterdiğimin bilincindeyim.
Noktalarken diyeceğimse şudur: “Harmana giren porsuk, dirgene dayanır.”
Dayanmalıdır.
*************
1.
Enver Topaloğlu
Topaloğlu’nun, Defter, Gösteri, Varlık, Yasakmeyve vd, “aristokrat” diyebileceğimiz
“önemli” sanat-edebiyat dergilerinde şiirleri yayımlandı. (Tabi, aristokrat ve
önemli olmak, “değerli” olmaya denk düşmez her zaman.) Bildiğim kadarıyla,
yayımlanmış 5-6 kadar şiir kitabı var. İyi şairlerden bilir(d)im Topaloğlu’nu.
“Melankoli” başlıklı bir şiiri vardır ki, fenâ çarpar insanı. O şiirin
girizgâhı şöyledir:
“kaybolurum fakat
susmak benim yenilgim olsun
benim çıkmazım olsun
itiraf gibi başlayıp düelloya çağrılan aşk
anımsamasam geçmişi yorumlayıp
doğrularımdan kuşkulanmasam
hiç sorun değil
ancak
gün biter anısı
aşk biter ağrısı kalır
bitmeyen bir rüya var mı ki”
“Gümüş Örtü” şiiri de öyledir: Kanırtan bir acının estetik dışavurumu. Çok
uzaklardan gelmiş yorgun bir bilge, şiir-duâ karışımı birtakım tümcelerle ölüm
üstüne konuşuyordur. Ama ne konuşmaktır o, okuyanı darmadağınık eder. Bir
tutamcık da ondan alalım:
“Karakışa dipnot koydu kar
tanıdığım öldü dün
esrar mezarlığına gömüldü sır
tabutunu almaya
kılıksız birkaç fısıltı
-rüzgarın adamlarıyız dediler
kınsız bir boy aynasının arka yüzü geldi”
Böyle yüksek düzeyli, etkin anlatımlı nice şiir yazmış, yayımlamıştır Enver
Topaloğlu. Gelin görün ki, insanbu’daki on şiirinin, ıkınıp sıkınmadan
söyleyeyim, bir tekinde bile bulamadım o şiirlerindeki havayı, atmosferi.
İmgesel varsıllıktan eser kalmamış sanki. Çoğaltıldıkça çoğaltılmış bir
tekdüzelik. Çoğunca yüzey yapıda kalmakla yetinilmiş; öyle olunca da,
okuyucunun imgelemini genişletemeyen, genişletmesi şöyle dursun, daraltan bir
yeteneksizlik egemenlik kurmuş, hemen her şiirde. Bu dediklerimin birebir
karşılığını, örnekse “Burdayım Aşkım” (şiirin adı bile, başlıbaşına bir sığlık
belirtisi) başlıklı çalışmada görebilmek olanaklı:
“demek ki yetti
aç kurtlar
gökdelenler
alışveriş merkezleri
polis karakolları ve
hükümet binalarından
kalabalıklara saldıran
kırılıyor düzenin sırtlan dişleri”
Kimi sözcükleri alt alta yazmakla, bir metni şiir düzeyine çıkarabilmek nerde
görülmüş? Nurullah Ataç’ın, konumuzla bağlantılı, çok bilinen bir
değerlendirmesine başvuracağım burada. Ataç, Ahmed Haşim’in “Merdiven”
şiirindeki “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” dizesinin düzyazısal
söyleyişinin “Bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın” biçiminde olduğunu söyler
ve Haşim’in aynı sözcüklerle yakaladığı şiir başarısını vurgular öylelikle.
Buradan şuraya varabiliriz demek: Sözcüklerin birbirine çatılması, dizeler
arası ilmeklerin örgülenmesi poetik bir kompozisyon olarak sağlanmaz ve bütün
bunları yaparken şiirselliğin harmonisi kurgulanmazsa; o sözcükleri / söz
öbeklerini, alt alta da yan yana da yazsanız, uğraşınız, kaçınılmaz biçimde tam
bir fiyaskoyla sonuçlanıyor.
Kaldı ki, şiir, yığma değil, eksiltme işidir bir yerde. Bunun böyle olduğunu,
ben söylesem önemli değil de, sanatsal yetkinliğini kanıtlamış şair ve
eleştirmenler söylüyor. Ama Topaloğlu ne yapıyor: Şişirdikçe şişiriyor şiirinin
gövdesini. Doymak bilmez bir obez iştahıyla yazıyor da yazıyor. Şiir, ince
iştir, incelikler işidir. Gereksiz besin yüklemesini şiirin bünyesi kaldıramaz,
kusar onu. Şiir târihimize kısacık bakmakla görebileceğimiz bir şeydir.
Topaloğlu, kitaplarında ve dergilerde okuduğumuz şiirlerindeki derinlikli
akışını tümden yitirmiş mi, bilemem. Bildiğim, insanbu’daki çalışmalarının beni
böyle düşünmelere sevkettiğidir. Şiirsel söyleyiş, almış başını, başka yerlere
gitmiş sanki; onun yerine “gündelik dil”in (“kullanmalık dil”in) sıradan,
sloganik, nerdeyse hamâsi diyebileceğimiz uzantıları çadır kurmuş.
Aşağıdaki kesit, “Epik” adlı şiirden:
“suphi nejat
artı kobane
çok söze gerek yok
ben anlayacağımı anladım
birlik dayanışma mücadele”
“Olmazda Olan” şiirinde de aynı kuruluk, aynı mekanik iklim hükümran. Bıktırasıya uzunluktaki sekiz bölümlük bu şiirin 3. bölümü, yargımızı doğrulayacak bir örnek:
“kutsal olduğu söyleniyor devletin
bu yücelik
öz çocuklarını öldürttüğü için herhalde”
Devletin kutsal olmadığı, hele hele öz çocuklarını öldürten devletlerin kati
sûrette kutsal olamayacakları, şiir diliyle böyle mi işâretlenir, böyle mi
sezdirilir? Enver Topaloğlu, Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini
okumamış olamaz. Ece Ayhan, “ne” diyor ve daha önemlisi “nasıl” diyor o
şiirinin girişinde, hatırlayalım:
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”
Topaloğlu’nun devlet karşıtlığıyla Ayhan’ın devlet karşıtlığını, hem
poetik-estetik sıkletleri yönünden, hem de toplumsal-siyasal bildirileri
bakımından, şiir terâzisinin kefelerine koyun bakalım; hangisi açık ara ağır
basacak? Hattâ, Topaloğlu’nunki için: “kötü şiir bile, nihâyetinde şiirdir; bu
ise düpedüz şiir değil!” demeyecek misiniz bakalım? Toplumsalcılık,
devrimcilik; kör gözün görebileceği seçiklikteki çarpıklıkları nâra atarak
sergilemek olmasa gerek. Şair-özne odur ki; kendisini ve toplumunu kuşatan
otoriterliklerle bağnazlıkları, “tek yol”cu, dar açılı yaklaşımlarla değil,
çoğulcu poetikasının diyalektik imbiğinden geçirerek ortaya kor.
“Gezinin Ağaçları” şiiri, boyutça kısacık, gene de gevşek dokulu bir çalışma.
Kısa şiirler; damıtılmış / yoğunlaştırılmış olurlarsa, belli bir çarpıcılık
kazanabilirler. Elmas yontmak gibidir, kısa şiir yazmak. Bırakın tek sözcüğünü,
tek harfini, bir virgülünü oynatamazsınız onun. Oynatırsanız, şiirin
bütün yapısı, mîmâri organizması, paldır-küldür çöker. Böyle şiirlerden biri,
Oktay Rifat’ın “Ozan” başlıklı verimi, aklıma ilk gelenlerden:
“ıslak yol ve kırık dal
bir güz adamın içinde
“bakınır bizden öte
bir göz adamın içinde
şıra şaraba dönmüş
bir giz adamın içinde”
Şimdi de “Gezinin Ağaçları”na gidelim bir yol:
“canıma can oldu
yoluma yoldaş oldu/
büyüdü o fidanlar/
dilime şiir/
isyanıma ağaç oldu”
Her ortalama kişinin, şiirden upuzak insanların bile tutturabileceği çeşitten bir söylem işte. “Hadi ben de bir Gezi şiiri yazayım da, demokrasi saflarında olduğum belli olsun” konformizmiyle çiziktirilmiş birkaç parça-buçuk satır sâdece. ”Ne bir “gerçekliği imgesel düzlemde yeniden üretme”, ne de okuyucunun şiirsel’e açılan pencerelerini genişletebilme çabası var! Çiğnenmekten çürük sakıza dönmüş, söz yığıntıları. Olmuşu, olancası bu.
Şunu da belirtmeli: Gezi’den kastedilen, basit bir “gezme hâli” değil burada. Son dönemlerdeki en dinamik toplumsal kalkışma pratiklerinden biri, belki de birincisidir Gezi. Simgeleşmiş ve toplumsal muhâlefet hareketlerinin târihsel hâfızasına kazınmış bir eylemselliğin adıdır. Dolayısıyla özgün, özgün olduğunca da özeldir. Öyleyse, şiirin adı “kesme imi” içermeli, “Gezi’nin Ağaçları” olmalıydı. Şair sıfatlı kişiler için, gözden kaçırılmaması şart olan bir ayrıntıdır bu.
“Gizli Gözyaşları” ve “Mevsimlerin Döngüsü Üstüne Çeşitlemeler” başlıklı çalışmalar da sözünü ettiklerimden bir arpa boyu olsun daha ileride değiller. Çalakalem çırpıştırılmış, sırf “ileti” amacı taşıyan, biçim kaygısından alabildiğine yoksun uğraşılar. İletili şiirlere karşı olduğumdan demiyorum bunları. En kapalı (zor), en kendi içine dönük bir şiirin de iletisi vardır mutlak; biz onu sezebilsek de sezemesek de. Benim derdim başka: Şiirselliğini iletisine fedâ etmiş şiirlerin güdüklüğüne dikkat çekmek istiyorum ben. Şiir demek bile fazla, öylesi şiirimsilerin, kör-topal yürür gibi görünseler de, astımlı hastalar gibi ikide bir nefes alma zorlukları yaşadıklarını düşünüyorum. Allah muhafaza, sonları kötürümlüktür.
Fakat, Enver Topaloğlu için, gene de ümitvarım, iyimserim. Eskiden yazdığı nitelikli şiirlerin mecrâsına dönebilmek için lüzumlu mühimmatın hepsini tüketmediği kanısındayım. İyi şiirin toprağı, üstünde çiçeklenecek, meyve verecek ağaçları beklemekten usanmaz çünkü. Elverir ki, benden bu kadar, demek bahtsızlığına düşmesin şair.
**
2.
Ümit Özkan
Özkan’dan da on şiir çalışması okudum insanbu’da. Onca zamandır edebiyatla
ilgiliyim; izle(ye)mediğim, izle(ye)mesem de adını duymadığım dergi yoktur
desem, abartı olmaz. Eh kitaplara da, koşullarım yettiğince, ortamlarım elverdiğince
erişmeye çalışırım ya; Ümit Özkan adı bana hiç tanıdık gelmedi. İnternetten
baktım, orda da doyurucu bir bilgi bulamadım hakkında. Kuşkusuz, iyi şiir
yazmak, yazılı ve görsel alanlarda fazlaca bilinmekle doğru orantılı bir şey
değil; bilâkis, ters orantılı bile denebilir. Benim sözünü ettiğim Ümit Özkan
mıdır bilemem ama Ümit Özkan imzâlı, Gri Yayınevi’nden çıkmış “Her şey
Yalnızına Varır” başlıklı bir şiir kitabı olduğu bilgisini edindim. Bir
de, Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı kimliğiyle Prof. Dr. Ümit Özkan’a
rastladımsa da; bunu bilmenin, pek tabii, Ümit Özkan arkadaşın şiirine
bakışımızda, hiç değilse doğrudan bir rol üstlenemeyeceği de ortada.
Özkan, sıkı bir şiir emekçisi olmadığını, çalışmalarının henüz ilk basamaklarında belli ediyor. Kan-ter içinde kalarak yazmıyor. Bir dizenin, bir sözcüğün ardında gecesini gündüzüne katıp koşturmuyor. Şiirle yaşamaya kalkışmanın, şiirle düşüp kalkmanın, yeri geldiğinde, bir bedel ödemeyi zorunlu kıldığını, sanırım hiç düşünmemiş. Düşünseydi, şu uluorta deyişleri, “görünürde” dizeler biçimine büründürüp dökmezdi önümüze:
“bir köprüdür hayat içimizden geçen
ahşap bir köprü
ve yeni köprüler kurar insan
yeni ahşap köprüler
yüreklerin
tenha kızıllığında”
“bir köprüdür hayat içimizden geçen / ahşap bir köprü” demekle, düzyazı ortamından şiir ortamına sıçrayabiliyor muyuz, Allahınızı severseniz söyleyin? Nesir-Şiir arası geçişkenlik, bu raddede ucuzundan, bu raddede kolayından bir geçişkenlik midir? Sonra, aynı kesitte olmamıza rağmen, ikinci dizedeki tekil nicelikli “ahşap bir köprü”, nasıl oldu da hemen bir sonraki dizede çoğullaştı, “yeni köprüler”e, dahasında da “yeni ahşap köprüler”e evriliverdi? Şiirin, bir bilim disiplini anlamdaki “mantık”la (“lojik”le) her hâlükârda örtüşmeyen ama kendi ontolojisini ve metodolojisini kurmakta birinci dereceden kıymetli bir mantığı vardır ki, orada tutarsızlığa düşülmez, düş(ül)memelidir. Düşülürse, şiirsel esnekliğin estetiği, hiç hesapta olmayan bir anda sabun köpüğüne dönüşür, elde-avuçta şiir nâmına bir nesne kalmaz. Bu, o kadar öyledir ki, “negatif tutarlılık”ta da dâhil, bu tavır özenle gözetilmelidir.
Şu, “yüreklerin / tenha kızıllığı” demekle ne oluyor, bilmem ki! Şiirin başı, göğe mi eriyor? Belli oranlarda “kendiliğinden şiirsel” sözcüklerle şiir çatmak kadar zahmetsiz ne var şu yeryuvarlağında? Yürek, tenhâ, kızıllık gibi, görece “duygusallık kokan”, bir ucuyla “melankoli”ye açık sözcükleri, başka melankolik sözcüklere bağlamak, şiir işçiliğinden sayılmıyor günümüzde; yazmanın öylesi, kafa patlatmadan, çile çekmeden hedefe varmanın yollarından diye biliniyor genellikle.
“Köprüden Önceki Son Çıkış”ta gördüğümüz üzere, şöylesi sözcükleri şiire yedirmeye davranmaksa, şiire artı getirmek bir yana, bir ilginçlik örneği olmanın ötesine geçemez:
“izlaz
sortie
ausfahrt
exit
çıkış”
Kezâ, “terkettin ya sevgilim / ölümlerden ölüm değil / şiir beğen şiirlerden” dizelerinde, belli bir beğeni seviyesi yakalanmış yakalanmasına da, şiirin adı neden “terk edilen şair katildir” olmuş, orasını kavrayamadım işte. Ola ki bir esprisi / ironisi vardır da, ben kıt aklımla kavrayamamışımdır.
“Yıldönümümüz”, “Çiy ve Gün” şiirlerinde ise; esaslı şiirin gereksindiği “denetimli duyarlık”lara değil, belki bir nebzecik Ümit Yaşar Oğuzcan havasına çaldıran “denetimsiz duygusallık”lara rastlayabiliyoruz. Pergeli şaşmış bir geometrisizlik.
Mâni kalıbında yazılmış “Mısır Türküleri”, sakız kâğıtlarındaki gelişigüzel dörtlüklerden azıcık daha doygun değiller, ne yazık ki.
Bunları okuyunca, Eray Canberk’in, 2013 Dünya Şiir Günü Bildirisi’nde dediklerinin bir bölümü düştü belleğime: “Şiir düşüncelerle yazılmaz ama şiirsiz düşünceler de bir işe yaramaz. Şaire de şiirle yaşamak yetmez, şiirde yaşaması gerekir.”
“Berkin Burakcan Polis Ağabey” başlıklı kısa çalışmanın tamâmına bakalım mı:
“biz birdik
üçe düşürdüler
üçümüzü yere
yerimiz göğe
kara bulutlar kalksın aradan diye”
Gezi Kalkışması’nın simge isimlerinden Berkin Elvan’ın (ve başka ölümlerin / öldürümlerin) ardından yazılmış onlarca, bilemediniz, yüzlerce şiir okudum. Şiir dediğime kanmayın, lâfın gelişi. “Ha, bakın işte, bu şiir(ler), öl(dürül)en o kişinin, toplumsal-sınıfsal kavgadaki konumunu, savunduğu değerlerle bağdaşıklığını hakkıyla verebilmiş” dediklerimin sayısı, herhâlde ikiyi-üçü geçmez. Ümit Özkan’ın şiiri de o geçmeyenler bölüğünden. Modalaşma eğilimi ağır basıyor, böylesi şiirlerde. Ağır basıyor da ne, büsbütün öyle. Sol kültürümüzdeki bağırganlık damarının dışa patlamasıdır bu. Ben böyle baştan savma yazı-çizilere, “yumrukları sıkılı şiir” demek eğilimindeyim. Oysa, gerçekliği olanca çıplakılığıyla / yalınlığıyla yansıtmak için, yumrukları sıkmaya hiç hacet yok. Mümkün mertebe serinkanlı kalarak da devrimci anı şiirleri yazılabilir pekâlâ. Bu diyeceğim, ilk ağızda size tuhaf gelebilir ya gelsin; “militan iyimserlik”, “militan siyasallık”la çok yerde çelişir ve çatışır. Şiir bahis konusuysa, bu biraz daha ve bilhassa böyledir. Böyle içerikli şiir tarzına çok iyi bir örneklik teşkil edeceğini düşündüğüm bir şiirden dem vurmanın sırası: Militan siyasallığıyla değil, militan iyimserliğiyle belirginleşen, çok beğendiğim o şiirin şairi Ahmet Günbaş. Günbaş, yakınlarda sonsuza uğurlanan şair arkadaşı Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun anısına yazmış bu devrimci duyarlıksal şiirini. “Cinoz’a Ağıt” başlıklı, her dizesi insanın aklını başından alacak kadar sarsıcı bu şiirden bir kesitçik, ne demeye getirdiğimi, umarım yetesiye açıklayabilir:
“Sonsuz kere sonsuz bağışla bizi Cinoz!
Rüzgârgülü saçlarını çekme ezberimizden
Sonra kalırız ortalarda besbeter
Üstelik şiire çıkmaya yüzümüz olmaz
En iyisi bir kentle örtelim üzerini
Sen topral döşeğinde uyuyadur
Üşürsen haber ver, sakın unutma
Bir ateş yakar ısıtırız kalbini”
Gene, Metin Demirtaş’ın, içeriğinde 12 Eylül Karanlığı’nın zebânilerince
katledilen İlhan Erdost’la çilekeş Enver Gökçe’yi buluşturduğu, yüksek
dalgaboylu bilinçlerle, derinlikli hissiyatlarla yazılmış anı-şiirini de not
edelim.
Sözün özüne dönersek: Ümit Özkan’ın şiirleri beni heyecanlandırmadığı gibi, insanlığa ve sanata bakışımda da bir yeniliğe taşımadı. Bir değişim, dönüşüm sevinci yaşatmadılar bana. Onun, çok yorucu ve yıpratıcı mesleğine (akademisyen bir hekim olmasına) karşın, şiir yazma çabasını hürmetle karşılıyorum elbette ve sırf bu sebepten “iyi insan” olduğu kanaatindeyim. Ceplerinde bol sıfırlı banka cüzdanlarıyla dolaşmak onun için işten bile değilken, şiir kırıntıları taşımanın onuruyla yaşadığını duyumsuyor, sezinliyorum. Keşke, her iyi insan, iyi şiir de yazabilse!
**
3.
Nihat Ateş
Ateş’in sitede on şiiri ve iki de eleştiri yazısı var. Bir şairin, şiir üzerine değerlendirme / yorum / eleştiri yazmasını, her zaman doğru bulmuşumdur. Böyle yazılar, şairin “kuramsal kalibre”sini büyülttüğü gibi, şiirsel yürüyüşünün “kitsch ve süflî duygusallıklar”dan arınmasını da sağlayarak, “rasyonel bir duyarlık ekseni”ne lehimlenmesini de getirir. Dolayısıyla, “şiir”le “şuur”un bireşiminden “hayat” fışkırır o zaman. Ateş’in şiirlerinin çoğunda saptadığımız da budur. Hepsinde demedim ama, çoğunda.
Nihat Ateş’in “Kabuklar” ve “Koltuk Değneği” başlıklı şiirlerini meselâ, hiç sevmediğimi söylemeliyim, işin başında. “Kabuklar” şiiri; sâhiden de adına uygun biçimde “kabuk”ta takılıp kalmış, şiirin “öz”üne milim yaklaşamamış, başarısız bir çaba görünümünde. Hadi son ikilik (“O kadar inanmıyorum ki sana /Bu kadar inançsızlık aşkla mümkün diyorum”) az-buçuk şiire değmiş gibi diyelim; ne var, oradaki “diyorum” sözcüğü de o az-buçuk şiirselliği silmiş-süpürmüş. Dediğimiz bir şeyi “diyorum”la çoğaltmak, düpedüz “boş-işlevsiz sözcülük” tür, “verbalizm”dir. Dediğini duyuyor, okuyoruz; bunu “diyorum” diye başımıza kakmanın ne âlemi var?
Ateş, yazılarının birinde şöyle diyor:
“’Dış’ın gürültüsünü ve uğultusunu ‘zamanın ruhu’ olarak sunan bir ritim. Ve
bütün bunların toplamında elde kalan bulaşık bir konformizm. Sadeleştirmek
gerekiyor öyleyse. Bütün bu çerin çöpün, bütün bu kulakları sağır eden
uğultunun bir ritim gibi yutturulmasına karşı durmak. Elemek ve
yalınlaştırmak.” (“Bu ‘Yaşam’dan Şiir Çıkar mı?” başlıklı yazısından)
“Kabuklar”ı yukarıda dedikleri bağlamında yorumladığımızda; şairimiz, düzyazısal olarak savunduğuyla düpedüz çelişiyor. Tamam, “konformizmden kurtulmak için sadeleştirmek” gerekiyor da, sâdeleştirmek dediğimiz de “basitleştirmek / sıradanlaştırmak” olmamalı, değil mi? “Yalınlık”la “sığlık” arasındaki incecik sınırda dolaşırken, canbaz soğukkanlılığını taşımalıyız. Aksi hâlde, şiirden aşağıya tepetaklak düşme tehlikesi, mütemâdiyen yanıbaşımızdadır. Düştüğümüzde çarptığımız yerse, ezgisini tümden yitirmiş bir “kuruluk”, onun ötesinde “kabuklar”dan ibâret, şiir-dışı bir sertliktir.
Benzer yargılarım, “Koltuk Değneği” için, daha da geçerli.
Şiirde eylem akışkanlığının sıradüzenini tutturabilmek, eylemsellikleri birbirine beceriyle teğelleyebilmek, olmazsa olmaz ölçülerde önemlidir. Şiirin ritmik yapısının genleşmesi, temposunun güçlenmesi, okuyucuyu yüreğinden ve belleğinden yakalaması, bir yerde bunlara azâmi dikkat etmekle mümkün. Gelgelelim, Nihat Ateş’in bu çalışmasında, fellik fellik arasam da, sözünü ettiğim becerilerin kıymığını bulamadım.
Ateş, İlk dizede ateşi kendisinin kucakladığından bahsederken, hemen akabinde “sımsıkı tut avucunda” diyerek, birine sesleniyor. Ateşi sen kucaklamışsın, anladık. Peki, seslenilen kişi neyi tutacak avcunda? Birinci tekil kişi eyleminden ikinci tekil kişiye geçişteki bu dilbilimsel (gramatik) sakatlık, şiiri henüz başında devre-dışı bırakıyor. İkinci dörtlükte, “Adımladım çamuru / Çekti içine” denmiş. Çamuru adımladıktan sonra, neyin içine kim çekti? Hep havada kalan, yerçekimsiz / zeminsiz deyişler bunlar. Dize falan değiller. Rastlantısal, anlık kımıldanışların düz söze çevrilişleri. Öyle olunca da, nesnel dünyada karşılıkları olmayan, “kendi için”lik aşamasına varamayan “kendiliğinden” lâf yığıntıları.
Aynı tatsızlıklar, üçüncü öbekte de mevcut: “Tuttum dumanı soluğumla / Boğdu dudaklarımda adını”. Bağıra bağıra gelen eylemsel tıkanıklıklar. Uç noktalarda seyreden, dizeler arası geçişsizlikler / bağsızlıklar. Şiirin olanca organizması, bunların işgâlinde.
Dördüncü öbeğin ilk dizesi: “Kemiklerimi gökyüzü döküyor şimdi”. İyi ama, şairimiz şiirin girişinde daha, muhatabına “bırakma külümü” demiyor muydu? Öte yandan, “evimin teni” tamlaması, imge kurma kaygısıyla mı koyulmuştur şiire? Niyet buysa, sonuç tam iflâs!
Son kesite geliyoruz, öncesindeki bütün o kül olmuşluklara karşın, beden yerli yerinde; üstelik çok somut, çok maddî bir nesne olarak: “Ah bedenim bedenim / Aklımın koltuk değneği”. Buraya, “aklın koltuk değneği”nin bir soyutlama olduğu teziyle karşı çıkılabilirse de; onun bedenselliği bu tezi çürütüveriyor.
Fazla mı hırpaladım Nihat Ateş’i? Hâyır, kimseyi hırpalamaya mizâcım izin vermez. Benim şair kişilerin biyo-psiko-fiziksel varlıklarıyla bir alıp veremediğim, paylaşamadığım bir şey yok ayrıca. Yöneldiklerim, üstünde düşündüklerim, çapımın yettiğince yorumlamaya çırpındıklarım, şairlerin şiirleri, şiirsel metinleridir. O çalışmaların, şiir coğrafyamızdaki, şiir sosyolojimizdeki ontolojik konumlanışlarıdır. O şiirler, şiirsel metinlerse, kişiselleştirmelerin büsbütün uzağında, salt birer konu nesnesi olarak kaldıkları sürece anlamlıdırlar. Ondan ki, bir şairin herhangi bir şiirini yerin yedi kat dibine sokuyorsam, başka bir şiir emeğini yıldızlara kadar yükseltebilirim. O şair, babamın oğluymuş / kızıymış, yok öyle değil, bana yedi ceddimden uzakmış; şiire yaklaşımlarımda hiçbir artısı eksisi yoktur, bütün bunların. Dediklerimin tıpatıp böyleliklerinin sağlamasını, herkes istediği zeminde ve zamanda yapabilir. Elde edilenden utanmayacağımı biliyorum.
“Gölgenin Sesleri” şiiri, yukarıda değindiğim iki şiire oranla daha verimli. Dizelerin, bu kez, solukları geniş, açık. Ancak, gene de pürüzler yok değil. Bir konu bulanıklığıdır, gidiyor. Örnekse: Kimin olduğu bellisiz bir sesin gölgesi mi, seslenilen kişinin sesinin veyâ bedeninin gölgesi mi, yoksa şairin gölgesi mi konu edilmiş; nice zorlansak da, bunu şiir-metinden çıkaramıyoruz. Hepsi bir yana, şu bölümse şiirin alnını ak çıkarmaya yetiyor:
“Sarılıyorum sesine
Gölgem öylece duruyor yüzünde
Yüzünde koyu bir sınırdan gizlice geçiyor
bir yolcu
Yüzünde sevdiğinin penceresini tıklatıyor
bir âşık
Yüzünde büyüyor bin dallı bir ağaç
Ve gölgem usulca sokuluyor kuytuna”
“Eşiğin Türküsü”; söylemsel rahatlığıyla öne çıkan bir çalışma. Yalın anlatımın
zirvesi. Yalınlıkta kalarak da derin olunabileceğinin seçkin bir örneği.
“Uzun bir yalnızlıkla gelmiştir / Perdelerde trenlerin gölgesi”
diyebilmek, gerçekten, öyle her kişiye mahsus değil, er kişiye mahsus bir hüner
ister. Nihat Ateş’in hünerinin tanığıyız. Şiirin, “Alev kuşları tünemiştir
dallara /Ateşböceğinden teninde eriyense / İki karıncanın
yüreğidir” biçiminde dizelenen bölümü, bana yoğun bir Ahmed Hâşim etkisi gibi
göründü. Bu belirleyişim, yadırgadığımdan ileri gelmiyor; sevdiğim için
söylüyorum. Kumaşımızı, özünde kendi rengimizle boyarken, kendi desenimizle
dokurken; bu arada ola ki bir öncüden, bir bilgeden de etkilenmişiz; kime ne?
Mahâret odur ki: yazdığımızda kişiliğimizin mührü baskın olsun,
etkilendiğimizin altında ezilmekten suyumuz çıkmasın! Çalçenelik etmeyeyim:
“Eşiğin Türküsü”, bu sınavdan muzaffer çıkmıştır.
Nihat Ateş, “Şair, politikacı olmadan ‘politiğin’ dilini nasıl bulacak?”
(“Bu ‘Yaşam’dan Şiir Çıkar mı?” başlıklı yazısından) diye soruyordu
yazılarından birinde. Soru, önemli ve değerlidir. Mevcut şiir kumpanyalarının
(bilerek “kumpanya” diyorum), şair tipolojilerinin yüzde ne kadarında bu
soruyla yüzleşme cesâreti vardır acep? Bir bakıma, “masa demeksizin, masanın
şiirini yazabilmek” gibi bir şey bu. Güç, çetrefilli, belâlı bir iş, hakçası.
Her benim diyenin gözünün kesebileceği uğraşılardan / yönsemelerden olmadığı
besbelli. Çünkü, “yüksek düzeyde soyutlama”yı koşullayacaktır, ister-istemez.
Yükse düzeyde soyutlamalarsa, “yüksek soru”larla sarmaşdolaş ilerler. Yüksek
soruların, aynı zamanda “iyi soru”lar olduğunda diretiyorum. Buradan hareketle
olacak, iyi soran şairin iyi şiir yazacağına inanmışımdır hep. Nihat Ateş’in
“Kâğıt” adlı şiirine “Bir kâğıt doğurdu beni / Üst üste
katlanarak / Göçteki bir turnanın sancısına” demesine baktığımda,
böyle düşünüşümün haklılığına iyice inandım. Şiirin ilerleyen satırlarında “Bir
ebru doğurdu beni yeniden” şah-imge’sinin görkemi ise belleğimi de yüreğimi de
kamaştırdı büsbütün. Sınıf bilinciyle donanık devrimsel dönüşümün şiire
yansımasıdır, vurguladıklarım. “Şiirin rönesansı” diyeceğim, çok görülmesin.
Kemal Özer’in anısına adanmış “Guguklu Saat Atölyesi” başlıklı düzyazı-şiir,
Nihat Ateş’in sitedeki en iyi üç şiirinden biri, bana kalırsa. (Ötekiler:
“Anımsadık” ve “Lal Fener”.) Düzyazı formunda yazılsa da, şiirin olanaklarını
düzyazının gövdesine üstünlükle giydirmiş ve böylece iyi şiirde içeriğin
“bağımsız değişken”, biçiminse “bağımlı değişken” olduğunu güzelce örneklemiş
oluyor hepimize. Yedeğinde târihsellikle, yedeğinde mitolojiyle, sevdâ
yollarına revân olmuş, destansı bir yiğitliğin serencâmını okuyoruz sanki.
Birkaç kavramsallaştırmada bulunacağım, paradoks gibi görünmesinler:
Materyalizmin mistisizmi!.. Mistisizmin materyalizmi, desem, daha mı denk
düşecek şiirin dokusuyla? İyisi mi, şiirin girizgâhını nakledeyim de, siz
söyleyin şiire yakışanını:
“ ‘Beyaz kanatları bulutlara karışan bir kuşun ruhunu yaşıyorum’, diyen
Şamana hiçbir zaman inanmadı bizim ustabaşı ama “Aşk elbette var. El üstünde
el, can altında can lazım”, diyen o güzel, cilveli kadına her zaman inandı.”
“Şam Çeliği”, esefle söyleyeyim, ideolojik basıncın ağırlığından enikonu
sakatlanmış. Şair; gazeteci belgeselliğiyle, diplomat ciddiyetiyle, mühendis
soğukluğuyla, başöğretmen bilgiçliğiyle veyâ politikacı / vâiz hamâsetiyle..
bunların hiçbiriyle yazmaz hâlbuki, yazmamalıdır. O zaman, şu “Ey şimdi kalbini
söküp kafasını koparanlar onun / Neyi biliyorsunuz
siz? /Bildiğiniz ne sizin? / Hiç.” dizelerindeki bu yukarıdan
atıp tutmalar neyin nesi? Retoriğin böylesi, bizi, bütün insânî ve vicdânî
hislerimizle karşı çıktığımız din-mezhep madrabazı halk düşmanlarıyla benzer
dilden içeriksizleşmeye sürüklemez mi?
“Anımsadık” şiiri, ölsem-gitsem unutamayacağım güzellikte bölümlerle yüklü. Dirileştirici, dinamikleştirici ne deyişler onlar. İşte o bölümlerden biri:
“Kırdılarsa gölgemizi,
Birbirimizin omuzlarına düşen
Onu anımsayalım istediler.
Durmadan gelecekten söz eden
Rüzgârlarımızı değil.”
Şuradaki şiirsel incelik, her insanı, ütopik ama bitimsiz derinliklerin yaşandığı evrensel duyarlıklar ülkesinin yurttaşı olmaya çağırıyor gibidir:
“Bizse birbirimizle
Yaprak hışırtısıyla konuşmayı öğrendik.”
Zorbaların kusmuk kokulu suratlarına yumruk gibi inen dizelere bakın hele:
“Umudun yürekten ve kitaptan çıkıp
Sokağa gelişini anımsadılar.
Taze bir ekmek gibiydi sabah.
Anımsadığını gördüler
Ellerin hep ellere yakıştığını.
Çok korktular.”
“Bağdadi Duvarın Sırrı”nda, şu dize çok çarptı beni:
“kuytuydu o zaman annem”.
Şunların da hakkına giremem doğrusu:
“hangi kuytuya saklanacağım şimdi
Her yerde renkli televizyon
maç porno alışveriş
betonarme duvar asfalt sokak
pazar pazar Pazar”
Gelgelelim, diğer bölümler, şiirsel mecrâsını bulamamış, tipik kaba-gerçekçilik örnekleri.
“Lal Fener”, Allah var, Nihat Ateş’in doruk şiirlerinden. Bütünüyle doğurgan, okundukça çoğalan ve çoğaltan özelliklerle bezenmiş. Söyleyişin akıcılığı, dilinin temizliği, imgelerinin dal-budak yayılışları, düşünsel birikimlerin sanatsal içeriklere büründürülmesi, şiirin yetesiye sinerji biriktirmesine yol açıyor.
Devletçe “yasa-dışı” ilân edilen ve aranan bir genç kızın, düğün alayından hemen sonra zorbalıkla, çıplak zorla katledilişinin öyküsünü barındırıyor şiir. Tamâmını almazsam, şiirin şairine de, öyküsünün kahramanına da hürmetsizlik edecekmişim hissine kapıldım birden. Buyrun, yüksek övgüleri sâhiden hak eden o şiir, noktasına-virgülüne karşınızda:
“Lal Fener
Suskun tahta kapı
Dilini unutmuş eşikte
Eşikte belleği ağaç
Lal bir fener gibi
Kullanıyorum aklımı bugünlerde
Bir düğün alayından arta kalmış gelinin
Dizbağları çözülüvermiş de eşiğimde
Saklarken korku dolu gözlerini
Vuruvermiş ışıklarım
Ölüm sinmiş yüzüne
Kıvrılıp kalıvermişti öylece
Nereye kapandığı artık unutulmuş kapıyı açarken
Yağmur gibi yağmıştı da kurşunlar
Çarpıvermişti ışıklarım
Devletin kendisinden çok aradığı
Gencecik ve masmavi gölgesine
Sanki gündüz göğü inmiş
Bir hale gibi ışıklarım içimde
Binlerce ayak ve gövde sustu
Bir ten gördü işte
Bir geçmiş ölüvermişti eşiğimde”
**
4.
Fatih Akça
Akça, beş şiiriyle sitede. Kapalı, ketum, okuyucudan epey gelişkin bir şiir kültürü isteyen şiirler yazıyor , Akça. Kapalılığını yer yer anlamsızlığa kadar taşıdığı da oluyor. (Onu, bu yönüyle, şiirlerine daha sonra değineceğim Kaan Turhan’a benzetiyorum.) Buradaki anlamsızlık sözcüğünü, olumlu veyâ olumsuz içeriğiyle değil, yüksüz (nötr) olarak alıyorum. “Şiir dediğin ille de apaçık olmalı, iletisini dosdoğru verebilmeli, okuma-yazmasız insanların bile hemen anlayabileceği / sevebileceği kertede yazılmalı” diyen, yalınlık bağımlısı, hele basitlik budalası yaklaşımlardan yana hiç olmadım; bu yaşımdan sonra da olabileceğimi sanmıyorum. Açıklık / kapalılık nitelikleri, şiiri şiir eden unsurlardan değil çünkü. O kadar değil ki, diyelim Ahmet Muhip Dranas açıklığıyla Ece Ayhan kapalılığı, hiçbir vakit birbirinin seçeneği sayılmamalı. Birbirinin seçeneği olmadıkları için de, onların şiirsel varlıkları, mantık biliminin iyeliğindeki bir kavramlaştırmayla söyleyelim, ancak ve ancak “ayrıklık ilişkisi” düzlemindedir. Onlar, iki apayrı şiir ülkesidir ve hâlis şiirsever biri, o iki ülkeye de yurttaş yazılmakta bir mahzur görmez bence. Benzer bir denklemi, Pablo Neruda-Octavio Paz ikilisi için de kurabiliriz.
Lâfı şuraya getireceğim: Akça; kapalı (puslu da diyebiliriz), ketum (ağzı sıkı) yazıyor ama bu yazışlarını, basbayağı taklitçilikle zedelenmiş bir özenticiliğe, farklı görünmek uğruna olmadık biçimsel şaklabanlıklara soyunan züppeliklere götürmüyor. Şiirinin ölçüsü-biçisi, insanı rahatsız edecek şiir-dışı aşırılıklara duvar örebiliyor. Dizeler arası geçişlerde söylem yoğunluğu inceden inceye hesaplanmış bir dengelilik, imge kurgularında mantıksal denetimi boşlamayan bir tartımlılık egemen. Bütün bu başarılar, elbette, şiirin omurgasını sapasağlam kılıyor; tok söyleyişli bir yapı oluşturmasının önünü açıyor:
“sonra ne olur kahveden çıkar biri, gider güneşe oturur
babalar bumerang evlere döner, akşam olur”
“kapı sokağa itilir, adımlarca yollar linç edilir
çiğ adamlar geçer, kadınların rüyasından hunharca”
Gerçi, sonrasında (edilgin eylemsellikle başlayan şiirin, nedense ve birden
etkin eylemselliğe geçişiyle), şiirin müzikalitesinde belirgin bir düşme
hissedilir ama bu kusur daha sonra tekrar aşılır:
“ne olursa bundan sonra olur
avizeler yanar evler sağ çıkar sabaha
işkillenmiş bir düdük dolaşır şehri
yatıp kalkmayı düşünür bir çocuk hemencecik
yatıp kalkmayı düşünür bir orospu hemencecik
kirlenip temizlenir gecenin bacaksız iki yüzü”
Temposu yükselen şiir, kazandığı imgesel gerilimi, bir daha sonuna değin yitirmez. Çarpıcı, düşündürücü, zihinsel-duyarlıksal emek ürünü olduğu her hâlinden anlaşılan çalışmalardandır “Döngü”.
“Sokaklar Çiçeklenir”, “Döngü” çapında güçlü bir şiir sayılmasa da (“eskimiş
haziran tekrarlamak /istiyor soluğumla bir kentti / neden!”
dizeleriyle kurulan kesitte biraz tutukluk, iyi gitmeyen bir anlatım var.
Ayrıca, “kentti” değil de, “kenti” olmalı sanıyorum, o sözcük) ortalamanın
hayli üstünde.
Giriş bölümündeki, dili hiç zorlamayan akıcı söyleyiş, şiirin “derin yapı”sına nüfuz edişiyle epey etkileyici:
“çiçekli gömleğimi avluya sürtersem
yenerim belki
daldasında yılan besleyen taşları”
Aşağıdaki dizelerse, şiiri âdetâ uçuruyor:
“işte geldim sil baştan avlulara
acemi bir otum taş altlarına büyüyorum
çocuklar kaldırıp atmalı bu kabusu
taşı taşa çarparak kırmalı sessizliği
yıkmalı avluları kalkmalı topraktan sınır
gömlekler gömmeli tohumlarla
çiçeksiz gömlekler”
Somut (maddî, nesnel) varlıkları imleyen sözcüklerle / kavramlarla kurulan şiirlerde akıcılığı, söyleyiş başarısını tutturabilmek, gerçekten hüner ister. (Dolap, değirmen, kemik, burun, salon, pedal, musluk, conta.. sözcükleri böyledir örnekse.) Fatih Akça’da bu hüneri net olarak görebiliyoruz.
“Leydi Mahşer” de en az “Sokaklar Çiçeklenir” kadar iyi, şiirsel mimârisini yetkinlikle kurabilmiş şiirlerden. Duygu birikiminin duygusallığa katiyen düşmediği, bilâkis dinamik bir şiir bilincinin ışığında ısrarla duyarlığa evrildiği, seçkin verimlerden. Defâlarca okudum.
“Tekil Masal”, kimileyin düzyazısal, kimileyin şiirsel tarzla yazılmış. İyice uçlara çekilme, şiirsel yaratmaya enikonu soyut, denebilir ki entelektüel katkılarda bulunma çabası, çok başat bu şiirde. Ece Ayhanvâri tutum, dolaysızca gözlemlenebiliyor. Şiirin topoğrafyasını, bütünüyle üstgerçekçi (sürrealist), karanlık ögeler şekillendirmiş desek, abartı olmaz:
“suya kardeş, çürümeye özdeş gemiyim
bana yeter bu, gövdemi sürterek çürürüm
gerçeğin hayale karışmadığı bir denizde”
Sonrasının karanlığı daha da baskın:
“Suyun içinden çıktı masal. Karaya yürüdü. Çoğaltarak
zıtlığı. Herkese bir ayna verdi. Aynaya herkesi bir bir verdi.
Gördün mü hu çene kemiklerini söz ikiye ayırdı onu! Dil
ağızdaki ejderha. De masal de bana. Sinirlenen bir kent
gördüm, homurtusuyla oyuyordu zamanı. Yaralı zaman
ısırıyordu insanı.”
Evet, karanlık; ama güzel, şiirsel bir karanlık bu. Alıp götürüyor insanı. Pozitif anlamda “metafizik ufuklar”a yolluyor bizi. İyice tasarlanmış, aşırı mantıkçı sertlikleri de hallaç pamuğu atarcasına atan “kaotik güzellik” dedikleri şey, böylesi şiirlere benziyordur herhâlde.
“Kentler Manzarası”, sitede, biçimce “Tekil Masal”ın gövdesindenmiş gibi
duruyor ya; ben onu, yeterince sevemediğim, muhtemelen “Tekil Masal”a
yakıştıramadığımdan da olacak, ayrı bir şiirmiş gibi düşündüm. Duruk,
donuk, kütür kütür katılığıyla, şiirden ziyâde düzyazı kokuyor, “Kentler Manzarası”.
Fazlasıyla tıknefes. Günümüz kentlerinin kabalığını, kötürümcülüğünü
dizeleştirmeye çabalarken; şiir, kendisi kabalaşmış, kötürüm olmuş. Yürümüyor,
yürüyemiyor. Fatih Akça’nın o tek kötü şiirinden bir öbek alayım da, haksız
mıyım siz de görün:
“kentte insanlara durak olmak
burnumu kütür kütür kanatıyor
bir bekleme salonum bile yok
kedi almadım adını muhsin koymadım”
Neyse diyelim. Beşte bir olumsuzluk, bir şair için fenâ not değil. Öteki
dört şiiriyle, Fatih Akça, iyi şair olduğunu belgelemiştir.
**
5.
Tarık Günersel
İlle de pişmiş aşa su katma peşinde koşanlardan olmadım. Zinhar, böylesi çiğ
amaçlarla çevrelemem kendimi. Tanınmış, şöhretli simâları sarakaya alarak,
adımı duyurmak cinsinden ucuz reklâmcılıkların bayağılık olduğunu bilirim. Ne
ki, böyleyim diye, Günersel’in yazdıklarını şiirden görmediğimi söylerken,
ikircikli davranacağım, duraksayacağım da sanılmasın. Aynı düşüncemi, daha önce
bir dergide yazmıştım. Yinelemiş oldum. Buradaki dört çalışmasını okuduktan
sonra, bu savımın temelsiz olmadığını, tersine, pekiştiğini saptadım.
Sevindirici bir yargı değil tabi. Keşke, tersini düşünüp söyleyebilseydim!
Günersel; birtakım görsel, sayısal (dijital) işâretlerle yazdıklarından, bâzen
tümden grafik çalışması denebilecek işlerinden, gene bir zamanlar BiRGün
gazetesindeki köşe yazılarından tanınır. Kendini, siyasal yelpâzenin solunda,
hem de epey solunda, sosyalist kanadında görenlerden. Burada şiir niyetine
yayımlananların tek başına adlarından bile çıkarabiliyoruz bunu: “Suruç
Kırımı”, “Haziran”, “Uludur Doğa”, “Diktetör”…
Ne var, adlarının ağır tonda devrimcilik kokması, toplumcu tınılar taşıması, o
karalamaları poetik / esteik sığlıktan kurtaramadığı gibi, politik bakımlarda
da ileri bir mevzîye, maalesef taşıyamıyor. “Suruç Kırımı”na birlikte bakalım:
“İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ!
İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ! İ!
32 genç İnsan...
33. cansa beyni yıkanan:
İ!”
Gazeteci Metin Münir, bir keresinde “Demokrasiyle insan, hamakla ağaç gibidir.
Eğer birbirlerine bağlanmazlarsa ikisi de yerlerde sürünür.” diye yazmıştı.
Şiirle şuur arasındaki ilişki de tıpkı demokrasiyle insan, hamakla ağaç
arasındaki ilişki gibidir. Şuursuzca, aklınıza her düşeni, hiçbir mantıksal
dizgeye bağlamadan, kâğıt yüzeyine yâhut elektronik ortama gelişigüzel
boşaltırsanız; elde-avuçta kalan artık, ne şiir, ne de şuur; ne de ikisinin
sentezidir. Ne midir: Çoğunluğun “bunda bir hikmet olmalı” türünden baktığı,
görünüşte aykırı ve pek gösterişli, özde ise çeperlerine değin statükocu ve
bomboş bir keyfiyettir.
Günersel’in, onlardan burada yok ama, öyle şiirleri (!) var ki, yalnızca bir
(1) ve sıfır (0) sayılarınının, geometrik bir yapı (diyelim dikdörtgen)
biçimindeki dizilişleriyle kurgulanmışlar. Anlamasak da, şairinin (!) bir bildiği
vardır, diyerek işin içinden çıkmak da mümkün. Gelgelelim, kolaycılığın
böylesi, şiir sanatıyla ciddî ciddî ilgilenen birine hiç mi hiç yakışmaz.
Öyleyse ne? Şu olduğu kanaatindeyim: Özgün, herkesten farklı görünme
numarası!.. Yüzeyselliği, cehlimürekkepliği alenîleş(tir)miş ve
kitleselleş(tir)miş sanat-edebiyat toposumuzla onun her ideolojik kılıktan
cemaatçikleri buna son kertede müsâit nasılsa! Bir yel estireyim de kayadan ne
kadar apartabilirsem kârdır, anlayışı!.. Bir yenilik menilik yok gerçekte.
Denenmekten posası çıkartılmış “biçimsel oyunbazlıklar”dır, sahneye konulan.
Beylikleşmiş, klişeleşmiş postmodernist salgılamalar!..
“Haziran” metni, şiirin aslî malzemesi olan sözcüklerle düzenlenmiş ama orada
da, boşuna yorulduk, şiirin ş’sine rastlayamadık. Çokçası yeteneksiz şairlerde
gördüğümüz, artık kabak tadı veren, sözcükleri hecelerine bölerek veyâ şiirdeki
eleştiri nesnesi kişinin adının-soyadının alaysamalı biçimde ele alınması
yöntemini Günersel de tepeleme kullanıyor. Bu ne, deseniz, belki “devrimciyim
ben, Gezi Kalkışması’nın nişan tahtasına koyduğu, siyasal arenamızın en
kudretli aktörüdür şiirimin eleştirel hedefi” diyecektir, Tarık Günersel. Der
mi der; ne ki, demesi, yazdığının şiirselle buluştuğunun göstergesi olamıyor
ki? İddiâsının büyüklüğüyle yüzseksen derece ters düşen, baştan sona biçimsel
şehvetliliktir, bir estetik çelimsizliğidir karşımızdaki. Alıntı
getirmeyeceğim. Merak eden, siteden okuyabilir.
“Uludur Doğa” başlıklı çalışma, gûyâ diyalektik materyalist bir mantıkla yazılmış!
Ancak, diyalektik materyalist öğretinin bilinen kalıplarının dümdüz, mekanist,
takır-tukur bir dille yinelenmesinden öte bir başkalığa, sanatsal içerikli
hiçbir kımıldanışa tanık olamadım burada da. Diyalektik düşünüşün
avâmileştirilmiş hâli fiilen. Bir bölümüne göz atalım mı:
“Bu evren
belki birçok türevinden
Emektir geliştiren
onsuz evrilemezdik
Candır ten
onsuz olamaz tin
Engindir beyin
onsuz düşünemeyiz
Zengindir madde
onsuz maneviyat olmaz”
İki dizelik son bölümdeki “naïf-romantik doğaseverlik”se, “doğa diyalektiği”ni zerrece kavrayamamışlığın bâriz, basit bir yansıması:
“Dans edelim Doğa'yla
‘Boyun eğiş’ olmasın aramızda”
“Diktetör” başlıklı şiirde; çoktan bayatladığı için günümüzde iyi şairler ve eleştirmenlerce ancak gülüp geçilen “sözcük oyunları”ndan (“buluşçuluk” diyenler de var) biri çarpıyor dikkatimize. Böylesi teknikler, bîhakkın uygulandığında, ilgili sözcük, nişangâhı 12’den vuran bir mermiye dönüşüyor. Ama dediğim gibi işte: bîhakkın uygulandığında. O vakit, biz ona, şiirin çıtasını yükseltme görevini bilinçle yüklendiği için “sözcük oyunu” yerine, “sözcüksel sapma” diyoruz. Ece Ayhan’ın “cehennet”, “aparthan” sözcüklerini hatırlayalım. Onun, şiir kitaplarından birinin adı, bu bahiste daha da zengin bir örnek: “Bir Bakışsız Kedi Kara”.
Günersel; didaktik (öğretici!) şeyler yazıyor ya, “diktetör” sözcüğünü, “dikte etmek”ten türettiğini çıkaramayacağımızı düşünmüş herhâlde ki, kendince iki dizeyle, açıklamaya da girişmiş. Girişmemesini dilerdim. Gülünç olmuş!
“Diktetör. ‘Diktatör’ bu demek zaten.
Dikte eden.”
Şunlara da bir soluk zaman ayırın, bakalım savsöz (slogan) kalabalığından
başınız dönmeyecek mi:
“Karanfile biber gazı,
kimyasallı su, şiddet…
Maşallah.
Pek sever hiddeti.”
Günersel; ya biçimperestçe (Örnek: “Suruç Kırımı”) yazıyor, ya diskur (Örnek: Adlarını burada geçirdiğim ve kısaca değindiğim diğer üç şiir) çekiyor. Oysa, has ve hakikatli şiir, ikisinin de dışında. Uzaklara gitmese de olur; Dağlarca’ya, Gülten Akın’a, Turgut Uyar’a çevirse bakışlarını…
Vikipedi, Tarık Günersel’in “Şair, öykücü, aforist, denemeci, librettist, çevirmen, dramaturg, oyuncu ve yönetmen.” olduğunu belirttikten sonra, şunları da demiş: Sanatın opera, tiyatro, sinema, edebiyat gibi pek çok alanında çalışan çok yönlü bir sanatçıdır.”
Giderayak vurgulayayım: Öznel görüşümdür, kimse katılmak zorunda değil. Bana kalırsa, kötü şair de, kötü mötü fakat gene de ikinci-üçüncü sınıf bir şairdir. Ad vermeye kalkmayayım, yüzlercesini sıralayabiliriz. Günersel’e geldikte ise, ne diyeceğimi üç aşağı beş yukarı sezebileceğinizi düşünüyorum. Vikipedi’nin listesindeki öbür yönleri için bir yargıda bulunamam; ancak şair olarak nitelenmesi, insana “acaba?” dedirtmiyor mu, duraksatmıyor mu kişiyi?
**
6.
Kadir Aydemir
Aydemir’den, insanbu’da dört şiir var. “Berkin Elvan’a Ağıt” hâriç, öteki üç şiir, benzer biçim ve içerikteler. Dize yapılanışlarındaki tutukluk / kekemelik (bunun olumsuzluk olduğunu düşünmüyorum ama; şiirin psikolojisi, böylesi bir dizelemeyi kendiliğinden dâvet etmiş olabilir), çoğuncası ortalama güzellikteki imge düzenlemeleri ve şiirlerin hepsine derinlerden nüfuz etmiş koyu karamsar ruh hâli, üçünün de ortak paydaları.
Yanlış anlaşılmaktan çekinirim: Koyu karamsarlıkla şiir yazılmaz, demiyorum, diyemem. Sözgelişi: Ahmet Erhan’ın nerdeyse bütün şiir külliyatı koyu karamsardır. Öyleyken, gene nerdeyse bütün verimleri, sözcüğün kapsadığı tüm olumlu bağlamlarda şiirdir. Söylem, “yüzey yapı”yla mümkünü yok yetinmez; dallana-budaklana, aka-çağlaya “derin yapı”ya bağlanır ve o bağlanma süreçlerinin bütün aşamalarında da okuyucunun imgelem dünyasına yepyeni pencereler açar. Kimileyin “melânkoli”yle kaynaşan koyu karamsarlığı, onun şiirinin devrimciliğini gene de perdelemez. Zirâ, Erhan; koyu karamsarken bile, özünde karşı-devrimcilikle örtüşen “kötümserlik”in anaforunda boğdurmaz şiirini. Bunu, estetik atılımlara sıkı sıkıya sarılarak başarır elbette. İmgeyi, avara kasnakçasına boşa döndürmez; onun “hayat”la olan nesnel bağlaşıklığını gözeterek çalışır, şiir dersine.
Kadir Aydemir’de ise imge kuruluşlarındaki başarı, biçimde ortalamanın altına düşmese de; içerikte o düzey çoğu kere tutturalamaz. Dolayısıyla da şiir, devreleri yanmış bir elektrikli cihaza benzer, öyle durumlarda. Bir türlü çalış(a)maz, etkin konuma geç(e)mez. Umarsızlıklar, atâletsizlikler, sık sık keser yolumuzu:
“Acıyla eğiliyor akşam
Buz tutmuş otlara basarak gelip
Hiçbir şeyi unutmayan
Toprağın üstüne.”
(“Ölü Doğa”dan)
“Taşların altına saklandım
Bulman için beni
Her şeyden vazgeçmiş otlar arasına
Ve yere düşen yıldızlar”
(“Eksik Gökyüzü”den)
Görüyorsunuz işte: “Ölü Doğa”daki “Buz tutmuş otlar”, gider “Eksik Gökyüzü”de “Her şeyden vazgeçmiş otlar” olur. Devinimsiz, bağrında ileriye yönelik hiçbir potansiyel taşımayan, ancak olumsuzluğunu sürekli tekrarlayan bir Doğa. Bildirisi bakımından: tutucu, tutuculuğun bile gerisinde, Kadir Aydemir’in şiiri. Yakınlarda sonsuzluğa uğurladığımız, birinci sınıf şairlerden Gülten Akın’a kulak vermeli hâlbuki:“Umudumu hiçbir zaman yitirmedim. Acılarıma yedirmedim. Acı varsa onu duymak başka, acıya yenik düşmek başka. Acıya yenik değiliz. Ne ben ne de şiirim.” (Zeynep Oral söyleşisinden, Milliyet Sanat Dergisi, 1988)
Aydemir’in “Karanlık” adlı şiirini okurken hele, karabasanlar basar içimizi:
“Islak çatılara çökünce gece
Kör perdedeki o gözler gibi
Kusuyorum içimdeki taşları
Siyah ve keskin!
(…)
Yerde fare pislikleri yazgımıza karışan
Ve ölüm, bir yengeç gibi gelip yerleşiyor eve.”
“Berkin Elvan’a Ağıt”ta ise Aydemir, başka bir biçim, başka bir söyleyiş edinmiş. Haziran Direnişi’nin simgesi Berkin üzerinden yürüyen “görece toplumcu” bir damar görüyoruz orada. Ne var, bu damar da pasifist, dolayısıyla da açılımsız, sınıfsal çekirdekten yoksun. Apaçık ortada: “reel durum”u zihinsel-imgesel düzeyde dönüştürmek gibi bir sıçrayış, şiirin olanaklarını deşeleyen bir çaba gene yok:
“On dört yaşında
Ekmeğe giderken
Vurdular beni”
Şiir, “Annemin gözünden / Düşen yaş / Sulasın toprağımı.” diye, hayatında şiirle hiç ülfeti olmayan kişilerin dahi söyleyebileceği çeşitten bir sığlıkla sonlanıyor nitekim.
Kadir Aydemir, biliyorum, şiir kitapları ve ödülleri olan, dergiler çıkarmış,
tanınmış şairlerden. Yitik Ülke Yayınları’nın sâhibi aynı zamanda. Yayınevi,
dergileri olmasaydı, mevcut şiir hacmiyle adını ne kadar duyurabilirdi,
demekten doğrusu kendimi alamıyorum.
**
7.
Zeynep Yasmin
Sitede, Zeynep Yasmin üç şiiriyle görünüyor. Onunkiler, Şiir Sunağı’ndaki, en zayıf çalışmalardan.
Öyle anlaşılıyor ki, Yasmin, şiirin kuramsal sorunları üstüne
düşünmeleri denememiş hiç. Poetika nedir, estetik nedir; bunlara ilişkin
uğraşılarda bulunmamış. Hangi içerik hangi biçimi zorunlar, gibisinden bir
kaygı da taşımamış. Oturmuş, aklına nasıl esiyorsa onu yazmış. Şiirin, derinlikli
bir ayıklama süreci olduğu bilgisiyle tanışmamış çünkü. Katmadan çok, eksiltme
işlemiyle yürünen çetin mi çetin bir yol olduğunu, besbelli bir yerlerden
okumamış. Okusa bile, yetesiye algılayamamış. Okuyup algılasaydı, “Özlem”
adlı çalışmasındaki şu satırları (“kızılın maviye karıştığı / kalemimin
çapasının / şiire takıldığı / yerdeyim”) alt alta / dizeler hâlinde
yazabildiği gibi, yan yana / cümleler hâlinde yazdığında da (kızılın maviye
karıştığı, kalemimin çapasının şiire takıldığı yerdeyim) bir
değişim olmadığını görecek ve ister-istemez böyle şiir inşâ edilemeyeceğinin
ayırdına varacaktı. Bu, yalnızca bir örnek.
Sınaması zor değil: Bulun Yasmin’in şiirlerini siteden, pürdikkat okuyun,
dediklerimin insafsızlık olmadığını anlayacaksınız. Hem, neden insafsızlık
edeyim ki: Tanımam etmem Yasmin’i. Kendisiyle kişisel bir problemim de olamaz.
Hep dediğimi diyeceğim gene: O kadar zamanda, kendisini malca-mülkçe
kalkındıracak bir işe değil de şiire mesâi ayırdığına göre, hiç değilse niyet
olarak iyilikçi, güzellikçi ve de şiirseverdir mutlak. Bunlar benim, kuşku yok,
haksızlık etmemi engelleyici faktörler. Daha ne olsun?
Sadri Ertem’in, “Edebiyat, ıstırabın dilidir.” dediği geliyor aklıma. Şiirse, edebiyatın en ıstıraplı türü. İlk oturuşta şiir yazmakla, şiirin tılsımına varabilmek, olanaksızdan da olanaksız. Değerli Zeynep Yasmin arkadaş; öyle bolluk bir yerlerde varsa, ben de bilmek isterim.
**
8.
Elif Firuzi
Üç şiir var Firuzi’den. Üçü de iyi şiir. Uzatmayacağım. Elif Firuzi; şiirle hayli hemhâl olmuş, şiirin iç-dış sorunsallarıyla cebelleşmiş biri olduğu izlenimi bıraktı bende. Şiirini yasladığı sosyoloji, gerçekten gürlek. Toplumsal acılardan, toplumca yaşadığımız çelişkilerden, slogancı kolaycılığa, ben dedim oldu toptancılığına yüz vermeden süzüyor şiirselini.
Yakınlarda yaşadığımız Ankara Katliamı’nı konu edindiği “Ankara İçin Şiir” başlıklı veriminden özellikle varıyoruz bu yargıya. Şiirin tümündeki söylemsel tutarlılık, yargımızı iyice perçinliyor. Niceliğiyle küçük ama niteliğiyle büyük bir parçaya bakalım o şiirden:
“yola düşsem diyorum
toplasam açıktaki acıları
rafine insanlık aksa memelerimden
çığlıklarından emzirsem
gözlerine dolunay batmış bütün çocukları”
“Ümit Özkan’a Cevap”ta, yalınlıkla sarmalanmış bir şiirin izini sürüyoruz. Çokçasının şiirinde yadırgadığımız yabancı (burada İngilizce) sözcük ve kavramlar, Firuze’nin şiirinde yerliyerine oturtulmuş, “şiirsel debi”yi daha da hareketlendirmiş. Aynı tavra, “Gecenin Hikâyesi”nde de rastlıyoruz. O verimdeki bütün dizeler, imgelerin zenginliğine örnek oluşturmaları yönünden dikkat celbedici ya, biz giriş kısmını nakledelim ve susalım en iyisi:
“Uzun ince bir yol gibi uzanıyor Saygon Nehri
Sisli kayıklarında titrek ışıklarıyla sessiz şehre
Havada eksiksiz bir hayat tadı
Beyaz keten takımlı adamlar Fransız aksanıyla İngilizce konuşuyor
‘Medeniyet’ geliyor insanın aklına!
İnce boyunlu zarif orientale kadınlar hep sakin, gülümsüyor
Sanki dünyanın merkezine pırıltılı bir akşam iniyor.”
**
9.
Kaan Turhan
Kaan Turhan’ın şiirinin serüvenini, “Gözleri Yitik Düş” başlıklı, boyutça çok ince, estetikçe ise çok incelikli kitabından biliyorum. Andığım o kitabı için, Berfin Bahar dergisinde (Şubat 2014, Sayı 192), kapsamlı bir yorum / tanıtım yazısı yazmıştım. Sitedeki şiirlerden ikisini (“Saatler, Akıntıda İstenç Yüklü” ve “Aynı Kerkenezin Son Çığlığı” başlıklıları), ilkin oradan okumuştum. O şiir deltasının süreği görünümündeki “Hanemde Tutsak Acı” ise, sanırım ilk kez burada yayımlanıyor. “Süreği” dememdeki maksat şu: Turhan’ın şiirinin yatağı değişmemiş, gövdesi de aynı gövde. Ondan ki, yaklaşık benzer yargılarda bulunacağım için, sözü uzatmak, yararsız olacağı kadar, anlamsıza da kaçacak. “Aşkınlığın Şiirine Bitişmek” başlıklı o yazımdan aktaracağım şu cümleler, yeterince açıklayıcı olabilir:
“Kaan Turhan’ın şiiri, öyle sanıyorum, “kültür-merkezli” bir şiir. Kültürünün kaynağında ise, felsefeden sosyolojiye, oralardan psikoloji ve psikiyatriye, siyasalbilim alanlarına değin genişleyen yönelimler / açılımlar var. O, şiiri bir "iç-dökme aparatı" olarak görmüyor, araçsallaştırmıyor. Hayatla olan nesnel bağlantılara başvuruyor ve bunu yaparken de, ucuz ve zahmetsiz olanı değil, pahâlı ve zor yollarda yürümeyi seçiyor: Özgün soyutlama teknikleri kullanıyor. Birbirleriyle hiç ilgisi yokmuş gibi duran sözcükleri öyle ustalıklı bir biçimde sürtüştürüyor ki, o sürtüşmelerden süreç içinde yangınlara dönüşecek olan şiir kıvılcımları saçılıyor ortalığa. Kimilerinin yaptığı gibi, iş olsun, dostlar alışverişte görsün diye eğip-bükmüyor sözcükleri. Alışıldık kullanımların kalıplarını kırarken, o kırılmaların içlerinden bizim algı sistematiğimizi allak-bullak eden enerji birikimleri çıkartıyor. Üstelik, o birikimlerin dünyanın silbaştan yorumlanmasına katkılarını çoğaltıyor. İçbükey ve dışbükey aynaları, birbirlerinin işlevlerini kışkırtmalarına açık tutarak, birlikte çalıştırıyor: “Somut dünya” ile “insanlığın soyutlamaya yatkın hâlleri” aynı potada kesişiyor, çatışıyor yâhut uzlaşıyor. Bütün bunlar olagelirken, alelâdeliğe yer yok elbette, seçkinciliğe de. Çokbilmişlik, başvâizlik, başöğretmenlik de hükümsüzdür o mecrâlarda. Her durumda esas olan şiirdir.”
Velhâsıl: aşkınlığa bitişme çabası, olanca hızıyla devam ediyor, Turhan’ın şiir çizgisinde. “Hanemde Tutsak Acı”daki, ancak kırık-dökük bir kalbe yakışabilecek “dize kırmalar”la ilerleyen şu üst düzeyli dizeler, dediğimin dört dörtlük uygulamasıdır:
“kanmadım, o çirkin salınanlara,
dokuyarak yalan devşirdiğin koca sahteliğinle
benden yürüdün, ta içimden; nedensizce, damar damar
yokluğunda, bir duvak düşledim, sonluydu
kimsesiz ve karanlıkta, çeperinden sızan
ceninle konuştum: ‘haykırma, ilacın bu vakittir!’ “
**
10.
Cemile Çakır
Cemile Çakır, benim için bilindik bir imzâ. Şiirin yanı sıra öykü ve roman yazarlığı da var. İnsancıl dergisinde yayımlanan şiirlerinden anımsıyorum en çok. Kimbilir, eserlerinden kitap bütünlüğünde de okumuş olabilirim. Eften-püften bir şair olmadığını, adını okur okumaz tanıyışımdan çıkarıyorum. Bir blogu var, Çakır’ın; orası epey donanımlı verimler toplamı. Cemile Çakır; kısa, özlü yazıyor. Boyut, şiirin şiirliğini saptayan etmenlerden biri olmadığı için, şiirin kısalığı / uzunluğu, her zaman dikkate alınacak, önemsenecek ayrıntılardan değildir. Elverir ki, kısacıklığına karşın, yoğunluklu olsun şiir. Lâstikmişçesine uzatıldıkça uzatılmış, kof içerikli (daha doğrusu: içeriksiz), yapay, yığıntı, fason şiiri, yâni şiirbazlığı ne edeyim ben?
Az evvel dediğime dönüyorum: Çakır’ın şiir atlasında gevezeliğe, lüzumsuz ayrıntıya yer açılmaz. Buradaki üç şiiri de böyledir ve dipdiridir. Lümpen duygusallığını baştan sona reddeden “bilinçle desteklenmiş duygu”nun özgül ağırlığını şiirinin merkezine oturtur, her dâim. Ayırdındadır ki: bilinçsiz duygu duyarlığa evrilmez, sulugözlü duygusallığa seğirtir.
Çakır’ın şiirlerinden seçerken zorlandım. İyi, yetkin şiirler böyledir; insanın elini-ayağını titretir, kalbini çoğul seçeneklerle yüz yüze bırakır. “Rüzgârdan Sevgili”yi, hiç kırpmadan, alalım biz:
“Rüzgârdan bir sevgilim vardı.
Kaldırıp havalandırdı beni
bıraktı beyaz köpüklü dalgalar üzerine,
ruhum kıyılarda çalkalandı.
Rüzgârdan bir sevgilim vardı.
Beni kanatlarına aldı,
bırakıverdi maviliğe.
Evren şimdi pür mavi.
Rüzgârdan bir sevgilim vardı.
Beni ağaçların soluğu kıldı”
“Çakıl taşı” ve “Güvercin’in Kanat Sesi” şiirlerini de bir yol görmelisiniz bence. Belleğiniz, imgeleminiz varsıllaşır.
**
11.
Sabri Kuşkonmaz
Kuşkonmaz’ı, genelde, BiRGün gazetesindeki muhâlif yazılarından, sol-demokrat duruşundan tanıyorum. Hukukun üstünlüğü ilkesinin, ülkemizin bütün toplumsal tabakalarında geçerli olmasının savaşımını veren, az sayıdaki yürekli avukatlarından. Yazılarındaki Türkçe, öyle “yazıyor işte, bir şeyler karalıyor kendince!” diyerek geçiştirilecek basitlikte değil asla. Cümlelerinin, izini bırakan bir aroması, rengi, kokusu var. Anadili midir, değil midir (ne önemi var ki bunun ayrıca) bilemem ama Türkçe’yi seve-okşaya kullandığı, gözlerden kaçmıyor.
Birkaç şiir kitabı olduğundan ve öykü, roman türlerinde yapıtlar yayımladığından da haberdarım. Bunda benim kusurum olduğunu tartışmam bile fakat, kitaplaşmış hiçbir bir çalışmasını okuduğumu hatırlamıyorum. Çokçası, orda-burda, dağınık bir şekilde okuduğum, biraz da incitirim çekincesiyle beğenmediğimi ifâde etmekte zorlandığım şiirleriyle hatırlıyorum desem, en doğrusu olacak.
Diyeceklerimin, buradaki iki şiiriyle sınırlı kaldığını, dolayısıyla da Sabri Kuşkonmaz’ın şiir toplamına değgin kesinlemeye yakın yargılarda bulunmanın saygısızlıktan ileriye gidemeyeceğinin altına çizmeliyim ivedilikle.
Şiirlerin ikisi de “yüzey yapı”yı (“yatay yapı”yı) aşamamış, “derin yapı”ya
(“dikey yapı”ya) yönelememiş kanımca. “Uçurum Annelerimiz” şiirinin
tematiğindeki kadirşinaslık, hakperestlik önünde ayağa kalkarım, tamam. Tamam
da, şiir açısından söz alınca, heyhat ki, benzeş / özdeş cümleler kuramıyorum.
“Dünyanın bütün Roboski’lerine” adanmış “Bir Çam Yıkılır” şiirindeki sınıfsal öfkeyi, şiire adım atar atmaz fark ediyoruz. Ama o kadar işte, hepsi “gündelik / güncel dil”in öfkesi, düz cümlesi olarak kalıyor; şiirin imgesel ufuklarına açılamıyor.
Nokta.
**
12.
Bahadır Özdemir
İki kısacık şiir. Birkaç kez okudum. Hiç de fenâ görünmüyorlar, desem, Özdemir arkadaşın hakkını yemiş olur muyum acep? Öyle de, feleğimizi şaşırtacak mikyasta bir derinlikleri de yok. Montaigne ne diyordu, hatırlayalım: “İyi şiir, ortalamayı aşar, bizi şaşırtır, imgesel dünyamızı allak-bullak eder.” Belleğimde kaldığı kadarcığını yazdım. Bahadır Özdemir’in, Montaigne’nin bu cümleleri üstünde uzun uzadıya düşünme alıştırmalarına girişmesini dilerim.
“Bayram Sonu” şiirindeki şu üç dize, daha bir etkileyici gibi:
“Dolunay tam tepedeyken düşüyor,
Yas tutan bir çocuğun gözlerine
Sona kalmış, kötü bir pay olarak... “
**
13.
Onur Behramoğlu
İyi şairlerin ırmağındandır, Behramoğlu. “Verili dil”in imkânlarıyla sınırlamaz kendini; onu kategorik olarak reddetmez ama ham hâliyle “olduğu gibi” de sokmaz şiirine. Şiir algımızı genişletecek yeni kanallar, şiir terbiyemizi ve görgümüzü bereketlendirecek arklar açar ona. Dilin hamurunu yoğurmadan önce mayasının nitelikli olmasına özen gösterir. Hangi şiir hamurunu hangi maya daha iyi kabartır, bilir o işi.
“Bende” şiirinin şu bölümü, ne demeye getirdiğimin küçücük bir belgesi sayılsın:
“pütürlü belleğinde dokunuşların
geceye özgü sesler
bilenmiş ustura ışıltısı
değil bunlarla değil
buğday göğsünde boy atan
ayrılıkla yarışsam”
Onur Behramoğlu, kitaplı şairlerden. Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram’ın yeğeni olduğu söylenir durur edebiyat ortamlarında. Buna neden gerek duyulur, onu bilmem ya, neyse!.. Onur Behramoğlu; onların (veyâ başka tanınmışların) gölgesini kullanarak ünlenmeyi, içine sindirebilecek birine hiç benzemiyor. Kendi mührünü bastığı şiirinin onuru yeter ona.
“Benim bildiğim Berkin” şiiri de güçlü. Dokuması sıkı, nakışları yakıcı. Gene de, bana mı öyle geliyor bilmem; üç kavşakta aksıyor, sarkıyor gibi: “benim bildiğim ‘ol’ ”, “on bir mart ikibinondört Salı” ile “ve ölü ve çürümüşüz” dizeleri, şirin akışını kesintiye uğratıyor. Buradan bakınca, bu şiir, “Bende” şiirinden, etkileyiş açısından, bir gömlek aşağıda duruyor. Umarım yanılıyorumdur.
Kusurun buncağızı, Onur Behramoğlu’nun, şiirimizin güçlü bir atardamarı olduğu gerçeğini tersine çevirmez şüphesiz.
**
14.
Veysel Çolak
Bütün şiirlerini sevdiğim üç-beş şairimiz varsa, bunlardan biri de Veysel
Çolak’tır. Çok kendine vergi şiirsel yaratıcılığıyla, şiir coğrafyamızın başı
bulutlara değen dağları arasında sayılmak, ona pek yakışır kanısındayım. Enver
Ercan gibi çapsız, hele son yıllarda yazdıklarıyla yerlerde sürünen, şiir
yakıtını handiyse tümden tüketmiş birinin düzinelerce sanat-edebiyat tırşıkçısı
tarafından “Şiir Çınarı” diye selâmlandığı (Bakınız: Kurşun Kalem,
Temmuz-Ağustos 2014, Sayı 30) bu pür-bahtsız diyarlarda, Veysel Çolak’ın
şiir çalışmasının kıymeti, o kanaatteyim, hak ettiği ölçüde teslim edilmiş
değildir. Çolak, salt iyi şair olmakla kalmaz; şiir kuramları (poetika)
bakımından da, yetkinliğiyle, ustura kadar keskin estetik zekâsıyla da öne
çıkan, önemi tartışılmaz bir edebiyat öznesidir. Şiirimizin sosyolojik
haritasını, ontolojik topoğrafyasını onun kadar derli-toplu çizebilen ikinci
bir sanat emekçisi kimdir, deseler, doğrusu cevaplamakta basbayağı zorlanırım.
Toplumsalcı şiirimizin, toplumsalcılığı şiirde çürüten, kaba tâbirle “dangıl
dungul” kesimlerinden ısrarla ayrılan yüzü. “Şiir zamânının ruhu”na derinlerden
nüfuz eden, fenomenal kişilik.
Gelin görün ki, Veysel Çolak’ın günahları (da) hiç az değildir. O günahlar,
şiir ahlâkı, entelektüel ahlâkı tartısına vurulsa, çektikleri ağırlığı görünce,
küçük dilimizle berâber büyük dilimizi de yutmayacağımızın garantisini veremem doğrusu.
Yıllarca derlediği şiir yıllıklarına, şiir antolojilerine öyle zayıf, fason,
süflî şiirler tıkıştırmıştır ki; görseniz, böylesi döküntüleri, böylesi şiir
ifrâzatlarını seçen kişi, kesinkes Veysel Çolak ol(a)maz, olmamalı demekten öte
bir seçeneğiniz kalmaz. En azından benim düşüncem bu merkezde. Şiir kuramları,
şiir estetiği (poetika) alanlarındaki yüksek birikimini, antolojilerine /
seçkilerine neden yansıtmamıştır? Yansıtmadığının yanında, kendi entelektüel
donanımından o mecrâlarda neden yararlanmadığının gerekçelerini de hiçbir zaman
neden açıklamamıştır? Bitmedi. Şiiri, kapitalist mekanizmanın rant sistemine
âlet eden içtenliksiz “sol” çevrelerle hizâlanmaktan kaçınmamış, hattâ “şiir
yarışmaları” dedikleri kumpasları tertipleyenlerden ödüller almış; bundan da
kötüsü, o kumpasçıların seçici kurullarında görevler yüklenmiştir. Başta,
kendi şiirine-yazısına, başta kendi entelektüel kapasitesine
saygısızlığın-sevgisizliğin daniskası demez misiniz buna? Sorular, sorular,
sorular…
Sorular, bir kenarda duradursun. Biz, şimdi sitedeki iki şiirinde konaklayalım
birazcık. İki şiir için de, hiç sallantısız / duraklamasız, “sitenin yıldız
şiirleri” nitemini kullanabiliriz. Her iki şiirde de, ilk sözcükten son sözcüğe
değin, bir tek aksayış ya da sarkış yok. Her iki şiirin matematiği de, deyişim
uygunsa, integral hesapları yoğunluğunda, trigonometrik / logaritmik bir
hassâsiyetle, en ince ayrıntısına değin hesaplanmış.
Kavramlaştırmalarımdan kimileri yadırganacak belki, ne yapalım, söyleyeceğimden
caymayacağım: “duygunun tasarımsal geometrisi” kıvâmında bir şeyden söz
edilecekse; bu kıvam, boydan boya kuşatıyor, sarmalıyor, Çolak’ın şiir
evrenini. Somutla soyutun candan kucaklaştığı, “duyarlık geçirgenlikleri”nin
doruklara tırmandığı, imgelem verimliliğinin sınırsızlaştığı atmosferlerle
yüklü yaratışlara tanık oluyoruz, Çolak’ın şiirsel emeklerinde. Merkezden
çeperlere doğru sürekli genleşen, akabinde çeperlerden merkeze gerilimlerle
çekilen, gitgelleri çok basınçlı “şiir ihtilâlleri” bunlar.
Ondan ne vakit bir şiir okusam, “Veysel Çolak’ın şiir yazdığı bir dünyada,
benim şiirimin cirmi nedir ki?” sorusu çarpmıştır, yüzüme-gözüme hep. Sahte ve
salakça bir alçakgönüllülük bâbında anlaşılmasın dediğim, samîmiyetsizsem
n’olayım!
Hazreti Yunus kıssasını bilir misiniz? Her şeyden ümit kesilmiş bir hâldeyken,
bizi balığın karnından ancak hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem
gökyüzüne geçen bir kahraman kurtarabilir, denir o kıssada.
O nedenledir ki ben, şiirimizden ümitsizliğe kapıldığım her durumda, iyi ki Gülten Akın, iyi ki Dağlarca, iyi ki Turgut Uyar, İyi ki Metin Altıok ve gene iyi ki Veysel Çolak var, biçeminde mırıldanırken bulurum kendimi.
Onun, buradaki “Bir Fotoğraf Dağılıyor”, “Bir Aşk ki Kıstırıldı Ama Ölümsüz” başlıklı şiirlerini, ne yapın edin, okumadan geçmeyin.( Alıntıya lüzum yok; şiirlerin bütünselliğinin örselenmesinden, söylem güzelliğinin gölgelenmesinden çekiniyorum.) Sonrasında ise, tüm şiirlerine koşturun, var gücünüzle. Onun şiirinin deryâlarında kulaç atmak, başlıbaşına tutarlılık, tüm iktidar pratiklerine diklenen bir ayrıcalıktır.
**
15-16-17-18-19
Sületman Sırrı Kazdal, Hüseyin Çukur, M. Mazhar Alphan, Sinan Kutlu, Hakan İşcen
Geldik dayandık, sitede tek şiiriyle görünenlere. Doğal ki: tek şiir(ler) üzerinden söyleyeceklerimiz, ötekilere değgin yazdıklarımızın yanında, fazlasıyla kısa boyutlu, fazlasıyla savsız kalacaklardır. Fiskeler hâlinde dokunmalar, değinip geçmeler diyelim bunlara. Çünkü: tek şiire bakarak, üsttenciliğe seğirtmeler, nesnelliğe de sığmaz, eleştirel etik açısından da sakıncalıdır.
Süleyman Sırrı Kazdal’ın “Sancı”, Hüseyin Çukur’un “Tanıklık Üzerine” (“künt” sözcüğü yerini bulamamış orada, Hüseyin Çukur, sanırım “kunt” demek istemiş), Edebiyat dünyasının epey eskilerinden M. Mazhar Alphan’ın çok uzun “Gezi Şiirleri”, Sinan Kutlu’nun “Ötekiler”, Hakan İşcen’in “Yüz Yıl Uyuyan Prens” başlıklı çalışmaları için, olumlu değerlendirmelerde bulunamayacağım, yazık ki!
Ola ki ben yanılıyorumdur, ama bu çalışmalarda, imgeleme, dize kurgulama, anlamsal yapı (semantik), ses yapısı (fonetik), şiirin topyekûn mîmârisi vs. hangi yönlerden bakarsak bakalım, tastamam bir “şiir başarısızlığı” yürürlükte. Böylelerinden istemediğiniz kadarını, düzeysizlikten dökülen, asgarî sanat kültüründen yoksun sağcılarla “solcular”ın güdümündeki lümpen dergilerle; onlardan kat be kat fazlasını da, vıcık vıcık sanal ortamlarda her an görebilmeniz mümkün. Şiirin, gelip geçici duygusal tepkilenmelerle değil, sözcüklerle; gündelik, siyasal ya da bilimsel-felsefî bilgilerle değil, onlardan da yararlanarak poetik-estetik tutamaklı kültürlerle yazılabildiğini eklesem burada, ukalâlık etmiş sayılır mıyım, ne dersiniz?
**
20.
Hüseyin Avni Cinozoğlu
Cinozoğlu; bu yılın 4 Eylül’ünde, ömrünün henüz yaşlı sayılmayacak bir
döneminde, sonsuzluğa göçtü. Eskilerin o şiirsel adlandırmasıyla, “nev-i
şahsına münhasır”, üstün nitelikli bir şairimizdir. Çoğu şiir olmak üzere,
roman, deneme, öykü dallarında yayımladığı yığınla kitabı var. Sağcıymış,
solcuymuş diye etiketlemeden, “önce şiir” felsefesine bağlı kalarak (ama,
“şiirist şovenizm” derekesine düşmeden), belki 40 kadar dergide şiir ve yazılar
yayımladı. Toplumsal konu ve izleklerle harmanladığı mistik-metafizik imkânları
dibine değin kurcaladı. Bu tavrı, bâzı ortodoks-“sol” mahallelerde, fanatik
-“lâik” mıntıkalarda sıklıkla yadırgandı. Hâlbuki, Nâzım Hikmet de dâhil,
birçok devrimci şair ve yazarımız, dinsel-geleneksel antikiteden ilerici tarzda
yararlanmış; o kaynaklardan devşirdikleri / dönüştürdükleri motiflerle
ulusal-evrensel açılımlara bağlanmıştı. Geçelim, bu konu, başka bir yazının
cephânesidir. Cinozoğlu, bu şiiri “Cellâdlar Baladı” başlıklı şiiriyle
şereflendirmiş. Balad, bildiğiniz üzere, şiirin müziğe uyarlanmış hâlidir.
Cinozoğlu ise, müziği şiire uyarlamış âdetâ. Coşkun / taşkın söyleyişiyle, derinlikli
bir şiir kazısına girişmiş. Giriş şöyle:
“Cellâd, Şah’ımın boynunu vurur
Ol dem kıyamettir kopar
Köprüler yıkılır”
Bütün imgesel yaratıcılığıyla, şiirinin odak noktasına, bizim de, örneklerini birebir ve on yıllardır, ciğerlerimiz kavrulurcasına yaşadığımız; kutuplaştırılmış, kılcallarına varıncaya dek kamplaştırılmış siyasal ortamların başat aktörlerinin hegemonik / otoriter karakterlerini yerleştirir. Onların sonsuz kıyıcılığını, bütün mazlumların hissiyatlarına hitâp ederek, alegorik biçimde somutlaştırır. Somutlaştırırken de keskin politik şiarların altında ezdirmez şiirini. Hangi yoldan giderse, hangi yataktan akarsa, daha etkin, daha silkeleyici olacağının bilincinden milim uzaklaşmaz. Şiirin fonundaki “özelleş(tiril)miş yakın toplumsal târih”, olanca dinamizmiyle besler, çalışmasının özünü ve özdeğini. Eşyâyı adıyla çağırmanın, kitabın ortasından konuşmanın şiirceye tercümesidir, ortaya konulan.
Siyonist katil Şaron’un nezdinde, bütün yönetici-hükümran cellâtlar yargılanır. Filistin halkının Gazze direnişi ve Türkiye’nin Gezi (Haziran) Ayaklanması özdeş kılınır. Şiirin finaline düşülen ek, gösteriyor işte:
“Direnişe devam, parola: İSYAN
BJK 1903
O güzel ve kahraman çocuklar
Ne Cellâd’dan korkar ne de Padişah’dan
Elbet Bahar gelecek bir gün benim acılı ülkeme de”
Paradoks desinler, umrumda değil: Cinozoğlu’nun mistisizmi, mekanik-materyalist “devrimciler”in hepsinin kalpsizliğinden çok daha devrim desenlidir.
**
21.
Hakkı Zariç
Zariç imzâsının yabancısı değilim. O da ben fakir gibi, şair-yazar grupla(şmala)rında arzıendam etmeyi sevmiyor olmalı ki, ortalıklarda pek görünmez. Şiirini yazıp, bir şişenin içinde denize salanlardan. Şiir kim(ler)e varacak, ya da varacak mı varmayacak mı, umursadığını sanmıyorum pek. İktidar düzeneklerine karşıt düşüncelerinden ötürü, uzun yıllar tutuklu kaldığını biliyorum. İki şiir kitabı var, yanlış hatırlamıyorsam. Hakkındaki izlenimim olumlu. İyi şairler küresine rahatlıkla katabiliriz onu. Sıkı, cins şiirler işçisidir. İnce eğirip sık dokuyanlardan. Şiirinin atlasında, hüzün ve yalnızlık atbaşı gider. Acılarından süzerken şiir nektarlarını, bu dünyanın tozundan-toprağından, iyisiyle-kötüsüyle bu dünyanın insan malzemesinden geçirerek geliyor bugünlere. Buradaki, uzun dizelerle işlediği 28 dizelik tek şiiri “Islak Kül”, bir miktar örnekliyor dediklerimizi:
“Kendisini sorun çözmeye adamış adamların adımları yorulur
Yaşlı mevsimler gelir, heves gözün alnında sarışın bir yaprak olur
Gölün huzurunu kaçırır sektirilen taşın dalgaları
Moda sözcükler, kof ahlak ve ürkek bakışlı kadınlar unutulur”
Atlası hüzün ve yalnızlık koksa da; soyut, çıkışsız şiirlere katamayız Zariç’inkini. Bilhassa sonuncu dizede biriken arzu, canıyla-cânanıyla yazdığını imliyor zâten:
“Biraz daha gök, daha gök, gök!..”
**
22.
Balkan Yenisey
Yenisey adına ilk kez bu sitede rastlıyorum. “Aylan’ın Ülkesi” başlıklı tek şiirinin şu öbeğini beğendim:
“Bayraklarınızı taşımadım hiç
Kavgalarınızı anlamadım.
Anlayacak kadar büyüyemedim
Babamın korkuları yabancıydı bana”
Aslına bakarsanız, öbür öbekler de ortalamanın altına düşmemiş. Şiiri, yaşamının bir rengi, kalın bir çizgisi hâline getirmekte kararlıysa; daha çevik, daha çekici şiirler yazamaması için bir sebep göremiyorum.
**
23.
Betül Dünder
Görkemli soyutlama girişimleri ağır basar, Dünder’in şiirlerinde.
Girişimlerinde gayet başarılıdır. Yerliyerine yerleştirdiği imgelerle, şiirinin
çarklarını, melekelerine yaraşır şekilde döndürmesini ustaca becerir. Şiir
için, parrhesiastes çapındaki şairler ve şiir kuramcıları, çoğu kere, “dil
içinde dildir” demezler mi; bu tanımlama, bana mı öyle geliyor bilmem, Betül
Dünder Şiiri için firesiz geçerlidir. Betül Dünder Şiiri diyorum, evet; biz
şiirseverlere ne mutlu ki, böyle bir “şiir adacığı” vardır yurdumuzun. Buradaki
“Kumru Kuşu” şiiri, birkaç kitaplı bu şairimizin imgesel yetilerinin
üst-estetik düzeydeki yansımalarının taşıyıcısıdır. Küçücük bir îtirazla ama:
“Kumru Kuşu” demek, “domates sebzesi” demek gibi bir şey değil mi? Abesliği
besbelli. Nasıl sâdece domates diyorsak, sâdece “kumru” demekle yetinebiliriz.
Yoksa, şiir tepesinden tabanına kadar, tastamam bir duyarlık-akıl sevişmesi.
Bir parçacığında soluklanalım:
“Bütün çiçeklerimi değişebilirim zor değildi
denizlerimi verirdim sana karaya çıkmazdım hiç
en uzak şarkıları seslenirdim senin için -eski haziranlardan
bilirim bunu-
uzaklaşma sakın ay gösterir derdim kalbini şaşıranın yolunu
sana kabuk olurdum yaprak olurdum alırdım üstüme gövdeni”
**
24.
Gökçenur Ç.
Ç.; Şiir coğrafyamızın yüzünü güldüren şairlerinden. Dizelerinin iskeleti
düzgün, imgelerinin omurgası sağlamdır. İnsanlığın birikimine sâdık, şiirin
sosyolojisine saygılı bir antolojide mutlak yer almalıdır.
Kitaplaştırdığı birçok şiir çalışması var. Sitedeki “Berkin'in Alnından Kalkan
Siyah Martıya Anıt” başlıklı tek şiiriyle de estetik doygunluğunun, poetik
duyarlılığının zirvesinde dolaşır. Sözcükleri tutumlu kullanmasıyla
dikkat çeker orada. Bireysel’de kalmaz; toplumsal’a sıçramanın fideliğini,
yüksek şiir bilincinin toprağında yeşertmenin olanaklarına yaslanarak oluşturur. Şiiri
okuduktan sonra, “mâsumiyetin devrimciliği”ni derinden duyumsarız, bir kere
daha. Kendi çapımızda ayaklanırız: En çok da, “Çıkar / cevizin dibine gömdüğün
/ sapanı” dizelerinin çağrısına kapılarak.
**
25.
Erkan Ezbiderli
Ezbiderli, İmzâsını ilk kez gördüklerimden. Değişik, şiir görgümüzü genişletecek kalitede bir şiir. İnsanda, başka şiirlerini de görmek hevesini kışkırtıyor.
Ezbiderli, estetik niteliğin, salt içerikle değil, biçim kaygısını da yedeğine alarak erginleşebileceğini iyi kavramış. Seçkin eleştirmenlerimizden Hüseyin Cöntürk’ün, Turgut Uyar’ı anlatırkenki şu belirlemesi kulaklarımda küpedir: “Şairin iyi bir şair olması için bir ‘dünya görüşü’ olması şart değildir. Ama ‘özel bir dünyası’ olması ya da ‘dünyaya özel bir bakışı’ olması şarttır.” (Çağının Eleştirisi 1, YKY, 2006, s. 204).
Alıntıyı şundan ötürü getirdim: Ezbiderli’nin dünya görüşü nedir, ne değildir, bilemem; doğrusu, o yanını pek merak ettiğimi de söyleyemem. Şunu söyleyebilirim ama: Erkan Ezbiderli’nin, Cöntürkçe kavramlaştırmalara bağlanarak diyelim, “özel bir dünya”sının, “dünyaya özel bir bakış”ının olduğu yadsınamaz. Sevindirici tablodur, şiirimizin istikbâli için güven vericidir.
Hakçası, “Sefer” başlıklı şiirin(in) kusursuz güzelliğinden sermest oldum. Ne yapın edin, o şiiri okumaktan yoksun bırakmayın kendinizi. Beş parçalı çalışmadan, ilkiyle sonuncusunu sunuyorum:
“neyi istediğimiz gösterilmemiş çünkü
tüm yapabildiklerin, yapamadıkların
sonra birkaç yangın yanığı öğretir bunu”
“tümden gelip tüme varan için tektir sefer
nerden düştüm diye de buraya yerinme
gör, suyun toprağın başağın bir imlâsı var.”
**
26.
İnci Derinde
Şiir hareketlerini, şiir cereyanlarını yakından izlediğim hâlde, İnci Derinde
adını da yeni gördüm. Hayli uzunluğuna rağmen, dizeleri ve öbekleri, hiç
gevşetmeden / kağşatmadan, birbirine tutkalla yapıştırırcasına sıkılayan bir
şiirselliğin üstesinden gelebilmek, kaç şairin harcıdır bilmem ki. Öyleyse,
Derinde’yi şimdiye değin işitmemiş olmak, benim eksikliğim, hattâ
sallapatiliğim sayılsın. Yedi kesitli, yanlış saymadıysam 228 dizeli “İçinden
Tren Geçen Şiir”, tamlamanın bütün kuşatıcılığıyla söyleyeyim ki “senfonik
şiir”dir.
Toplumsal örgeli uzun şiirlerin ekserîsinde önümüzü kesen, düşüncemizi boğan,
duyarlığımıza ket vuran “bağırgan ve iddiâlı ses”ten eser yoktur bir kere.
Kibirsiz ama kendine güvenli, diklenmeyen ama dik durmasıyla seçikleşen
söyleyiş biçemi, şiirin anakarasını boydan boya sarmalar. İnci Derinde; zengin
kelime kadrosuyla, basitliği baştan kapı dışarı eden oylumlu yalınlığıyla yazarken;
pek haklı olarak, okuyucudan da belirli bir poetik / politik kültür, bir o
kadar da estetik altyapı bekler tabi. Böyle olduğunu, şiirin boyu-bosu,
içi-içeriği sezdirir.
“Politik kültür” dedim, lâfazanlık etmek maksadıyla demedim onu. “artık
karaborsanın ve / kıtlığın bulunmadığı bu çağdaki bu şehirde / geçim
sıkıntısının marjinalliğini hissederim / utanarak / çekip göğüslerinden, /
ismine örtüler örtmüş kadınlar dolaşır, / üşüyerek /çıplak kadınlar kenarda
köşede / memelerini göstererek dolaşırlar.” vezninde çığlıklanan bir şair,
şiiriyle irtibat kurandan politik tavır beklemez olur mu? Bir de şuraya dikkat
isterim: “kadınların memelerini göstererek dolaşmaları”nı, pornografiye santim
savrulmadan, yanı sıra “pederşâhi belleğimiz”i tersyüz ederek, şiirin bünyesine
giydirebilmek; üstelik, memeleri tensel çekim alanından çekmek sûretiyle
toplumsal acının motiflerine dönüştürmek, başka görkemli bir “siyasa-şiir
diyalektiği”ne işlerlik kazandırmaktır ki, ayrıca kayda değer. Aşağıya
taşıdığım dizeler de o bağlamlarda algılanmalı:
“orospuluk, azgınlıktan ya da bunalımdan yapılmıyorsa
uygunsuzdur ona dair şiirler yazmak tanrıya inanmamak kadar”
“boşa akmış aybaşlarımı, oruçsuz geçirilen ramazanlarda,
ve cinleri düşündüğüm de olur.
hortlayan genç kadınların beyazlığında işaretlerim kendimi
o gecelerde altıma işerim
bilirim, uğursuz olan kadındır hep.
ve benim trensiz şehrimin mezarlıklarında
yalnız kadınlar yatar.”
Ne kadar konuşsak yeridir, Derinde’nin şiirine dâir. Ama keselim burada. Şiirin tamâmını okuyun, ardını siz getirin, dilediğinizce. Dünyevî erklerin cümlesine“külliyen ret!” dediğini anayasasının ilk maddelerine yazmaktan geliyor o şair. Aykırılaştıkça güzelleşmiş, toplum kurallarıyla çarpıştıkça serpilmiş. İlgisiz kalmayalım onun şiirsel manifestosuna.
**
27.
Duygu Gündeş-Zafer Yalçınpınar
Gündeş-Yalçınpınar ikilisinin ortaklaşa yazdığı “Şaşırı” adlı şiir, farklı bir
sanatsal deneyiş. Farklı bir deneyiş olması, onun kendiliğinden şiir katına
yükseldiği anlamına gelmiyor ama. Şiirden çok, opera veyâ operet havasında
demek, daha isâbetli olacak. Gene de, şiir değildir, veyâhut kötü şiirdir de
diyemem. Bir yapıtta modernliğe abanan unsurlar varsa, onu algılamakta /
anlamakta yayan kalıyorum. Nötr (yüksüz) duruyorum, “Şaşırı”nın karşısında.
Fazlasıyla çağdaş şiirlerin künhüne tastamam varamayışıma yorumlansın.
**
28.
Halim Yazıcı
İkiliklerle yazmak, Yazıcı’ya has bir şiir biçimiymiş gibi düşündüğüm çok
olmuştur. O biçimi böylesine tutkuyla neden benimsedi bilmem. Oysa, başka
dizilişlerle örgü(t)lediği şiirleri, daha dolu, daha devingen, sanımca.
Örneklersem, “Beni Bu Seferlik Affedin”, “Sır” ve “Savaş” şiirlerini
sayabilirim. Bir dolu şiir kitabı var. Buna karşın, şiir birikimini çepeçevre
incelediğimi söyleyemem. Dergilerde görebildiklerim üzerindendir, değinilerim.
Öyle olunca da, hakkında, kesinlemeli bir yargıda bulunmam doğru olmaz.
Sakıncası yoksa, şuncağızı diyebilirim ama: Yaşı îtibarıyla, 1970 Kuşağı’yla
1980 Kuşağı’nın ortalaması bir yerde duruyor. O dönemlerin şairleri içinde,
baskın / etkin bir şiir konumuna yerleştiği öne sürülemez. Ancak, aldığı on
dolayında ödüle bakıldıkta; düşündürücü bir sonuç karşılıyor bizi: Ya ben
yanılıyorum, Halim Yazıcı, sanatsal sevîyece üstün nitelikli bir şairdir;
yâhut, ödüller, arkadaşlık ve / veyâ kabîle üyeliği hatırına üstünkörü
dağıtılıyordur. Bana, ikinci şık doğru görünüyor. Parça parça, dağınık dağınık
okuduğum şiir çalışmalarının bende bıraktığı izler de bu doğrultuda.
Sitedeki tek şiiri “Bir Çingene İçin Caz”ı sevdiğimi söylemekse, boynumun
borcu. Şiirin dibinde, fısıldarcasına söyleyişlerin yürürlükte olduğu bir “imge
mağması” kımıldıyor boyuna. “ölümden bile güzel büyürsün” dizesi içinse, ayrıca
saygı duruşu kaçınılmaz oluyor. O küçücük şiirin çekim gücünün büyüklüğü
şaşırtıcıdır sâhiden. Siz de okuyun:
Bir Çingene için caz
benim bir şiirimde ölürsen
kalbinde mızıkayla ölürsün
balıkların dilinden öpersin
düşünde bir çingene kızın
ellerime bırakırsın ellerini
ölümden bile güzel büyürsün
**
29.
Ümit Şener Ta
Ta’nın “Fesleğen” adlı tek şiirinin girişinden (“Ölümüm bir kere oldu /
Binlerce serçe seyretti camdan / Giden postacı attı mektubumu / Kelimelerinin
dilini çözemeden”) epey umutlanmıştım. Ne var, basamaklar geçildikçe, şiirsel
güç kaybı hissedilir ölçeklerde azalıyor, şiir sönümlendikçe sönümleniyordu.
Baksanıza şu dizelerin sıradanlığına, vasatlığına:
“Cam sakızı çoban armağanı
Mendilleri okula götürmüştüm
Öğretmenin güzel yanakları
Pembe pembe allanıp
Konuşuyorlardı sanki benimle”
İncitmekten korktuğumu vurgulayarak söyleyeyim: İlkokul çocuklarının
müsâmerelerinde okunan manzûmelerden ne farkı var bunların?
Şiirin, temelde “söylemek” değil, “farklı söylemek” olduğunu, Ümit Şener Ta arkadaş bilmesin, mümkün değil. Beylikleşmiş ama önemli bir genel doğruyu dile getiren o cümleyi de yazmalıyım: “Ne yazdığımız kadar, nasıl yazdığımız da belirleyicidir”.
**
30.
Sencer Başat
Başat, tanıdığım bir isim değil. “Yabancılaşma” adlı şiirini okuduktan sonra,
“sıfır noktasında ne şair bozuntuları var ki, gözümüze gözümüze sokuluyorlar
dergilerde, sergilerde, bilumum yerlerde; öte yandan, edebiyat ortamlarında
adını-sanını hiç duymadığımız, meselâ Sencer Başat gibi ne çok şiir ışıldağı
vardır kimbilir” diye söylendim durdum kendi kendime.
Dizelerin eklem yerleri, iyi saptanmış. İmgeler, doğurgan; soyut-somut dengesi
ustalıkla kurgulanmış. Sencer Başat, belli ki, zorlanmasız, rahat söyleyişin,
okuyucuyu şiire ısındıran önemli etkenlerden biri olduğunun farkında. Şiir
terbiyesi dediğimiz şey, sindirilmiş bir poetik kültürle estetik kültürün
bileşkesinden geçiyorsa; bu, toplumsal gerçekliği de sırtlanarak, Başat’ın
şiirine damgasını sâhiden vurmuş. Bu soy şiirlerde, sancı sancı çoğalan acılara
eğilmek; çağcıl duyarlık taşımakla bağlantılıdır, orası kesin.
Şiirden dört dizecik koyuyorum ilginize. Siz oncağızla kalmayın isterseniz,
şiirin bütününü görün derim. Hepi-topu, ne boyutta zâten!
“Bir kuru yaprağın
intiharına şahit oldum ormanda
bir sürü cenaze kaldırdı kalemim
postalların ayak izleri arasında”
Başat’ın başka şiirlerini de okumak, emînim, gönendirir insanı.
Bünyamin Durali