Hoca Nasrettin'e demişler: "Senin hanım çok gezenti. "İftiradır" diye karşılık vermiş. "O kadar gezenti olsaydı bizim eve de uğrardı."
Nerede bu sosyalist, "komünist" ruh?
İnsan kendini değiştirmeden, kendinde devrim yapmadan toplumu değiştiremez, toplumda devrim yapamaz, gibi anlayışlar vardı bir zamanlar. Bir ucundan bizim kuşak da yakalamıştı onu. Çernişevski, Herzen kitapları okuyanlar kuşağı...
Bir devrimci örgüt kendi içinde dostluğu, sevgiyi hakim kılmadan toplumu dönüştüremez diyen hayalciler vardı geçen yüzyıllarda. Özveriye, emeğe, bilgiye saygıyı, vicdanı önce kendi içinde hayata geçirmeli... Ütopik sosyalistler, kimi halkçı sosyalistler, bazı ahlakçı anarşistler...
Sonra Marksizm çıktı, "O iş öyle olmaz agalar" dedi, "Sınıflar vardır ve sınıf esasına dayanan örgütler kurulup, her ne pahasına iktidar alınmalıdır. İktidara gelince her şey düzelir, öyle tek tek iyilikle, güzellikle olmaz bu işler.."
Devrimler yapıldı, iktidarlar alındı, bazı güzel işler yapıldı, çokça kötü işler yapıldı, daha da çirkin bir insanlık çıktı ortaya.
O daha doğruydu, bu daha yanlıştı değil derdimiz, hepsi aynı yamukta eşitlendi.
"Zamanın Ruhu" diye bir şey vardır. Geçen devirde insanın potansiyel mükemmelliğine inanç hakimdi, eşitlikçi ve adaletli bir toplum kurulabileceğine itikat yaygındı. İnsan aynı insandı, gizilgüç olarak, genetik olarak aynı insan. O insanın bir ütopyası vardı. Kişinin içine girdi mi yakmaya başlayan, bedeni ve ruhu ateşleyip ihtilalci bir enerjiye dönüştüren.
Hiçbir kuşağa methiye düzmek, yeni kuşaklara laf sokmak değil meselemiz, Türkiye'de 80 öncesi kuşak coşkulu sosyalizm ruhundan nasibini alan son kuşaktı. Sosyalist-komünist hareketlere katılan yüz binlerce insanın çoğu yine içselleştirememişti bu ruhu, ne ki, içselleştiremeyenler bile tenlerinde hissediyordu o maddiyata dönüşen maneviyatı. Bir hayaldi belki, bir illüzyon...
Sonra bu işin böyle olmayacağı anlaşıldı. Teoriden bahsetmiyoruz dostlar, "Toplumsal Sezgi - Toplumsal Duygu" diye bir şey vardır. Konuşulanların ardında ne kadar içtenlik vardır, ne kadar hakikat vardır, bununla ilgili bir şey. Sosyalizmin olmayacağına, en azından böyle olmayacağına ilişkin yaygın ve çok güçlü bir kanaat yerleşti. Önce 80 darbesiyle, sonra duvarın tümden göçmesiyle. En başta komünistlerde, sosyalistlerde, solcularda.
Sosyalizm ruhu uçmuş arkadaşlar. Ben bunu yıllardır duyumsuyordum, ama kabullenemiyordum. Son birkaç haftadır o tatsız suratı bütün çıplaklığıyla görmeye başladım, daha doğrusu gördüğüm şeyi reddedemeyecek noktaya geldim. Şu reklam tartışmasıyla birlikte. Ne yapsak niye nafile? Artık tam anladım.
Zamanın ruhuna karşı koyamıyorsunuz, çoğalamıyorsunuz, çürümeyi engelleyemiyorsunuz. Kapitalizm sanılandan çok çok güçlü, yayılıcı, dokuz değil binlerce canlı çıktı. Kapitalizm tahmin edilenden çok çok daha dönüşebilir ve dönüştürebilir çıktı. Kapitalizm farz edilenden çok çok daha fazla insan beynini işleyebilir çıktı. Öyle ki tüm sosyalist rejimleri, partileri, sosyalist bireyleri kısa sürede kendine hizmet eder hale getirecek kadar insana uygun çıktı.
Sosyalizm belki biraz daha iyi bir modeliyle yine mümkün, ama yeni bir dalgayla ancak, evrensel yeni bir dalgayla. Ancak sahte dalgalarla insanları oyalayanlara dikkat. Syriza gibi, Gezi gibi...
Tıpta reseptör diye bir kavram vardır. Hücrelerde hormonları, enzimleri, biyokimyasal maddeleri, ilaçları algılayıp işleme sokan gedikler. Bu toplumda kafalardaki sosyalist reseptörler silinmiş gitmiş. En uç solcuların kafalarında bile.
Kapitalist yaşam biçiminin beklentileri hepsinin üstünü örtmüş. Bu yüzden onların söylediklerini biz anlamıyoruz, biz ne kadar konuşsak yazsak onlar bir şey anlamıyor.
Her yaştan zamane sosyalisti, komünisti bugün gazı uçmuş bedenlerle konuşuyor, eyliyor, günü kurtarmaya, sahnedeki rolü devam ettirmeye çalışıyor. Kendini ve başkalarını kandırabilmek, az buçuk seyirciyi de kaçırmamak için bir şeyler sanıyor. Ne sanıyor?
İşçileri emekçileri kazanmadan, üretim gücünü kullanmadan devrim yapabileceğini sanıyor.
Yoksul hareketini yaratmadan, arkasına almadan, solculuk yapılabileceğini sanıyor.
Gezi hareketi güzeldi, hoştu, ama onu sosyalist sanıyor.
Tüketim grevleri yapamadan devrimci bilinç yaratabileceğini sanıyor.
30 yıldır sosyalist ruhu öldürdüğünü gördüğü halde, kendisinde sosyalist reseptör kalmadığı için, malum Kürt örgütlerini "sol" saymaya, onların peşinde dolaşmaya devam ediyor.
Zengin burjuva çıkarları savunan TTB gibi (bir avuç kişiden oluşan) birçok örgüt ve çevreyle bağını sıcak tutmak istiyor. Çünkü onlarla sosyalist hareketin güçlenebileceğini sanıyor.
Oligarşinin ideolojik hegemonyasından kuvvetle etkilendiği, etkilenmek ne kelime, onun pençesinde olduğu halde ona karşı mücadele ettiğini sanıyor.
Bu yüzden Ece Temelkuran, Enver Aysever, İlhan Cihaner, Ahmet Cemal... daha nicelerini yazar kadrosuna kattığında güçleneceğini sanıyor. Bu yazarları tercih eden zihniyet ortamında devrimci gençlerin yetişebileceğini sanıyor.
O yüzden sosyalist solun kitlesel olarak ezici çoğunluğunu oluşturan yazar, sanatçı, akademisyen, beyaz yakalı, entel, dantel kesimlerin içine düştüğü etik yozlaşmaya karşı gıkını çıkaramıyor, ses etse gücünü yitireceğini sanıyor.
Bu yüzden sanattaki piyasacı rezaletlerin, futbolda şikenin eleştirisine gidemiyor, gitmek ne kelime, bu güçlerle birleşip nemalanabileceğini sanıyor.
Genciyle, yaşlısıyla hangi kapitalist piyasacı ilişkiyi ortaya çıkarsak "ne olmuş yani!" diyen veya bizimle maytap geçen bir "sol-sosyalist-komünist" çevre...
Bu böyle uzatılabilir, ama artık kabak tadı verdi, yazana da okuyana da. Taşıma suyla değirmen dönmez, zorla güzellik olmaz.
Nasrettin Hoca evlenmiş. Ama yeni hanımı çok gudubet bir kadın çıkmış. İkide bir de soruyormuş, pek mutaassıp biriymiş gibi: "Hoca, eve gelecek erkek misafirlerden kime görüneyim, kime görünmeyim?" "Bana görünme de kime görünürsen görün" demiş sonunda Hoca.
Yeni dalga gelene kadar ne mi yapacağız? Yazarımız Mehmet Harma'nın dediği gibi "artık yayan gideceğiz". Herkes kendi alanında doğru, dürüst, iyi işler yapmaya çalışacak bireysel çabalarla veya mütevazı örgütlenmelerle.
Kaan Arslanoğlu