İnsanlık dramının farkındalığı: Cölanj

İnsanlık dramının farkındalığı: Cölanj

 

            Etkisi alışkanlıklarıyla devam eden ölü bir baba, doğurduğunun egemenliğini tüm bedeniyle yaşayan bir anne, annenin türevi bir eş ve kayıpları yaşamak için bu dünyaya düşmüş bir çocuk. Herkes hallice, bu dünyanın yutuculuğunda yaşamaya, ölüme doğru yol alarak gebe. Günlük, sıradanlaştırılmış, yapay gerçeklikle örülü yaşantıda; boğuntular, çöküntüler, çöküşler… Bir dolu minik yaşantı kırıntılarının; psikolojik etkileriyle, ferahlama nedeni görüldüğü sıradanlıklar hâli… Herkesin, çocukluğundaki gerçek çocuğu anlatan ifadelerle örülü bir anlatı, yaşam deneyimi; Taylan Kara’nın, Cölanj’ı.

 

            “Her yerine batan bu farkındalık, görmenin ve duymanın kaşıdığı rahatsızlık, bir şeyi biliyor olmanın verdiği sorumluluk…” (s.97) Taylan Kara’nın, yaşamsal sorumluluğudur. Kendine biçtiği bir görev bilinciyle hareket etmenin sorumluluğu. Türkiye’nin kısa, küçük bir örneğini, somut olgu/olay bütünlüğü içinde acı ama gerçek vurgularla anlatır, Cölanj’da. Hepimizin sıradanlığını, yapaylığını suratımıza fırlatır ve farklı bir boyutta yaşadığımız sıradanlıkla takip eder peşimizden.

 

            En tekinsiz sokaklarda bir başınalığıyla, yaşayan toplumun yaşayan sefaletinin perdesini indirir. Acıyla yoğurur bir bakıma: “En değerli anlarım ve en ayrıntılı düşünebildiğim zamanlarım başkalarının benliğimde bıraktığı çentikleri yorumlamaya, işleyip benliğime eklemeye çalışmakta harcanıyor. Dünya üstündeki tartışmasız saltanatın tek tek bireylerin küçük dünyası üzerine düşen ürkütücü gölgesi tabi ki beni de vuruyor, fark etmek bu acıyı kişiliğimde kopyalayıp yeniden yaşatıyor. Bu kâbustan payıma düşen, beni alt üst etmek için yeterli oluyor. Bu gerilimin yenik ucunda yerleşenlerin yanında acıdan ve acı türevlerinden (acının kendisi, anıları ve endişesi) başka bir şey göremiyorum.” (s. 38) Acının bıraktığı izle de olsa, kendi karmaşasından çıkardığı ödevleri; roman/anlatı zenginliğinde ama daha da ötesinde, deneme derinliğinde bizi ‘yoruyor’. Gerçeği ama salt gerçeği imleyerek bizi uyarıyor. Lâkin bu emir değildir. Farkındalık bilincidir. Yoksa bilinmelidir ki: “hiyerarşinin salgıladığı bir zehirli gazdır emir; asla yok olmaz, sadece daha da şiddetlenerek aynalardan yansıyan ışıklar gibi insandan insana yansır. Her emir, aynalar kırılana dek insandan insana sekerek yaşamaya devam eder.” (s.37) Yaşadıkça da insanlığı aynılaştıran bir sonucu doğurur. Bu yaşantı içindeyiz ki, “…yaptıklarımızla sürekli olarak, varlıkları eskimiş binlerce şeye benzeyebilme çabası içindeyiz. Ayrışmak isterken sürekli benzeşiyoruz.” (s.77) Çünkü ayrıştıkça, vasatlığımız bizi daha bir sarıyor ve benzeşen “aksaklıklarda” buluşuyoruz.

 

Taylan Kara’nın, “Vasatlığa Giriş Dersleri”nde de vurguladığı gibi aynılaşmış, tek düze “monoton” bir yaşam biçiminin çağcıl köleleriyiz. “Hayat çok monoton” papağanlığında yüzdüğümüz foseptik okyanusundan bazen kafamızı çıkarıp varlığımızın dehşetini hissederiz. Yaşadığımız toplumun bizlere kazandırdığı her türlü iğrenç avantajı çok iyi hazmeden bir mide sahibi olarak bu kazanımların yan etkilerinden yakınırız; adaletin metafizik de olsa tecelli etme olasılığı, daha dört ay önce kontrol ettirdiğimiz kalbimize korku salar. “İçimiz sıkılır” ama niye sıkıldığına, sınıfına ensesine kadar batmış biri olarak cevap verme olanağı yoktur. Hep değişiklik yapmak isteriz ancak değişiklikten anladığımız, erkeksek arabamızı, sevgilimizi ya da cep telefonumuzu, dişiysek saçımızı, evdeki koltukları ya da romantik akşam yemeği yediğimiz restoranı değiştirmektir. Her birimizin bunlara benzer beş altı kalem “değişiklik zemini” vardır, bütün değişiklik olasılıkları bittikten sonra başa döner ve çoktan aklımızdan sildiğimiz ilk değişiklik nesnesinin ilk değişimini bir daha deneriz.” (s. 39) Değişim aslında özünde aynı kalmayı işaret eder. Özündeki farklılaşmayı da içeren “başkalaşım” insanlık için bir devrim niteliği taşıdığı için, oraya/o aşamaya çok uzağız!

Bizler, Taylan Kara’nın deneme’li romanında olduğu gibi, küçük aidiyetlerin esiriyiz. Ki bu, “Mülkiyet yardımıyla sağlanan mutluluk ve yazık ki kısa ömürlü ve kaygandır, elimizin altından sıyrılıp gider. Bu kaygan nesnelerle yeni mutluluklar üretebilmek için sürekli yeni mülkiyet uyuşturucuları aranmalıdır.” (s.40) İnsanlığın bir özeti gibidir. Günümüz insanının sağaltımı en zor durumu da; kendi kendine yetiştirdiği darağacına; kendince, kendini asılı olmadığına inandırmak istemesidir. Sallanan paçozluk, iğreti yaşam hâlleri, bizi kanatıyor da farkındalık yok! “Anılarımızın yükünü, geçmişimizin kirini, fotoğraflara, biblolara çeşitli nesnelere asarak hafifleyebiliyor, ancak bir sürü “hayat destek elemanı”nın yardımı ile yaşayabiliyoruz.” (s. 50) Yoğun bakım hastası, hayat destek ünitesine bağlı bir hastayı gözümüzün önüne seriyor, Taylan Kara. Küçük mülkiyet ilişkileri, anlamsız iyelikler yoluyla kandırdığımız benliğimizi bize anlatıyor. Bunun yaşantımızdaki yeri varken, öte dünyada olmaz mı? “Yeraltından yer seviyesine kadar adaletli ve eşit olan, yeryüzü seviyesinden sonra insanlaşıyor, eşitlik bozuluyor; kiminin mezar taşı daha uzun, kimininki daha pahalı, kiminin mezarı mermer deposunu andırıyor. Mezar taşları dünyayı olduğu gibi yansıtıyor, yaşayanlar arasında olanlar mezarda bile kendini belli ediyor.” (s.68) Anlatılan, eşitliğin hiçleştirilip, ayrılaştığımız oranda benzeştiğimiz dünyanın portresidir; çirkin, boyaları akmış, düzensiz, iğreti bir durum anlatımıdır. Böylesine sefil bir ortamda yaşadığı akıl tutulmasını da yazmıştır, Taylan Kara! Şöyle der: “Gezegen, legolardan yapılmış koca bir oyuncak gibi yinelemelerden oluşuyor. Dünyanın en küçük birimi, gezegendeki canlılığın en yalın molekülüyüm ben. Bir insan, kendini akıntının serseriliğine bıraktığında nereye gidebilirse ben de oradayım.” (s.29) sonuçta, bir yapaylığın içindeyiz. Eleştiren ve bu vasatlığı tartışan olarak ayrılsak da, bu bozumun içindeyiz ve etkilenmemek olanaksız. Yani izole olmak güç. Ki biz bunu anlasak da anlamasak da en küçük birimde, ailemizde yaşarız. Kişiyi (burada: Taylan Kara), çıplaklığıyla, egemenliğine alan; anne ve eş! Bu doğrultuda, “Beni çıplak gören bu iki kadın…” diyor: “…eziyet etme hakkını da kendilerinde görüyorlar. Çünkü insan işkenceyi, önce çıplak gördüklerine yapar, güncel bir insanlık geleneğidir bu… Doğarken elimde olmadan verdiğim tüm zahmetlerin bedelini uzun vadeye yayılmış çok uygun taksitlerle ödedim… Çok değerliyim, çünkü onların mülkiyetindeyim, Ortadoğu muamelesi görmemin nedeni bu. Bir metanın olabileceği son noktadayım; insanlığın beni yaratması, birkaç bin yıllık bir uğraştı. Ruhum, annemle karımın buluştuğu geniş düzlükler, zengin ruh altı kaynakları ve üç tarafı beni seven koruyucularla dolu stratejik bir kara parçası.” (s.19) Hitler faşizminin çıplaklığı, insanlığı aşağılamada en etkili siyasi geçmişi temsil ettiğini vurgulamalı, kendini sıkıştırılmış Ortadoğu coğrafyası gibi gören Taylan Kara’nın saptamalarına kulak kesilmeli. Kendi yaşamımızın, doğadaki mutualizm gibi, yararcı bağımlılığı da, bizi çevrelemeleri de, yitikliğimizin pekiştirecidir. Sonuçta: “Bağlılıktan anladıkları, ruhunu kendilerine koşulsuz bağlamak, kendi sınırlı dünyalarından sana da pay vermek ve sana ait olan tek şeyin bu paydan ibaret kalmasını sağlamaktır; başka türlüsü onlara ihanet, başka türlüsü nankörlüktür. Aradaki manevi çekim kuvveti, seni özgüleştirebilecek merkezkaç kuvvetlerinden her zaman daha güçlüdür; bunun hayattaki karşılığı, gündelikte boğulmak, bir günlük döngünün zamanını, seni tüketenler arasında bölüştürüp ertesi döngüye kadar ömrünü eritmektir. Hayatım, başka hayatların yedek parça sağlayıcısı olarak da tanımlanabilir.” (s.23)

 

            Kendimizden olan, biricik “evlatlar”sa; arzularımızın, iradelerimizin, yanılgılarımızın birer sonucudurlar. Kendi özgür iradelerine bırakamıyoruz/bırakmıyoruz ki, vasatlığımızın kopyası olup, sefil dünya düzenine uyumluluklarını bozmadan, devamlılığı sağlayabilsinler: “Bizim zamanımız olmadığından, bizlerle uyum içinde yaşasın, akıl dışılığa daha aklı oluşmadan alışsın, bizlere layık evlatlar olsun diye bir de üzerine para veriyoruz. Bizim alışkanlıklarımız onun bedeninde elli altmış sene daha yaşasın diye koca bakanlıklar kurulmuş. Sevimli çocuklarımız; şehvet kabuğunun altına sıkıştırılmış ölümsüzlük arzusu…” (s.24)

           

            Taylan Kara’nın, Cölanj romanı üzerine yazarken ve de okurken; bir eril penceresinden baktığımın ya da romanın eril bakış açısı üzerine kurulduğu izlenimini vermenin tuzağını hissettirmek istedim. Lâkin romanda böyle bir çizgi, bakış açısı yok. Taylan Kara’nın yaşam deneyimleri temelli kurgu taşıdığından, zorunlu olarak ‘erillik’ dikkat çekiyor. Bu erillik aslında, baskı altındaki bireyi de yüklenmiştir. Devlet, toplum ve aile bizi, bir ittifak halinde sarmalamış görünmektedir. . Taylan Kara’nın dediği gibi: “Şimdi koca bir ittifak kişiliğime kürtaj yapıyor; büyütmeye çalıştığım, üzerine titrediğim minik düşünce öncüllerini acımazsızca beynimden söküyorlar. Aramızda açılması imkânsız engeller, kat edilmesi imkânsız uzaklar var.” (s.25)

 

            Taylan Kara, insanlığa, insanlığımıza kurulmuş tuzakların takipçisi ve yazarı. Çağın hastalığı vasatlığın, çamura bulaşmış elleriyle edebiyatı piyasalaştıranların da takipçisi. Onu okuyarak, farkında olduğumuz çöküşün derinliğini daha bir duyumsamak olanaklı.

 

KAAN TURHAN

 

*Taylan Kara, Cölanj, Hayal Yayınları, Ağustos 2008, 160 Sayfa.

 

 

 

 

 

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
03-01-2015
04-01-2015 09:20 (1)
radikal kitap yazısı gibi olmuş. asuman kafaoğlu bükenin tanıtım yazılarına benzemiş.
06-01-2015 09:40 (2)
kitabı beğenmiştim fakat nedense yorumlarınız ilgimi çekmedi. saygılar.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210960
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.