“Ben kimim?” üzerine

 

 

“Ben kimim?” üzerine

 

            Yazın etkinliği içinde en zoru belki de insanın kendisi üzerine yazmasıdır. Bilhassa çağımızın insanı, yaşadığı yabancılaşmanın etkisiyle gerçekliği ters olarak algılama sorunuyla karşı karşıyadır. Bu durum yazarı, dış gerçekliğe yabancılaştırdığı gibi kendisine de yabancılaştırabilmektedir. Dolayısıyla sanatçılar, felsefeciler, bilimciler de bu tehlikeden paylarını almaktan kendilerini kurtaramazlar. Elbette yabancılaşma tehlikesi şairler için de geçerlidir. Çünkü şair, dış gerçekliği kavramada belli bir amacı, isabeti, cesareti ve verimliliği gösterse de; bu cesareti ve verimliliği kendini gözlerlerken gösteremez. Yani “göz her şeyi görür ama kendini göremez” savsözünde dile gelen anlam; düşün ve sanat insanları için de geçerlidir. Kendini anlatmanın ne derece mümkün olduğunu görmek için şair Mustafa Göksoy’un kendini tanıtmak amacıyla yazdığı otobiyografik metin[i] üzerinde bir gezintiye çıkmak ilginç, yararlı ve öğretici olabilir.

K. Marx’a sorarsanız “insanın kendisi ile kendisi hakkındaki bilgisi örtüşmez.” Bu nedenle kendisi üstüne yazan kimsenin öznellik sınırlarını aşması kolay değildir. Bunu aşmanın yollarından birisi insanın kendisini nesneleştirmesidir. Yani açık ve dürüst bir biçimde kendisini bilgi nesnesi yapabilmesidir. Öznenin nesne olarak görülmesidir? Bunu yapmak kolay mıdır? Olay ve olgular gibi kişiler de “süreç” içinde değerlendirilirse belki kolaydır. Kanımca Göksoy da bu noktadan hareket ediyor. “Kimim” sorusunun yanıtını “kimdim” sorusunu yanıtlayarak vermeye başlıyor. Böylece geçmiş, günümüze bağlanıyor. Tarih bilinci terimi, böyle bir yazı türünde merkezi bir role sahiptir. Şair bu yüzden kendi tarihine dönüyor, oradan seçmeler yapıyor ve günümüze aktarıyor. Van ve Adilcevaz çevrelerinden yılanlı doğa görünümleri yanında Yılmaz Güney’li yıllardan kareler aktarıyor.

 

Çocuk İmgesi, Şiir ve Şair

 

İnsanın, kendi tarihine yönelirken neleri alması gerektiği son derece önemlidir. Zira ayrıntıda boğulmamak gerekir. Tarihi materyalizme kulak verenler için insanı insan yapan üretimdir. Dolayısıyla insan üretim ilişkileri içinde ele alınmalıdır. Göksoy’un, kişisel serüvenini, çocukluğunun neşeli, oyunlu günleriyle birlikte üretim içindeki yerini işaret ederek başlatması tesadüfi değildir. Çıraklık yaptığı yılları anarken “bu deneyimle de, emeğin yüceliğini ve artı-değerin nasıl oluştuğunu, ilmek ilmek bilincime taşıdım” demesi, yaşamın kalbine/özüne neşter attığının işaretidir. Anlaşıldığına göre feodal ve modern üretimin kesiştiği bir coğrafyada ve dönemde dünyaya geliyor. Hem işçi hem öğrenci çocuk olarak gösterildiğine göre sınıfsal kökeni emekçi denilebilecek bir aileye dayanıyor. Marx’ın bir tezini “insanın doğası, yaşamış olduğu toplumsal ilişkilerin sentezidir” biçiminde özetlemek olasıdır. Buna göre Göksoy’un farkında olarak ya da olmayarak bu argümana uygun bir yöntemle yazdığını düşünebiliriz. Çünkü metne dikkatle bakıldığında yazılanlar, “kendine övgü” metni olarak görülemez. Başarısızlıklarını, iflaslarını, yetersizliklerini açıklıkla ifade eden cümlelere rastlamak mümkündür. Girdiği sınavı kaybettiği gibi aştığı işyerinde de başarılı olamıyor. Bu açıdan bakıldığında metin yenilgi ve yengileri diyalektik bir üslupla birlikte ele almaktadır. Makalenin, eleştirel bir ruha sahip olması ise son derece ilgi çekicidir.

Çocuk imgesi, insanın kendi tarihini ararken de, yaşama sevincini duyururken de, şairlere, filozoflara esin verirken de kıymetlidir ve bir o kadar da vazgeçilmezdir. Dostoyevski “çocukluğumun beşiği yine sana geliyorum” derken çocuğa ait olan araçlara bile özlem duyuyordu. Dostoyevski’de olduğu gibi şairlerin; insanı, toplumu ve hatta dünyayı şiir olarak görmesi, üzerinde durmayı gerektirir. Göksoy’un anılan otobiyografik metninin çocuk imgesiyle başlamış olması, yazarın dünya görüşünü ve benimsediği politik-estetik çizginin de göstergesi olmaktadır. Onun optiğinde çocuğu ve şiiri birbirinden ayırmak kolay değildir. Öyle bir an gelir ki, genel çocuk imgesinden hareketle tek tek çocuklara gelinir oradan da kendi çocuğuna ulaşır, eş ve ailesiyle yeniden genele ulaşır. Genelden sonra yeniden genele bağlanmakla sistem kapanmaz elbette. Birazdan işaret edileceği gibi başlayan ve yaşanan süreç geleceğe taşınacaktır. Metne eklenmek üzere seçilmiş fotoğraf karesinin bildirisini de unutmamak gerekir. Özenle, düşünülerek seçildiği izlenimi vermektedir anılan fotoğraf karesi. Kadınlı erkekli, büyüklü küçüklü bir bütünsellik fark ediliyor. Görenler için umarın geçmişin izlerini ve geleceğin taslağını gülümseyen, üçlü figürden çıkarmak zor olmamıştır. Gülümsemedeki içtenlik üç figürün yüzüne tamamen egemen durumdadır. Gülümseme ağız, göz, yüz ve yanağın tüm detaylarına girerek inandırıcı hale gelmiştir. Dolayısıyla Göksoy’un kim olduğunu fotoğraf karesinden de anlamaya çalışanlar olacaktır.

 

Eğitim Sorunu Eğitimcilerin Eğitilmesi Sorunudur

 

Şiar, kendini anlatırken eğitim ortamını da birçok detaya girerek betimliyor. İlk ve ortaokul yılları üzerinde yoğunlaşıyor. Zira bu yıllar kimlik ve kişiliğin oluştuğu yıllardır. Şair, bu yıllarda ülkenin sosyal ve politik havasını metne yansıtmaya özen göstermiş anlaşılan. Sınıf mücadelesinden dem vururken bir yandan da, farklı yıllara ve mekanlara ilişkin analiz ve saptamalarda bulunuyor. Aile ve akraba çevresi dışında entelektüel çevrelere de projeksiyon tutmayı ihmal etmiyor. Aydınlattığı alan içinde kendi pozisyonunu açık ve anlaşılır düzlemde tasvir ediyor. Göksoy açısından eğitim ve entelektüel ortam kimlik ve kişiliğin oluşmasında son derece önemlidir. Bu yüzden tek tek öğretmenlerine vurgu yapma gereği duyuyor yazar. Gerçekten de Marx’ın bir tezinde dile getirdiği gibi “eğitimin asıl sorunu eğitimcilerinin eğitilmesi sorunudur.” Bu tezin nasıl bir karşılığı olduğunu şairin bu sunumundan da anlayabiliyoruz. Formel manada andığımız eğitim yılları sergilenirken şairin olumlu ve olumsuz kişi ve unsurları birlikte andığı gözden kaçmıyor. Yirmili yaşlar tasvir edilirken, Göksoy’un yaşam tecrübesinin arttığı anlaşılıyor. Bu durum metne de yansıyor ve metinde konunun bir hayli genişlediği görülüyor. Mersin, Ankara ve İstanbul şairin (daha doğrusu şair adayının) mekanları oluyor. Kardeşler yanında amca ve teyzeler metinde yerlerini alıyor. Ahmet amca “ilk öğretmen” olarak dikkat çekiyor. Kürdistan’da başlayan yaşam İstanbul’da şiir yüklenerek yoluna devam ediyor. Yazar, Kürt kardeşlerini de anarken onları onurlandırmaktan geri durmamıştır. Geleceği eşitlikçi bir dünyada gördüğü anlaşılan Göksoy’un metninin özüne hümanizm ve iyimserlik hakim diyebiliriz.   

Göksoy’un bildirisinde hem varolan hem de arzulanan dünyaya kitapların, şiirlerin, inceliğin, eşitliğin damgasını vurduğunu belirtmek gerekir. Böyle bir dünyanın kurulmasında kendisinin de payı olsun istiyor yazar. Bunun için okuyarak, yazarak düşünme etkinliği içinde bulunarak yaşamak gerektiğinin altı çiziliyor metinde. Yazarın; Beşikçi, Nikitin, Politzer merakını da bu çerçevede düşünmek gerekiyor. Bunlara ilave olarak entelektüel çevrelerle de teşriki mesaisi oluyor. Sıcak ve yakın ilişkiler kurulduğu anlaşılıyor. Hatta bazen dergi (Toplumsal Kurtuluş) ve yayınevlerinde (Mızrak) yazar ve yönetici olarak yer alıyor Göksoy. Bu ilişkiler içinde Yalçın Küçük, Bilgesu Erenus, Müştak Erenus, Afşar Timuçin, Güngör Gençay ve Cengiz Gündoğdu gibi isimler entelektüel açıdan yaralandığı kimseler oluyor. Bunları yakın dostları olarak da anıyor yazar. Demek ki çocukluğunda fark ettiği artı-değeri daha yakından tanımanın yolu olarak İktisat Fakültesi’ne giren ve mezun olan Göksoy, şiir dünyasına bu kültürel ortam ve çevreyle birlikte biraz daha yaklaşmış oluyor. Yazarın, entelektüel ortam ve bu ortamın kişilerini anarken ne denli nesnel olduğunu metinden anlamak kolay değil. Eleştirel bir ifadeyle söylersek; metinde başkasına değer yüklerken kendisini değersizleştiren bir kalemin zaaf ve defolarından izler bulmak mümkün oluyor. Yine de Göksoy’un kendini tanıtan metninden hareketle okur, yakın tarihimizin siyasal ve sosyal gelişmelerine de bir ölçüde temas etmiş oluyor. Dolayısıyla yazarın “Ben Kimim” başlıklı metnini kişisel değil de “kamusal bir metin” olarak okumak daha isabetli olacaktır.

 

TİP, Deniz Gezmiş ve Halkların Kardeşliği

 

Eldeki metinle ilgili dikkat çekilmesi son derece önemli olan noktalardan biri de metnin üslubudur. Çünkü düz yazı ile şiirin iç içe uygulandığı bir makaleden söz ediyoruz. Bu tarz metinler yazmak kolay değildir. Olanı anlamak için şairin şiir serüvenini bilmek gerekiyor. Bunun için de metne başvurulmalıdır. Yazarın bildirdiğine göre 30 yaşlardan sonra şiir çalışmasına başlanıyor. Dergi tecrübesi olan yazar, okuma etkinliğinde de yoğunlaşıyor. İlk şiirlerini İnsancıl dergisinde yayımlıyor ve şiir faaliyeti kitap çalışmalarıyla devam ediyor. Otobiyografik metnin bildirdiğine göre şairin üç şiir kitabı bulunuyor. İşte eldeki metnin üslubu, şiirlerinin niteliği hakkında da bilgi veriyor. Bu kitaplarındaki biçime ilişkin şimdilik üç kategorinin altını çizmekle yetinebiliriz: Bütünlük, akıcılık ve ses. Düz yazı içinde bazen şiire başvurmak da nispeten kolaydır. Şiir ile düz yazıyı aynı metin içinde birbirlerini eritmeden eşit düzeyde uygulamak ise kıvrak bir zeka ve yetenek gerektirir. Göksoy’un en zor olanını seçtiğini ve bunu başardığını söyleyebiliriz. Adeta şiir üslubuyla düz yazı yazmıştır şair. Şöyle de söylenebilir: Şiir nerede bitiyor, düz yazı nerede başlıyor, ayırt etmek kolay değildir onun makalesinde. Metni sıradanlıktan kurtaran, monotonluktan uzaklaştıran özelliğini de bu üslup zenginliğinde aramalıdır. Kısacası metin, içerik olarak “kişisel bir övgü” metnini aşıp kamusala ulaşırken bunu içeriğe uygun bir üslupla sergilemektedir.

Buğday tarlaları içinde, traktör üstlerinde başlayan ve metropollerde devam eden Göksoy’un yaşamı kentin karmaşası içinde devam eder. Çalışan bir eş ve üretim içinde bir çocuk babasıdır artık. Ellisinde emekli gelirine muhtaç bir yaşam sürer. Birçok yazın ve düşün kişisi gibi -ne yazık ki- o da “cumhuriyet devrimleri” efsanesine inanıyor ve burjuvaziden medet umuyor. Burjuvazinin kazanımlarını yad ediyor, burjuvazinin aydınlatma yaptığına inanıyor. Böylece kendi emeğini ve mücadelesini inkar eden bir tutum sergilemekten geri kalmadığı gibi kendine ve kendi değerlerine yabancılaşma örneği sergiliyor. Anlaşılan olası bir emekçi cumhuriyetinden ya da sosyalist cumhuriyetten söz etmeye kalemin mürekkebi henüz yetmiyor. Göksoy’un emeği “yüce değer” olarak görmesi de sorunludur. Sosyal demokrat bir tezin sosyalist bir tezmiş gibi sunulması onun bilgisizliğini değilse de iyi niyetini göstermektedir. Neyse ki şairimizin; TİP, Deniz Gezmiş ve “halkların kardeşliği”ne bağlanması, onun metnindeki burjuva unsurları –bir ölçüde de olsa- etkisiz hale getirebilmektedir.  

 

Adilcevaz’dan Gezi Direnişi’ne Bir Şair ve Şiirin Öyküsü

 

Üzerine konuştuğumuz otobiyografik metin, değişik mekanların serüvenini verirken değişik an ve tarihlerin de öyküsünü sunmaktadır. Bu zaman ve mekanların çakıştığı anlara insanın, ustalıkla yerleştirildiği gözleniyor. İnsan ise sosyal, ekonomik ve politik ilişkilerin bir sentezi olarak ele alınırken karşımıza sıklıkla şiir olarak çıkıyor. Sonuç olarak söylemek gerekir ki, bir insanda, insanın tüm hallerini görmek nasıl ki mümkünse aynı zamanda bir insanda diğer insanlardan izler bulmak da mümkündür. Bu bakış elbette insanı evrensel planda ele almayı gerektirir. Göksoy’un “Ben Kimim” başlıklı yazısında her insanın kendisinden izler bulması doğal karşılanmalıdır. Cümlelerdeki ok işaretleri insanı gösteriyor, bir adım ileride insan şiir kılığına bürünüyor, şiir ise gelecek oluyor. Van-Adilcevaz’da başlayan yaşamı ele alan metin, Haziran Halk Ayaklanması da dediğimiz “Gezi Direnişi” günlerini yad ederek sonlandırılıyor. Metinde ülke ve dünya gerçekleri; hapishane, arkadaş, dost, meslektaş ve yoldaş gibi ögelerle dile getiriliyor. Tek olanla çoğul, bireyle toplum, genel ile özel, kişisel olanla kolektif olan bir arada veriliyor. Doldurma dizelerden, sığ sözlerden, inandırıcı olmayan ifadelerden özenle kaçınıldığını belirtmeye bile gerek yoktur. Genelin; gevşek bildirisinden kaçınmak için kişi ve mekan adlarına vurgu yapılmış olması, bunun en önemli kanıtı olarak belirtilebilir. Metin, şairin “Yürüyüş Sevdam” adlı şiiriyle bitiyor. Tarih bilincini şiir dizelerine yansıtarak “Zamanın farkındayım” diyen şair, ömrümüzün, halkların türküsüyle kaynaşıp akmasını öneriyor. Umarım önerisi önerimiz olur ve gerçeğe dönüşür!  

 

   Mehmet Akkaya

 



[i] İnsancıl dergisi, Sayı, 298, S, 20, Mayıs 2015, İstanbul.

Facebook
yorumlar ... ( 7 )
20-06-2015
21-06-2015 17:40 (1)
Mustafa Göksoy'un otobiyografik yazısı, çok ciddi ve çok güzel bir biçimde incelenmiş. Bunun için inceleme yazarına teşekkür etmek isterim. Bir noktaya dikkati çekmek isterim: İnceleme yazısının üstünde yer alan resim, metnin içinde sözü edilen ve Göksoy ailesinin üç ferdinin de gülümseyerek kendilerini gösterdikleri resim değil. Bu bakımdan, incelemeyi okuyanlar, yanılgıya düşebilirler. Söz konusu resim, incelemede de kaynağı gösterilen otobiyografik metnin ilk sayfasında yer alıyor; bu incelemenin hemen üstünde yer verilen resim hakkında ise bilgilendirilmeye ihtiyacımız var. Bu noktanın dışında, söz konusu otobiyografiye yönelik böylesi bir incelemeyi kendim yapamamış olduğum için yukarıdaki incelemenin yazarına gıpta ettiğimi de itiraf etmeliyim. Böylesi bir incelemenin yokluğu, ciddi bir eksiklik olurdu. Dostum ve ağabeyim Mustafa Göksoy'un kendi kaleminden kim olduğunun öyküsü, sessizliğe terk edilmemiş oldu. Yazara bir kez daha teşekkür ederim. Coşkun Musluk
21-06-2015 19:55 (2)
Bu yukarıdaki fotoğrafı B. Sadık Albayrak yazı ile birlikte göndermiş, ama açıklaması yok. Taylan da ne yapsın, yazıyla birlikte koymuş. Şimdi bekleyin durun ki bizim Sadık buna bir cevap versin :)) K.A.
21-06-2015 21:33 (3)
Resimdeki çocuklardan biri Sadık Albayrak veya Mehmet Akkaya olabilir mi?
22-06-2015 12:50 (4)
Kaan üstadım, bir editör olarak ilgili yazıları dikkatli okusaydın, Mehmet Akkaya'nın yazısında sözü edilen fotoğrafın, Mustafa Göksoy'un "Ben Kimim" yazısında kullandığınız fotoğraf olduğunu görürdün. Bu fotoğraf ise, yine şairin kimliğini, beş yaşında bir çocukken ana babası ve kardeşleriyle gösteriyor. Mustafa Göksoy, en sağdaki çocuk. Fotoğraf çerçeveli bir resimden günümüzün cep telefonlarıyla kopyalandığı için camdaki ışık yansıması da patlamış. Bu fotoğraf Adilcevaz'da emekçi bir ailede geçen çocukluğun bir belgesi. Akkaya'nın yazısındaki fotoğraf ise, İstanbul'da üniversite eğitimi gördükten, evlendikten ve çocuğa kavuştuktan sonra şairin ailesini resmediyor. Bu arada bu yazıyı sunarken, şiirlerle ilgili hiçbir temellendirme yapmadan olumsuz görüş bildirmeni de yadırgadım. Okurlarda önyargı yaratıyorsun, buna hiç ihtiyaç yok zaten yazdıkları yorumlar önyargıdan geçilmiyor. Bu şiirleri neye göre güzel bulmuyorsun, elinizde şiiri ölçtüğünüz idealar mı var? Sevgiler. B. Sadık Alba
22-06-2015 13:07 (5)
Sevgili Sadık, ben editör değilim, editör yardımcısıyım, bir sataşman olacaksa Taylan'a sataş. Zaten bu yazıyı o onayladı, o yayına hazırladı. Benim suçum bir yorumcu bir soru sormuş, sorunun yanıtı hakikaten yazıda belli değil, cevap da verilmemiş, (Taylan'ın veya senin cevap vermen gerekiyordu Coşkun Musluk'a), araya girip acelecilik yapmak, bu gerekliliği hatırlatmak. 2 konuya gelince. Yahu biraz samimi olalım, bu şiirlerin niye güzel olduğunu sen açıklayabilir misin? Güzel bulduğumuz veya beğenmediğimiz her şiir için açıklama makalesi mi yazıyoruz? Bana göre iyi değiller. Çok da anlamadığımı zaten alçakgönüllükle belirtiyorum, sen üstüme geliyorsun hala. Normalde şiirleri şiir editörümüz onaylıyor. Ona gösterdim, o da beğenmedi. Ne yapacağız şimdi, sır olarak içimizde mi tutacağız. Tartışma açar, ilgi çeker diye gönderiyorsun bu yazıyı, fikrimizi belirtince de fırça atıyorsun. Şiir yazmak, okumak önyargıdır zaten, ben niye önyargı oluşturayım. Adı geçen şahsı hiç görmedim zaten.KA.
22-06-2015 15:45 (6)
Biz her "arı" ve "sade" şiiri toplumcu, gerçekçi, güzel bulmak eğiliminden vazgeçmiyoruz; ama emekçinin şiirinde kitapsız bilip, topraktan öğrenenin derinliği ve bilgeliği olmalı. Emekçinin diye emekçinin yazdığı her şiirin "güzel" olması diye bir zorunluluk yok. İşte Foxconn’da, 3 yıl çalıştıktan sonra intihar etmiş Çinli bir işçi, Xu Linzi’nin iki şiiri: Bir vida yere düştü/Fazla mesainin şu kara vaktinde/Dikey sıçradı, hafifçe yuvarlandı/Kimsenin dikkatini çekemeyeceğim/Geçen seferki gibi /Aynı böyle bir gecede/Biri böyle yere yuvarlandığında olduğu gibi" "Montaj hattında, on binlerce işçi kağıttaki sözcükler gibi dizilmiş/ “Daha hızlı, acele edin” diye havladığını duyuyorum denetçinin.” Mesele şairin insani gerçekliğin ve yakıcı kendi gerçekliğinin çelişkisine ne derece vakıf olduğu ve bunu uygun bilinç ve biçimle aktarabildiğidir. Yani sınıfsal konumu içindeki gerçekliğini aktarabilme başarısıdır. Bu yazıdaki şiirlerde bunu göremiyoruz maalesef. Sevgilerimle Nihat Ateş
24-06-2015 08:08 (7)
"Bu insanlar (edebiyat eleştirmenleri) övdükleri insanlardan daha kültürlü değiller. Zaten herkes kendei payına düşebilecek, yani kendi yapabileceğinden daha fazlasını gerektirmeyen estetik ölçüleri esas alıyor. İnsanın kendi seviyesi ortalama olduğu için, buna sempati ile yaklaşılıyor. Bu yüzden önemsiz yazarların karşılıklı olarak birbirlerini pohpohlarını, birbirlerine katlandıklarını ve birbirlerini iltifata boğduklarını, altmış yıldan beri görüyorum. Her zaman için en iyisi bütüb bunlara bulaşmamak, sadece en iyiyi yapmaya çalışmak ve dünya görüşünü değiştirmemektir."Goethe "Böyle eleştirmenlerin yol açtığı olumsuzluklar çok üzücü. Okuyucuya kötü olanı beğeniyle sunuyorlar, iyi olanı ise görmezden gelip, iyinin başarılı olmasını önlüyorlar, hatta ellerinden gelse iyiyi yok edecekler." Eckermann. Konuya birçok yönden katkısı olacağını sanıyorum. Cemil Bengi
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210830
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.