Cengiz Gündoğdu’nun eleştiri anlayışı.. 50 yıl önce donmuş akıl – Aklın vıcıklaşması (3)

Bir arkadaşım cep telefonunun zil sesi diye Eric Satie’den Gnossienne’i (1. bölüm) yüklemiş. Kim ararsa arasın Gnossienne dinleniyor. Bana göre harika. Başka bir arkadaşım ise o “sesi” duyunca, “Bu ne böyle, korku müziği gibi!” diye tepki gösterdi. Klasik müziği de bilen, ama pek sevmeyen bir arkadaş. Bürokrat bir ailenin büyük şehirlerde, iyi okullarda yetişmiş çocuğu. Akademik kariyer sahibi, üstelik hayli de çok okuyan bir aydın.  İlki ise klasik müzikle yetişkinliğinde tanışmış.

Herkes her şeyi beğenmek zorunda değil. Ayrıca Cengiz Gündoğdu’nun bir zamanlar sık vurguladığı gibi “hoşlanmak” ayrı şey, beğenmek veya güzel bulmak ayrı şey. Bir an için veya bir süre bir şeyden hoşlanırsınız, ama estetik eğitimden geçmiş aklınızla tarttığınızda bu şeyin aslında güzel olmadığını kavrayabilirsiniz.  

Bir şeye niye “güzel” deriz? Soruyu daraltalım. Bir sanat eserini neden beğenmez ya da “harika” buluruz. Burada başka birçok şeyin yanı sıra bana göre iki temel belirleyici çalışıyor. Birisi kişilik özelliklerimiz, ötekisi o sanat dalındaki eğitim düzeyimiz. Eğitim denince okullardaki eğitim de bunun içine giriyor, ancak ağırlıklı olarak kişinin kendi kendini nasıl ve ne kadar eğittiğidir önemli olan.

Kişilik eğilimleri konusuna başka bir bölümde yer ayıracağım. Kısaca şöyle anlatayım: Aynı evde büyümüş, aşağı yukarı aynı okullarda okumuş dört kardeşten biri klasik müziğe, bir başkası halk müziğine, öbürü arabeske ilgi duyabilir pekala. Dördüncü kardeş ise müzikle uzaktan yakından ilişki kurmayabilir.  

İşte bu “kişilik yatkınlığı” temelinde insan ilgilerine doğru yol alır. O doğrultuda bir okula gidebilir, kursa devam edebilir ya da kendi kendini yetiştirir. Kişi ne kadar çok kendini yetiştirirse, o sanat dalındaki yapıtlardan o kadar çok anlar. Klasik müzik diyelim. Öğretmenin zoruyla, bir arkadaşının önerisiyle ya da kendiliğinden.. klasik müzikten bir şeyler dinler de, bu müzik onun içinde bir şeyler kıpraştırmaz ise, yapılacak şey yok. Ama bir hoşlanma başlamışsa, bunun hoşlanmanın ötesinde neden “güzel” olduğunu anlaması için, o kişinin değişik zamanlarda yüzlerce saat klasik müzik dinlemesi şarttır. Ayrıca merak etmesi, okuması, tartışmaları izlemesi, o tartışmalara katılması… Bir eserin ve bir bestecinin ötekinden farkı nedir? En iyi örnekler hangileri? Kendisi bunu nasıl, neye göre seçiyor? Belli bir pişkinliğe eriştikten sonra, artık dinlediği klasik tarz bir eserin “güzellik” derecesini ayırt etmeye başlar. Müzikte az çok genel bir eğitim düzeyine varmışsa, sadece klasik müzikten değil, başka tarzdan eserler önüne getirildiğinde de hangisinin yüksek nitelikli, niye yüksek nitelikli olduğunu, hangilerininse basit ve bayağı kaçtıklarını kavrayacaktır.  

O kişide hoşlanıyorum-hoşlanmıyorum basit yargısı nitelik atlamıştır, güzel buluyorum veya güzel değil kavrayışına dönüşmüştür. Sonraki aşama bu sezgileri birtakım kavram ve ölçütlerle başkalarına anlatabilme aşamasıdır.

Tartışmamız ilk bölümde “nesnellik” tartışmasıyla başlamıştı. B. Sadık Albayrak arkadaşım roman değerlendirmelerinde benim öznel davrandığımı, ama kendilerinin nesnel değerlendirmeler temelinde görüş bildirdiklerini ileri sürmüştü. Burada en önemli dayanak da Cengiz Gündoğdu’nun yazıları, kitaplarıydı. Özellikle Estetik Kalkışma adlı 945 sayfalık yapıtı. Ben de demiştim ki, nesnellik edebiyatta bile iyi bir şey, on yıllardır nesnel ölçütlerin araştırması içindeyim. Konu nesnellik ise hodri meydan! İşte bu şekilde devam ediyoruz...

Olabildiğince nesnellik.. Nesnellikte de dürüst olmak şartıyla..

Nesnellik dedik ama baştan uyaralım. Olabildiğince nesnellik! Bunun bir sınırı var. Elma tartmıyoruz veya hıyarın boyunu ölçmüyoruz. Çaykovski’nin 1. Piyano Konçertosu’nun ya da Ahmet Adnan Saygun’un “Bozlak”ı veya Erkan Oğur-İsmail Hakkı Demircioğlu’nun türkü yorumlarının neden çok güzel olduğunu müzik hocasının feriştahı gelse açık ve net şekilde anlatamaz herkese. Üstelik müzikten çok iyi anlayanlar da “iyi” denenlerin hepsini beğenmek veya aynı ölçüde beğenmek durumunda değildir. Bunlar benim için güzel örneklerdir, oraya ulaşma yollarını anlatabilirim, bunları dinlemenin insanda yarattığı duyguları, düşünce yükselmelerini bir şekilde izaha yeltenebilirim, bir bölümü tamamen öznel deneyimlerin sonucudur, ayırt ederim veya edemem, o kadar.

Ancak kendi kendimi çok daha fazla eğittiğim roman ve öyküde iddialı şeyler söyleyebilirim. (Şiirde değil). Bu konudaki bilgilerim de sınırsız değildir. Okumadığım pek çok eser var, roman veya eleştiri anlamında, her şeye hakim durduğumu söyleyemem. O halde bence güzel olanın niye güzel olduğunu anlatmaya çalışırım. Bunun kanıtlarını ortaya koyarım. Kötü olanlar için de kanıtları sıralarım. Tartışma böyle olur. Yine de çok büyük bir çoğunluk böyle bir tartışma gelişse bile onunla ilgilenmeyecek, kendi bildiğini okuyacak, kendi seçtiği romanları beğenecek veya beğenmeyecektir. Onun da nedenlerini ortaya dökmeye çalışırım. Şunu demek istiyorum: Nesnellikte daha ileri noktalara gidelim, ama bunun tam olarak hiçbir zaman mümkün olmayacağını baştan kabullenelim.

Kabullenmediğimiz zaman ne oluyor? Birileri estetik adına yargıç kesiliyor, bu güzel şu çirkin diye ali kırıyor baş kesiyor. Bu çok bilmiş yargıçlar ister piyasanın hakimleri, ödüllerin dağıtıcıları olsunlar; isterse onlara en keskin muhalefeti yürütenler arasından çıksınlar.   

Futbol oyun kuralları çok ayrıntılı, çok nettir. İnsanlar iki yüzyıl boyunca durmadan geliştirerek, ilerleterek en ince ayrıntısına dek her durumu kurala, ölçüye bağlamaya çalışmışlar. Gol nasıl olur, faul nedir, taç atışı nasıl kullanılır, penaltıda kaleci nasıl durur? Hakem sarı kartını nerede saklar, ne şekilde gösterir, ıcığına cıcığına dek her şey yazılmış… Ama bunu uygulayacak kişi bir insandır, robot değildir, sahadaki hakemdir. Ve  o hakemin kararlarını  yorumlayacak olanlar da karşılaşmayı izleyen milyonlarca çift insan gözü. Hemen her maçta ofsayt var mı yok mu, hata yapılır. Çünkü insan gözünün ofsaytı saptayacak yetkinlikte olmadığı bilimsel deneylerle gösterilmiştir. Bazen top çizgiyi geçti mi geçmedi mi, ağır çekim kamera kayıtlarından yüzlerce kez izlenir. Bir bölüm “geçti” demeyi sürdürür, öbür bölüm “geçmedi” der. Çünkü işin içinde insan vardır. Tarafgirlik girer, duygusallık.. yetersizlik girer.

Eee, hal böyleyken tamamen kuralsız, kayıtsız roman işinde nasıl saptayacağız biz ölçütleri? Nasıl nesnel değerlendirme yapabileceğiz?

Çok zor, ama beraber deneyelim. Önce Cengiz Gündoğdu nasıl yapmış bu işi, “Estetik Kalkışma”da, onu görelim. Yazının bundan sonraki bölümünde adı çok geçeceğinden Cengiz Gündoğdu’ya G diyeceğim.

Bu kitapta popüler kötü eserler de iyi eleştirilememiş

Kitap hakkında genel şeyler söyleyeyim baştan. G hakkında, popüler kötü eserleri çok iyi eleştiriyor, ama iyiden verdiği örnekler yetersiz, G iyiden pek anlamıyor, diye düşünüyordum. Estetik Kalkışma’yı birçok yerini atlaya atlaya hızlı okumuştum. Şimdi daha dikkatli okudum. Bu kitapta edebiyattan verdiği kötü örnekleri de iyi eleştiremiyor. Elbette haklı olduğu pek çok nokta var. Ama eski bazı yazılarındaki düzeyi bulamadım. Örneğin “Kar-Bozuk Bir Meta “ yazısı düzeyini, eski kitaplarındaki ve Yıldız Günceleri’ndeki tadı, sağlamlığı bulamadım.

Kitapta olumlu ve olumsuz örneklerden çok sayıda ve çok uzun alıntılar yer alıyor. Bunlar edebiyat okumaya ve yazmaya yeni başlayanlar için hayli yararlı olabilir. Ama alıntılar, özellikle olumlu örneklerden alıntılar öyle uzun ki, altında veya üstünde G’nin birkaç cümlelik izahatı genellikle havada kalıyor.

Şöyle ki, örneğin Gündoğdu A ölçütünü ileri sürüyor ya da A değerlendirme kategorisini. Buna olumlu ve olumsuz örnekler veriyor edebiyattan, yerli ve yabancı yazarlardan. Ama alıntılar öyle uzun ki, bu olumlu veya olumsuz özellik alıntılanan parçanın neresinde bulunuyor.. bazen gösteriliyor, çoğun anlaşılamıyor. Anladığımız kadarıyla bunlar yazarlık-okurluk seminerlerinde kullanılan metinler. Orada her parça okunduktan sonra belki uzunca bir tartışma yapılıyordu, belki netlik sağlanıyordu, bilemiyoruz. Ama bu kitabın yarıdan fazlası alıntı. Alıntıda boğuluyoruz.

Sadece uzunluk mu! Bence olumlu ve olumsuz örneklerde bayağı bir keyfilik sergileniyor. A kategorisinde bakın şu yazar ne kadar yetkin, şu yazarsa ne kadar kötü çuvallamış diye veriliyor bu örnekler. Tamam, bazılarında atış hedefi buluyor, ama bazılarında insana “yoo, pek de öyle değil” dedirtiyor.

Evet, G’nin verdiği olumlu örneklerden yabancı yazarlara pek bir şey demeyelim. Hepsi dünyaca kabul edilmiş ustalardır. (Yaşarlarken kendi toplumlarında ne kadar kıymetleri bilinmiş, o ayrı bir insanlık yarası.) Gerçi mikroskopla bakarsanız en büyük ustalarda dahi tam da G’yi veya kendimizi boşa çıkartacak birçok yanlış bulabiliriz. Bu da başka konu. Biraz niyetle alakalı şey. Kendi yazarlarımıza da adaletsiz davranmayalım. Örneğin G’nin, ne kadar güzel yazıyor, dediği bizim yazarların kitaplarında tam da onun işaret ettiği edebiyat hatalarına örnekler bulmak mümkün. Hatta Estetik Kalkışma’da alıntılanan olumlu örneklerin de birçok kusurunu gösterebilirim. Ama işi hata avcılığına dökmeyelim. İhtiyaç olsa bunu da yapmak gerekebilir. Fakat gerekmiyor. Söyleyeceğim daha genel hatalar buna gereksinim bırakmayacak. Sadece tek örnek vereceğim bariz hatalara dair birazdan. 

G’nin beğendiği Türk yazarlar kimler? Kitap içinde ayrı bir cümleyle bazı yerlerde yinelediği isimler: Yakup Kadri, Orhan Kemal, Sait Faik… Buraya kadar diyeceğim bir şey yok, ayrıca edebiyat okurlarının büyük çoğunluğu bu yazarların iyi yazar olduğunu kabul edecektir. Ama daha sonrakiler: Kemal Bekir, Adnan Özyalçıner, Kemal Ateş, Lütfiye Aydın, Demirtaş Ceyhun, Sevgi Soysal, Oktay Akbal... Bana göre hiçbiri kötü yazar değil, ama hiçbiri çok iyi yazar da değil, bazıları açıkça vasat yazarlar. G’nin olumlu örnek anlamında açık arayla en çok alıntı yaptığı yazar ise Kemal Bekir. Ondan sonra Adnan Özyalçıner geliyor, sonra Oktay Akbal ve diğerleri… Başka yazarlardan, yaşayanlardan ve yaşamayanlardan da iyi bahsetmiyor değil. Ama çok az yerde, ölçülü şekilde. Kendi öykülerinden bolca örnek koymuş. Pek çok önemli yazarın adı bile geçmiyor.  

Öne çıkardığı yazarların en genci 1949 doğumlu. Ara sıra Öner Yağcı’dan da bahsediyor olumlu örnek olarak. Onu da katarsak galiba en genci 65 yaşında!

Böyle bir şey mümkün olabilir mi? 65 yaş altından hiç mi iyi edebiyatçı çıkmamış bu ülkeden? Hani G’nin iki lafından biri insana güvendi? İnsanın geleceğine güven? İnsanın her şart altında, her cephede savaştığını söylüyordu ikide bir? Hani insana güvensiz olan bizlerdik? Hani karamsar edebiyat yaptığımız için yazdıkları kötü olan bizim gibilerdi? Hani kötü yazarlar zamanı, tarihi donduruyorlardı, iyi yazarlar ise bugünde geleceği görüyorlardı?

Fethi Naci’yi ve öteki eleştirmenleri birçok yerde eleştiriyor G. Bunlar eş dost arkadaş kayırıyor, eleştiriye iltimas sokuyorlar diye. Belki yapıyorlardır, belki Fethi Naci de arkadaşlarına iltimas geçmiştir biraz. Örneğin Yaşar Kemal’de biraz böyle yaptığını düşünmüşümdür. Ama çok yakın arkadaşlarının romanlarını beğenmediği zaman yerin dibine geçirdiğine de bizzat şahit olmuşumdur. Sırf bu yüzden birçok arkadaşıyla arası açılmıştır. Sert eleştirdiği bazılarıyla ise dostluğu sürmüştür. Örneğin Tahsin Yücel ile. Ama yazarıyla dostluğu bozulduğu için daha önce beğendiği bir roman için, vazgeçtim beğenmiyorum, dememiştir; onu defterlerinden silmemiştir.

Nesnel eleştiri bu kitaptaki gibi yapılırmış!!! Öyle mi? Rakam vereyim. Kemal Bekir tam 32 kez iyi örnek gösteriliyor. Orhan Kemal 13 kez. Reşat Nuri, Aziz Nesin, Ahmet Hamdi Tanpınar kaç kez peki? Sıfır kez. 

Gündoğdu’nun edebiyatı, insan araştırması 70’li yıllarda donmuş

G’nin bu listesinde fena halde arkadaşlık, dostluk, yaşıtlık havası seziliyor. Olabilir, tek başına aklı zedelemez, ama başka şeyler de var ise aklı “dumura uğratır”.

G’de ve beğendiği yazar dostlarında insan araştırması 50-60 yıl önce donmuş. Bunların hepsi solcu-sosyalist, saygı duyulacak şahıslar. Kapitalist sistemin insanını, toplumsal tahribatını falan eleştiriyorlar. Güzel bir şey, ama bu çok eskilerde kaldı. Şimdi çıkın sokağa, kapitalist sistemi eleştirmeyen kişi zor bulursunuz. AKP’liler bile kapitalizm karşıtı! Ama AKP’lisinden en keskin sosyalistine kadar herkes kapitalizmin hizmetkarı. Bu nasıl oluyor? Hangi dinamiklerle? G’de böyle bir şeye kafa yorma yok. Yorduğu zaman zaten 60 yıl öncenin klişeleriyle yoruyor, beyinler daha sıkışıyor. G’nin yazarlarında sosyalist sistem niye çöktü, sosyalist insan neden tekrar kapitalizmi seçti… Bunlar da yok.

G’nin yazarlarında 80 darbesi yok, ona karşı direniş yok, onun karşısında çözülüş yok. 80 sonrası yeni tip insanın, yeni tip siyasinin çözümlemesi yok. Sol içinde Kürt milliyetçiliğinin yuvalanışı, solun sol olmaktan çıkışı yok. Nasıl olsun! Adnan Özyalçıner on yıllardır PKK kuyrukçuluğu yapıyor, onun dışına çıkamadan bunun düzeneğini nasıl çözsün de anlatsın. Bize elli yıl öncesinin Türkiye’sinden öyküler anlatıyor. İşin tuhafı, bu kadar edilginlikten yakınan, bu kadar siyasetten ve direnmeden bahseden G’nin yazarlarında son 50 yılın mücadele eden insanı neredeyse yok. 

Gündoğdu’nun hiç görmedikleri

G’nin olumlu örnek olarak görmediği ve hiç bahsetmediklerine geldikte… En sevdiklerimden üç büyük romancı Reşat Nuri, Tanpınar ve Sabahattin Ali çizilmiş. (Üçüncüsünden sadece kısa bir öyküyle bahsedilir.) G, Yaşar Kemal’i kötü görüyor. Bence ilk romanları her yönüyle güzeldir. Ama tartışılır tabii, G’nin de haklı tarafları vardır. Gerçi iyi diye gösterdiği kimi örneklere baktığımızda bu haklılık kaybolur.

Bir romancının kendi ülkesinden başka bir romancıyı övmesi çok nadir görülen bir şey, hele bizim memlekette. Birçok romancı başka romancılar hakkında bir şey sorulsa “ben eleştirmen değilim” der, geçiştirir. Biraz haklılar. Romancının işi başka romancıları eleştirmek veya edebiyat kuramını genişletmek değildir. Ama bana kalırsa bunları da yapsa iyi olur. Nitekim öyle yapmaya çalışıyorum. Kötü örnekleri teşhir ederken, iyilerini de rakip gibi görmeden göstermeye çalışıyorum. Bunu gerçeğe sadakat adına yapıyorum. Biraz da dayanışma ve örgütlenme bilincine yarar sağlasın diye. Ama bu bilinç gelişmiyor, herkes kendi işine bakıyor genelde.

Kitaplarından överek bahsettiğim pek çok yazar… İlk aklıma gelenler: Haldun Çubukçu’dan Allahın Adamı. Haydar Karataş’tan Perperika Söe, Ali Dilber’den İstanbul Falcısı… Taylan Kara’nın romanlarını hayli karamsar olsalar da beğenirim. Saba Altınsay’dan Kritimu. Ahmet Yıldız’ın bazı öyküleri… Mesela Köpek… Ercan Kesal… Bu listeyi uzatırsam yirmiden fazla örnek verebilirim. Daha az beğenip ama tekniğini takdir ettiğimi eşe dosta söylediklerim de var. Yineliyorum, ben eleştirmen değilim, geçimimi bundan sağlamıyor, bundan para almıyorum. Kuşkusuz bazı iyi yazarları da okumamışımdır. Ama bu kadar örnek bulmuşum. Gündoğdu neden bulamıyor?

Ve Nihat Genç… Ufak tefek eleştirilerimi ve buna rağmen romanlarını neden beğendiğimi kısaca ifade etmiştim, belki birkaç şey daha söylerim ilerde. Ancak özetle şunu söylemiştim: Bu anlatımda ben büyük ruh edebiyatı görüyorum. Büyük ruh edebiyatı mı? Hiç öyle saçma, böyle öznel edebiyat ölçüsü mü olur? Dedi Sadık. Nedir ki hakikaten büyük ruh? Tuz ruhu gibi bir şey mi? Resmi çekilebilir mi? Kokusu var mıdır?

Büyük ruh öyle kolay sezilmez. Beethoven’ın 9. Senfonisi büyük ruh müziğidir! Ama niye büyük ruhtur, anlatabilseniz kaç kişi anlar. Yeterince nesnel anlatabilir misiniz? Öznelliğe kaçmak zorundasınız. Puşkin, Lermontov büyük ruh edebiyatçısıdır. Neden? Nasıl izah edeyim? Ama şöyle bir ölçüt var. Bu belki kabul görür: “Bir eser, bir roman.. okunduktan sonra kişide olumlu yönde bir şeyler değiştirmişse, iyiye doğru, insanın yüksek ahlakına veya üst bilincine doğru az çok kalıcı bir iz bırakmışsa üstünde, o eser güzel bir eserdir.” Bunu, “Kişide düşünsel ve duygusal bir yükselme yaratan eser güzeldir” diye de ifade edebiliriz. Onu da soyut bulanlar çıkacaktır. Lermontov veya Dickens… Tamamen farklı ülkeler farklı kişilikler ve tarzlar… Bizde neyi yükseltmektedir? Anlamak için kişide ruh yükselmesine dair bir çaba da bulunmalıdır ki tam olarak ne demek istendiği anlaşılsın. Şöyle izah edeyim. İnsani iyi için, üstün ahlak için, başkaları için, diğerkamlık adına, aşk adına veya özverinin sınırlarını zorlamacasına.. bir insan neler yapabilir? İnsanın sınırları ne için, nereye kadar zorlanabilir? Büyük ruh, insanın sınırlarını sürekli zorlayan ruhtur. Jack London’da büyük ruh vardır mesela. İngilizcesinden okumadım, Türkçe romanları son derece basit dille yazılır. Muhtemelen sınırlı bir kelime haznesiyle. Ama o dil hiç yavan değildir. Çünkü büyük ruhu anlatır London.

 

Edebi yönden belki pek çok hata bulunur içinde. Basittirler belki. Belki ciddi edebiyat kategorisine alınmazlar. Şimdi değerlendiremiyorum, 35 yıldan fazla bir süre önce okumuşumdur. Direnme Savaşı, Haydari Kampı, Kızıl Kayalar, Tütün, Ve Çeliğe Su Verildi, Fabrika (Çimento), Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum… gibi romanlar da büyük ruhu anlatırlar. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu dediğim büyük ruh meselesi bir edebiyat eserini güzel yapan on küsur ana maddeden yalnızca birisidir.                     

Ve tüm bu büyük edebiyat geleneğine ve Türkiye’deki onca güçlü yazara karşı bize bir avuç yazar öneriliyor: “İyi ve güzel sadece bunlardır… Ötekiler sahtedir… Stardır… Piyasadır vb..” En öne çıkan isim de Kemal Bekir. Kemal Bekir’i de şahsen tanıdım, aynı masada birkaç kez oturdum, tanıdığım kadarıyla çok beyefendi, iyi bir insandır ve çarpılmamış sosyalisttir, ama edebiyatı bir yere kadardır. İnsan incelemesi bir yere kadardır.

Eserlerini inceleyelim ve tek bir dil hatası veya kurgu zaafı bulamayalım. Böyle bir şey de yok ya gerçi, bu bir kişiyi büyük yazar yapar mı? G star olarak hedefine giremeyecek veya kulvarında kendine rakip olamayacaklardan star yapmaya çalışıyor.

Buradaki en büyük kusurlardan biri şu: G ve onun iyi yazarları bilgileri toplamışlar, kaynatıp kavanoza koymuşlar, üstünü de mühürlemişler. Artık bu bilgi, bu edebiyat dışa karşı steril. Gelecek kötü etkenlere de, iyilerine de, gelişmeye de kapalı. Fermantasyon donmuş. Yozlaşmaya kapalı, ama faydalı mikroplara da kapalı. İyisiyle kötüsüyle yeni tip insanlara, onların sorunlarına, onların toplumuna kapalı, bilime, yeni edebiyata, yeni müziğe, yeni her şeye kapalı. 

Şimdi sayfa sayfa gidelim.

34. sayfa: İzlek konusu. Kagan’a göre “bir yapıtta tema denince, burada anlatılmak istenen şey o yapıtta tartışılacak etiksel, siyasal, dinsel, felsefi ve estetiksel türden özgül bir yaşamsal sorun; yapıtta ortaya atılacak ve şu ya da bu şekilde yanıtlanacak yaşamdan alınma bir sorudur.” Bu alıntı yapıldıktan sonra G şöyle diyor: “ Yazarı ateşleyen işte bu izlektir. 1980’den sonra sanatta star sistemi yazarları izleği küçümsediler.” Bunu büyük bir gerileme olarak görüyor G. İzleği bulunmayan veya hayli basit izlekli çok sayıda eser üretilir tüm dünyada her yıl. Bizde de çok satanların bazıları böyledir. Örneğin Ahmet Ümit romanları. Estetik açısından ciddi bir genel sorun.

Ama Kagan’ın veya G’nin net göremedikleri için izleksiz sandıkları, üstü örtülü fakat basbayağı bir büyük sorun anlatan romanlara ne diyeceğiz? Tutunamayanlar’ın izleği yok mudur örneğin? Ardında yatan ideolojiyi tutmasam da samimi ve insancıl bir anlatım gördüğümden Tutunamayanlar’ı severim bu arada. -En iyi romanlar arasında sıralamam.- Her neyse, Tutunamayanlar’da basbayağı güçlü bir izlek vardı. Birçok modernist hatta bazı post-modernist eserlerin de belli bir izleği bulunur.

1980 sonrası “sanatta star sistemi yazarlarının” çoğunun romanlarında izlek vardır, hem de güçlü biçimde. Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Altan… En çok satanlar bunlar değil mi! Hepsinde beton gibi bir izlek bulunur. Buradaki asıl sorun izlek olmaması değil, o izleklerin son derece gerici, sistem yanlısı, emperyalizm yanlısı, küçük insan izlekleri olmasıdır. Küçük ruh izlekleri.

Sayfa 35, G şöyle diyor Berna Moran’ı eleştirirken: “Sanat insan araştırması. İşte bundan ötürü sanatın gerçekçi olması gerekiyor.” Yine geldik “gerçekçilik” dayatmasına. Nedir bu gerçekçilik, okuyor okuyor kavrayamıyoruz. G, Suçkov, Lukacs, Kagan’a dayanarak durmadan bağırıyor: Tek Yol Gerçekçilik! Olabildiğince nesnel kalmaya çalışarak, olabildiğince dürüst insan ve toplum çözümlemeleri yapmak ve bunu sanatın diliyle insanlara anlatmaksa eğer gerçekçilik, ki bazı yerlerdeki tanımlamalar buna benzerdir, sonuna dek desteklerim. Ama ayrıntılara indikçe işin rengi değişiyor. Yine bunları yapan, ama örtük yapan, ama farklı bir dille-biçimle yapanlar gerçekçi olmamakla, yoz sanat yapmakla suçlanıyor.

Bir şey anlatacaksan hiç edebiyat okumamış veya ciddi bir öğrenim görmemiş insanların anlayacağı kadar basit, doğrudan anlatacaksın gerçekçi olmak için, birçok gerçekçiye göre. Yanlışım varsa düzeltin. Tamam, böyle yazıp yavanlığa düşmeden büyük edebiyat yapan yazarlar az değil dünyada ve bizde. Ama tek yol bu mu? Yazar okuyucunun biraz çaba harcamasını gerektiren, bazen göndermeli, bazen oyunlu, bazen kapalı vb. değişik bir dil kullanamaz mı? Aynı “yüce” meramını asıl hedef kitlesine anlatmak için. Onları zorlamak için örneğin. Böyle yapmak özellikle ilk zamanlar piyasaya, vasat okura meydan okuma değil miydi? Onu biraz düşünmeye yönlendirmek için. G, hep star sistemi yazarlarının okuru edilginleştirdiğinden yakınır. Doğrudur. Ama gerçekçi yazarların çoğunun doğrudan dilleri, biraz da çözümlemeler sasılaştığında, ifadeler kalıplaştığında  daha çok tembelleştirmiyor mu zihinleri? Türkiye aydını sadece star sistemi yazarlarını değil, edebiyatları örümcekleşmiş solcu yazarları okuyarak da beyin felcine uğradı.

Gerçekçi yazar illaki gerçek yaşamı az değiştirip yoğunlaştırarak yansıtmak mı zorunda! Seçtiği kişiler gerçek hayatta karşımıza çıkacak tipik kişiler mi olmak zorunda! İnsanı tanımak ve değişik yönlerini daha iyi anlatmak için tamamen hayali karakterler yaratamaz mı bir yazar? Kuramsal gerçekçilik bekçilerine göre yazamaz. Ama bazıları yazıyor ve Kafka’nın tiplerinde olduğu gibi bu kişiler gerçek yaşamdaki kişilerden daha gerçek karakterler haline geliyor romanda. Yine aynı tartışma. Bir yazar ütopya hele distopya yazdığında gerçeği çarpıtmış mı oluyor? Düşlerden, hayallerden bahsetse. Halbuki düşler, hayaller, masallar, efsaneler, ütopyalar insan gerçekliğinin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Bunların, yaşanan gerçekliği, somut gerçekliği kapatacak kadar öne çıkarılması, onun yerine konmasıdır tehlike: Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi örnekler... Onlar gerici temalı, oyalayıcı, asıl gerçeği unutturucu, hatta asıl gerçeğe gerçeği bozan hançerler sokan eserler oldukları için kötüdürler, sadece biçimsel hayalciliklerinden ötürü değil. Ama Gulliver’ın Seyahatleri aynı ölçüde “saçma” da olsa ilerici edebiyatın örnekleri arasında gösterilir. Gerçek toplumsal sorunlara işaret ettiği için. 

Sayfa 40: “Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, küçük burjuva bilincini aşamadıkları için ilk uğrakta kalmışlardır.” Aynı sayfada edebiyat eserinde inandırıcılık ve içtenliğin öneminden söz ediliyor. 41. Sayfada ise şöyle deniyor: “Söz gelimi Yakup Kadri’nin Panoraması canlıdır da, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi canlı değildir. Yakup Kadri olgusal bilinci aşmış, Adalet Ağaoğlu aşmamıştır da ondan.”

Şu “küçük burjuva bilinci” lafı da kabak tadını özletti artık. Dünya ölçeğinde zırvalığı kanıtlanmış bir kavramdır “küçük burjuva bilinci”, “küçük burjuva tavrı”. Bunun karşıtı ne peki? İşçi sınıfı, proleter bilinci mi? Kim kaybetti de biz bulduk. Karşısındakini suçlamak isteyen sosyalist jargon sahibi hemen yapıştırır: Bu küçük burjuva tutumudur! Kendisi burjuvanın hasıdır, farkında değil. Böyle bir kavramın hayatta karşılığı gösterilemez. Sosyalizm için çalışanlar vardır, kapitalizm için bilinçli bilinçsiz çalışanlar; sosyalizme uygun bireyler vardır, kapitalizme uyum sağlamış çoğunluk vardır. Üstelik hayat karmaşıktır ve konular, alanlar pek zengindir, o yüzden bir kişi bir konuda sosyalizme daha yatkındır, başka biri başka bir alanda komünizme daha yakın fikirlere sahiptir. Sınıflar elbette var. Ama kişilerin bilincini, özellikle yoksul sınıfların bilincini, sınıfsal aidiyetleri bir ölçüde belirliyor. Zayıf şekilde. İşçiler arasında küçük burjuva veya köylü gibi düşünenler büyük çoğunluk. Bir küçük burjuva ise yeri geldiğinde işçi ortalamasının çok üstünde fedakar olabilir. Bunlar kişilik ekseninde tek tek ele alınması gereken şeyler. Genellemeler yok, tek tek değerlendirmeler anlamlı. Sosyalist devrimlere katılanlar işçilerden çok küçük burjuvalardır. Sosyalistler için işçi sınıfı içinde çalışma esastır, bunu herkes savsaklıyor diyen de biziz. O başka konu. Sadece küçük burjuvayla sosyalizm olmaz. Şimdi anlatmak istediğim ise şu: Madem işçilerle uzaktan yakından ilginiz bulunmuyor, bari işçi sınıfı bilinci cakası satmayın. Laf ve güzaf üstünden proleterlik taslamayın.

Zaten olgusal bilinç kavramı ile G doğruya bir sonraki sayfada yaklaşıyor. Yani yazar bir duruma küçücük bir pencereden mi bakıyor, yoksa dört yandaki geniş pencerelerden mi. Yakup Kadri ve Ağaoğlu örneklerine katılıyorum. Ağaoğlu küçücük pencereden bakıyor dünyaya, kendi yaşadıklarının, çevresindeki sınırlı insan örneklerinin dışına yelken açamıyor; ama bu Yakup Kadri’de var. BUDUR. Fakat Yakup Kadri bunu başarabildi diye proleter olmuyor. Veya proleter bilince eriştiğinden ötürü geniş açıyla bakmıyor. Farklı şeyler bunlar.      

Sayfa 60: Lukacs sanatın ütopik olmamasını şöyle temellendirir deniyor ve Lukacs’dan bir alıntı yapılıyor. Burada özetle şöyle diyor Lukacs: “Demek ki sanat bilim ve felsefeye oranla çok daha anti-ütopik bir yapıdadır.” Aynı alıntıda, peki Schiller, Shelley ya da Blake’in ütopik şiirlerine ya da Beethoven’ın 9. Senfonisi’ne ne diyeceksiniz diye sorabilirler diyor Lukacs. Burada yansıtılan, öznenin bir gelecek gerçekliğe özlemiymiş, yoksa onu bir gerçek gibi sunmuyorlarmış!!! Bak sen! Çevir kazı yanmasın. Marksist ustalar bu sanatçıları öven ifadeler kullanmışlardı ya, onlara doğrudan dalamıyor Lukacs. Onun yerine onlar bir kez sapmışlar, çok bozulmamışlar, ama bir daha sakın ola ki kimse yapmasın, diyor.

Bu arada Lukacs’ı küçümsemem, keşke Lukacs’ı da okusa yeni kuşaklar, şimdi okudukları yanında çok daha öğretici ve zihin geliştirici kitaplardır Lukacs’ın kitapları.

Sayfa 61-62: Gerçekçiliğin tanımına devam. Gerçekçi sanatçı öznel olmayacak. Genel anlamda doğru gibi. Hiçbir akımdan iyi sanatçı tamamen öznel olmamalı. Çevresine nesnel bakabilmeli anlamında. Yoksa öznellikten kurtulmuş insan mezardaki insandır, yaşarken öznellikten sıyrılmaya imkan yok. Tomris Uyar’ın karamsarlığını öznellik örneği gibi gösteriyor G. Yazarın karamsarlığı tek başına öznellik sonucudur denemez. Farklı kavramları birbirine karıştırıyor, garip ilişkiler kuruyor nesnellikte. Yazarın iyimserliği de öznelliktir o zaman. Karamsar olunca öznel olunuyor, iyimser olunca gerçekçi. Birinin elması varsa demek ki armutu yoktur deniyor. Ne mantık! Bizim Sadık Albayrak’ın nesnelliği buysa yandık. Taylan Kara karamsar bir yazar. Ama bana göre Adnan Özyalçıner’den daha gerçekçi. Biçimsel gerçekçilik açısından ise, galiba gerçekçilik denen şey “gerçekte” biçimsel gerçekçilik, Taylan Kara “insana karşı” yazıyor! Bırakın, onların olsun gerçekçilik diyesi geliyor insanın.   

Sayfa 105: Suçkov’dan alıntı: “Gerçekçilikte, nedensellik, yalnız yapıt ile yapıtın bölümleri arasında birbirine bağlı bir bütünlüğün oluşu, ayrıntıların rastlantısal olmayışı, olaylar dizisi ile kişiler arasındaki ilişkinin sürekli gelişmesi ve yapıtın iyi kurulu bir yapıt oluşuyla değil, aynı zamanda ve tümünden önce tarihselci bir yaklaşım içinde oluşuyla gösterilir.”

Cümleye bakın, hizaya gelin! Neyse, ilk bakışta doğru önerme gibi görünüyor. Ayrıntıların rastlantısal olmayışı ibaresine bir mim koyun. Kapanış da doğru gibi, ama orada sopa da gösteriliyor. Romanın nedenselliği için tarihselci bir yaklaşım içinde olması! Bunun yaşanan somut gerçeklikteki dile çevrilmesi ise şöyle. Resmi sosyalist ideoloji tarihselliğin yasalarını nasıl yazmışsa bunu eleştirmeyin, bundan ayrılmayın. Yoksa elbette bir insanı da, bir toplumu da, bir olayı da gelişim çizgisi içinde ele almak her zaman zihin açıcı ve gerçeğe yaklaştırıcıdır. Ama burada tarihselci terimi işe girince mesajın rengi değişiyor. Tarih, tarihi 50’lerde dondurmuş resmi sosyalist ideologların kavanozuna hapsedilecek. Kapağı açarsan kötü eser yazarsın. 

Ayrıntılara gelince. Kötü eserlerin en büyük sorunlarından biri gereksiz ayrıntılardır. Tüm ayrıntılar olabildiğince birbirine bağlı ve işlevsellik içinde bulunmalı. Çok doğru. Ama olabildiğince… Bir kişinin ruh halini anlatmak için bazen bize gereksiz gelen bazı ayrıntılar anlatılabilir. Kural tamam da, onu yorumlayacak hakem bir insan. İyisi var kötüsü var. Onu yazmak yazarlık ustalığı, bunu gereksiz ayrıntı sanmamak eleştirmen ustalığı. Ama bakın 106. Sayfada G, gereksiz ayrıntıya nasıl bir örnek veriyor: Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan İnsanlar Maymun muydu romanı… Hüseyin Rahmi, romandaki karakteri Feylesof’u bir vapura bindirir. Yanında tasmasıyla maymunu vardır. Vapur’u karıştırmasını ister maymunun Hüseyin Rahmi. Feylesof maymunun zincirini veya kayışını (yazıda belirtilmiyor-tasma deniyor) elinden bırakır dalgınlıkla. Bu dalgınlık G’ye göre kötü rastlantısallığa bir örnektir. Nedensel bir ilişki değildir bu. Hüseyin Rahmi herhalde biraz mizah yapmak istemiş. Bunu ne kadar doğru yaptığını, ne kadar abarttığını bilmiyorum. Ama buradaki örnek çok zorlama olmuş. Yazarın yaratma hakkına ciddi bir kısıt getirmiş G. Rastlantı rastlantıdır, hayatta her şey yakın bir nedensel ilişki içinde değildir. Romanda anlatılan her şeyin (on binlerce sözcüğün) bir başka şeyle ilişkisinin çıkması mantıken mümkün değildir. Dahası birçok büyük romancının, öykücünün bazı eserlerinde böyle garip, az olasılıklı rastlantılar yer alır. Şaşkınlıklar, sakarlıklar, unutkanlıklar, dil sürçmeleri, gaflar, dalgınlıklar vb. hayatın ille bir şeyle bağ kurulması gereken ayrıntıları değildir, hatta bunlar herhangi bir öykünün ana teması seçilebilir.

Ayrıca bunlar olmadan mizah da olmaz. Bu arada G güzel eserin bence ana kategorilerinden biri olan mizahı tümüyle atlamış görünüyor. Mizah sadece mizahi eserlerde yapılmaz. En ciddi eserlerde, sözgelimi Dostoyevski’nin eserlerinde çeşitli türlerden ince bir mizah bulunur. Kaldı ki, G de esprili bir adamdır, sohbetleri, konuşmaları gayet güzel esprilidir, kimi makalelerinde ve öykülerinde yer yer ince, iyi bir mizaha rastlanır. Lafı uzattık ama, bir örnek daha vereyim. Tüm bu dalgınlıklar, sakarlıklar, nedenselliği gevşek rastlantılar olmasa Charlo filmlerinin güldürücülüğü, düşündürücülüğü kalır mıydı?

Sahi, 945 sayfada Aziz Nesin’in adı hiç geçmiyor. Fethi Naci de Aziz Nesin’i büyük yazar saymazdı. Mizah kitaplarının çoğunu çocuk yaşlarımda okudum. O zaman çok beğenirdim. Yakın zamanlarda birkaçını yeniden okudum. Aynı düzeyi bulamadım. Ama mizah yapmadığı Surname’sini hala beğenirim. G acaba ne düşünüyor Aziz Nesin romanları, öyküleri hakkında?  

Sayfa: 141. “Ben çoktandır ‘VE’yi kullanmıyorum. Bu yapıtta da alıntılar dışında VE  yok” diyor G. Kendi tercihidir, nasıl isterse yazar. Bana kalırsa her sözcük gibi “ve”yi de gereksiz ve aşırı kullanmamak gerek. Ama tümüyle kaldırmayı biçimci bir saplantı gibi görüyorum. “Ve” binlerce yıl önce bir gereksinim sonucu doğmuş ve hemen her dilde var. Kaldırdım demekle dilin temel dinamiğini değiştiremezsiniz, kaldıran kendi dilini fakirleştirir.

G, başka bazı sözcüklere de takmış durumda. “Bilgi sahibi”ndeki “sahibi” gibi. Bilgili demek daha doğru. Brçok yerde “sihibi” gereksiz bence de. Ama sahibi sözcüğünü tümden kaldırdığımızda anlam ifade etmemiz zorlaşıyor. “Zevk sahibi” yerine “zevkli”yi öneriyor örneğin. “Zevkli” öteki anlamıyla karışıyor, kulağa iyi gelmiyor. “Bekleme yaptı”daki “yaptı” elbette çok gereksiz. “Tarafından” sözcüğü... “Ahmet tarafından yapıldı.” Bunun yerine Ahmetce yapıldı demek daha doğru gibi. Doğru, ama alışkanlık böyle değil, kullanımı zorlamalı. Görüşünüze sadece sunuyorum.

Sayfa 172: Yazın dünyasından kimseyle sıkı fıkı arkadaş olmadım diyor G. “Yol arkadaşlığı”, “dostluk”, uzun dönem sürdürülen sohbetler sıkı fıkı arkadaşlıktan daha mı geri kategoriler? Bu özel konu, o yazmış ama, fazla deşmeye gerek yok. Sadece şunu merak ediyorum. Şimdiye dek hiç tanımadığı, görüşmediği bir yazarın eserini övmüş mü? Kaç kişiyi övmüş bu şekilde? Tanımadan öne çıkardığı herhangi birini anımsayamıyorum. Oysa büyük eleştirmenler sıklıkla hiç tanımadıkları kişilerin eserlerini halka tanıtırlar.

Yine aynı sayfada Tutunamayanlar’ı yaşamsal içerikten yoksun olmakla eleştiriyor. Tutunamayanlar yaşamsal içerikten yoksun mu gerçekten? Tutunmayanlar böyle mi, bu yönden mi eleştirilmeli?

Sayfa 242-243: Ferit Edgü yabancı bir takma isimle (Boris Harloff adıyla) bir dergide yazısını yayımlatır. Gerekçesi Türk yazar bir şey derse kimse kayda almıyor, dışardan biri yazarsa çok önemseniyor halini hicvetmek. Adalet Ağaoğlu da bu yazarı gerçek sanıp sonradan bir romanında Harloff’dan bahsediyor. Fethi Naci de Ağaoğlu ile dalga geçiyor. G, bu olayı çok önemsiyor ve etik bir sorun olarak algılayıp üçüne birden yükleniyor. G, dedik ya espriden anlamaz bir insan değildir, buradaki espriyi görememesi çifte standarttan kaynaklanıyor. Kendi arkadaşlarından biri “star sistemini” teşhir etmek için yapsa eminim çok gülerdi. Bu tür oyunlar Fransa’da, Amerika’da vb. edebiyat ve hatta bilim camiasında zaman zaman yapılmakta. Bakınız: Alan Sokal örneği…

Sayfa 298: Selim İleri’nin bir öyküsü olumsuz örnek olarak alıntılanıyor. Selim İleri’yi sevmem, ama bazı eserlerinde anlatımı hayli iyidir. Bazen de ideolojisini doğrudan aktaran kaba ifadelere saplanır. Burada aktarılan bölümde gereksiz ayrıntıların anlatımı gösterilmek isteniyor. Sanırım G, olumsuz eleştirmek istediklerinden en kötü parçaları seçtiğini düşünüyor. Tabii bu da bir bakıma çifte standart. Övmek istediklerinin en iyi, yermek istediklerinin en kötü  sayfalarını seçmek yöntem olarak pek adil değil. Ama Selim İleri aksi gibi bu sayfada hiç fena yazmamış! Gereksiz ayrıntılara girdiği iddiası bana göre zayıf düşmüş.

Sayfa 300-301: Cemil Kavukçu’ya takmış bu kez G. Cemil Kavukçu hikayelerini severim. İdeolojik çizgilerimiz pek de örtüşmüyor, ama güzelliğin sınırlı bir alanda, örneğin öyküde, illa aynı çizgide yürümesi gerekmiyor. Alıntıdaki bölümde Kavukçu bana göre yine döktürmüş. Bir insanı ve onun ruh halini anlatıyor. Ben o insanı o anlatımla gözümde gayet iyi canlandırabiliyorum. Fakat G ne diyor: “Görüyorsunuz değil mi, Yağmurun yıkadığı boş sokağa baktım, diyor. Yazar yağmur yağdırıyor ama, yağmurun hiçbir işlevi yok. Yağmur yağdığı için biri geç kalsa, biri çok ıslansa, tamam. Ama durup dururken yağmur yağdırmak örge dışı.” Yok artık diyorum. Pes artık. Bu kadar keyfi eleştiri nesnel eleştiri mi oluyor şimdi? Yağmur yağıyorsa yağıyordur, Allah’ın işi, size ne? Şaka bir yana, o atmosferi, o ruh halinin geçtiği ortamı bize aktaran bir şey “dışarda akla ziyan bir yağmur var” denmesi. O sırada rakı içiyorlar. Ne işlevi var şimdi bu rakının mı diyeceğiz? Niye çay bahçesinde oturmuyorlar? Aynı sohbeti pekala güneşli bir havada, çay bahçesinde de yapabilirlerdi. Hem rakı içiyorlar ama, rakının işlevi yok! Mesela biri sızıp kalsa ya da zıvanadan çıkıp şişeyi arkadaşının kafasına geçirse, o zaman bir işlevi olabilir rakının. Yapmayın bu kadar.

Sayfa 365-402 arasında Hüseyin Rahmi’nin, Kemal Tahir’in, Vedat Türkali’nin romanlarında görüş aktaran, ders veren uzun konuşma bölümlerinden örnekler verir  G ve bu yönteme “romanda tarih tezi” adını koyar. G’ye katılıyorum. Aslında G’nin birçok saptamasına katılıyorum. Burada katılmadıklarımı aktarıyorum daha çok. Elbette onların da hepsini değil. Okurun da bir sabrı var.      

Sayfa 482-486 arasında kişinin kendisiyle çatışması başlığı altında Kemal Bekir’den bir örnek veriyor. “Hücre” adlı yapıtından. Başta bahsetmiştim, G’nin olumlu örnekleri içinde olumsuzluk bulmaya çabalamayacağım, ama bir kez bunu yapacağım demiştim. Bu örnek tipik bir örnek. Mustafa gizli komünist partisi üyeliği suçlamasıyla hapse atılmıştır. Kemal Bekir anlatıyor. “Bir aynada görüyordu kendini sanki. Kıpırdadı köşesinde, iki adım attı. Boşlukta duran ikinci kişiliğinin içine girdi.” Çok kötü bir anlatım bu, kişinin kendisiyle çatışkısını güya temsil için. Çok basit, çok klişe. Bunu gerçeküstücü filmlerde görebilirsiniz ancak, ama onlarda bile sıkar kişiyi, böyle bir sahneden sonra daha fazla seyretmem o filmi. Ama bu gerçekçi edebiyat örneği olarak sunuluyor bize. Şizofrenlerde bile böyle bir algı, ruh durumu yoktur. Gerçeküstücü sembolik, ama çiğ sembolik bir anlatım. Devam: “Kafasına bir yumruk attı. İnsanın kendi canına kıyması çok zormuş. Örneğin yüzme bilen denize atlayıp öldüremezmiş kendini.” Yanlış bilgi veriliyor. Bilmediğin konuya girme o halde. Ağır depresyon durumlarında veya ağır ruhsal krizlerde yaşamak daha zor gelir insana ve o yüzden en hunharca intihar yollarına başvurmakta tereddüt etmez bazı insanlar. Denize atlayıp intihar edenler içinde iyi yüzme bilen çok vaka vardır. Geçen yıl bir arkadaşım böyle intihar etti. Devam: Sonra bir düşe dalar. Düşünde karısıyla sevişir. Buraya kadar normal. Sonra küçücük olur, çocukluğuna döner, dişlediği anasının memesi midir, karısının memesi mi? Artık iş Freudcu sözde psikolojik fantezilere dökülür. Ama yapaydır bu rüya, hiç inandırıcı değildir saçmalığında bile. Sonra rüyasında gayet bilinçli cümlelerle karısıyla bir geçmiş muhasebesine girişir. Rüyada mantıklı mantıklı kendini ifadeler! Falan. Yazarın yaşlı olması edebiyatta usta olmasına yetmez, acemi bir anlatımdır bu.

Sayfa 892’de şöyle diyor G: “Neden, kimi yazarların varlıkbilimsel görüşü, insanı hiçleyen bir görüş oluyor. Burjuva uygarlığı, insanı parçaladı, insanın bütünselliğini kırdı. Bunun sonucu insan öbür insana duyarlılığını yitirdi.”

Aman köleci ya da feodal sistemde insan birbirine bir duyarlıydı ki, sormayın! Klişe bir düşünce bu, bir kalıp, ezberden söylenen. Bu kalıplar “merhaba” der gibi doğal, kendiliğinden söyleniyor. Hani tarihselcilik bilinci? Burjuva uygarlığı değil mi şu andaki kavramlarımızın, ileri düşüncelerimizin çoğunu kuran? O uygarlık değil mi, cumhuriyetleri kuran, aydınlanmayı gerçekleştiren? Romanı da burjuva uygarlığı yaratmadı mı? Ama sonra tutuculaştı, ilerlemesi yavaşladı, birçok alanda duraklama ve gerileme başladı.

Standart kavonozlu sosyalist düşüncede insanın doğal hali, yapısı yoktur. Gökten zembille iner gibi sistemler gelir, üstlerine konar. Onları şekillendirir. Oysa sistemleri yaratan bizzat insandır. İnsanın değişen - değişmeyen özünü araştırma ve bu araştırmanın bulgularına göre hareket etme yoktur. Gerçeğin en temelini, bilimi reddederek sadece “biçimsel gerçekçi” olabilirsiniz. Biyo-psiko-sosyal bir yaratık değildir insan, siyasi-sosyal bir yaratıktır onlara göre. Sistemler suçlanır, insan aklanır, bu yolla gerçekte sistemler de aklanır. Bilmeden, bilerek sistemlere hizmet edilir.  

Aynı sayfalarda yine günümüzün bir yazarı ile Orhan Kemal karşılaştırılıyor, Orhan Kemal’deki umut ile güncel yazarın umutsuzluğu üstünden birinin kötülüğü öbürünün iyiliği gösteriliyor. Aslı Erdoğan’ı sadece insana umutsuzluk yayıyor diye eleştirirseniz bitersiniz. Bu arada insana güven veya umutta Orhan Kemal pek de üst noktada değildir, o da ayrı mesele. Onu iyi yazar yapan şey de bir ölçüde budur zaten. Ama o zamanlar insanlığın sosyalizmi kurma gibi bir umudu vardı. 80’li yıllardan başlayarak o umut dünya ve ülke çapında çöktü. Acaba Orhan Kemal bu şartlarda yaşasaydı ne yazardı, ne kadar umutlu yazardı? Hani diyalektik düşünüyorduk, bir hayal edin bakalım, izin verildiği ölçüde.

Yine de Estetik Kalkışma okunmaya değer, iyi bir çalışma. Lukacs için söylediklerimizi onun için de söyleyebiliriz. Ciddi eleştirileri ne kadar hak etse de, gençler veya her yaştakiler bir yığın çöpü okuyacaklarına böyle kitapları okusalar.

Son paragrafta aynı soruyu yineliyoruz: Yoksa zamanı durduran, gerçeği reddeden, insandan umudu kesen şu “biçimci gerçekçiler” mi bu ülkede? Baksanıza 65 yaşın altındakilerden hiç iyi yazar çıkmadığını düşünüyorlar.

Kaan Arslanoğlu

Bir dahaki bölüm: İyi edebiyat için ölçüler, göstergeler neler? Devam…

Facebook
yorumlar ... ( 3 )
20-02-2016
20-02-2016 14:00 (1)
üç bölümü de okudum...bu konulardaki düşüncelerini kitaplaştırmanı bekliyordum...hep senden bekliyoruz gerçi sevgili kaan...:)iyi ve kötü edebiyat için yazdıkların yazacakların okumayı istediğim konulardı, üç yazıda da bunlar var ve çok yararlandığım bilgilerle, eleştirilerle dolu metinlerin...romanların, düşünce yazıların, buradaki yazıların sola edebiyat severlere büyük katkıdır...şu bölümü alıntılayayım...G’nin yazarlarında 80 darbesi yok, ona karşı direniş yok, onun karşısında çözülüş yok. 80 sonrası yeni tip insanın, yeni tip siyasinin çözümlemesi yok. Sol içinde Kürt milliyetçiliğinin yuvalanışı, solun sol olmaktan çıkışı yok...bunlar romanlarında var senin...düşünce yazılarında var...burada insan bu da var...yeni şeyler söyledin...insanı bütün yönleriyle anlattın...solu da öyle...tekrar teşekkürler...can ertan
20-02-2016 22:49 (2)
iyi ki insanbu var. cengiz gündoğdu diye birinin varlığından haberdar oldum. teşekkürler kaan bey. çağrı erhan
21-02-2016 10:41 (3)
Eleştiri güzel ama çok ağır. Dinazor takımının sayıları ve etkinlikleri gün geçtikçe azaldığından artık onların farklı sinapslara sahip beyin yapılarını çözmeye fazla gerek kalmadı. Sağcısı solcusu cemi cümlesi hepsi, klişelere bağlılık ve hamasi düşünme konusunda bayağ bi mahirdirler. Cengiz Gündoğdu'da aynı şekilde, ama kendi türleriyle kıyaslandığında oldukça iyi bir kitap yazmış. Okumanın yanısıra hemzemin modemleri yerden yükseltmek, ampül takarken üzerine basmak gibi işlere de yarıyor. 20 li yaşlardayken mısralarımı "ve" ile başlatmak konusunda ben de bir ara bu canlı grubuyla takışmıştım. Sonradan anladım ki meğer bunların hepsi zamanında bir şekil eski yazı öğrenmişler ve yazmışlar. "Vav" harfinin virgüle benzemesinden dolayı da "ve"yi virgül sanıyorlar ve varlığına inanmıyorlar. Kısacası bence kitap iyi ve öğretici bir kitap. Hatta arka arkaya düzgün üç beş basit cümle kurmayı bile beceremeyen bir edebiyat ortamına karşı oldukça lüks bile sayılır.(B.Ö.)
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210154
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.