Sen elmayı seviyorsun diye, elma seni sevecek mi?

Elmayla ilişkimiz…

 

Seviyoruz. Çok seviyoruz. Eskiden Optik’in dediği, şimdi Optik’e dendiği gibi; “Çok sevdik be abi...”

 

Haydaaa, elmadan ve Nâzım’dan girecektik, daha ilk paragrafta söz tribüne ve Beşiktaş’a geldi, iyi mi? İnsan bu, oluyor böyle.

Tanımayanlar, bilmeyenler, işitmemiş olanlar için; “Optik” dediğimiz, Beşiktaş’ın şimdilerde hep sallantıda duran Çarşı grubunun, eskilerde sallanmadığı dönemden kurucusu; edebiyat, öğretmenlik, sol ve maalesef “alkolik hareket” kökenli Mehmet Işıklar’ın ta kendisi. (Triplere girip “tribün lideri” falan diyorlar şimdi; Optik mi, ne lideri yahu, bildiğiniz emekçiydi. Hakikatli her insan gibi.)

Çok sevdi be abisi. Beşiktaş’ı tabii ki. Ama o Beşiktaş’ı seviyor diye, Beşiktaş da onu sevdi mi sanki?

Hiç sanmam, mümkün değil zaten öylesi, değil mi? Kurumlar, yapılar, örgütler, nesneler, eşyalar, bitkiler, hayvanlar, çiçekler, böcükler… yoksa böyle sıralayıp duracağımıza insan dışındaki her varlık mı demeliyiz kestirmeden, evet öyle, insan dışında hiçbir varlık, bu yüce mertebeye, duygusal ve düşünsel bir bütün olan “sevme” edimine erişemez ki. Kediler, köpekler ve bazı başka hayvanlar belli ihtiyaçları dolayısıyla “ilgi” gösterebilir birilerine ve birbirlerine, ama sevgi bize özgü bir yükselme hali değil mi? İnsan bu işte, biricik yine de.

Peki Beşiktaş Optik’i sevemez diyoruz da, Beşiktaş tribünleri, seyircisi, mahalledekiler, kendisini hep mahallede hissedenler, kulübün emektarları, emekçileri, “alkolik hareket üyeleri” vb. vb. bir anlamda Beşiktaş’ın ta kendisi olup, Optiği (evet “ğ”e geçelim artık) sevmedi mi yani? Orası öyle tabii, sevdi.

Soyut olarak bakıldığında da, tribün eğlencesi, tribün eğlencesine gitmeden evvelki meyhane keyfi, olayın her anındaki coşku ve heyecan, oyunun kendisinin güzelliği, sıradaki maçın ve güzelliklerin beklenmesi, spektaküler bazı hareketler ve daha neler neler eklenebilir yine bu sevgiye. Orası öyle tabii; sevenler soyut olduğuna göre, sevgi de soyutlaşmaya başlar böyle. “Beşiktaş sen bizim her şeyimizsin” mertebesine varanlar da çıkar sonunda.  

Hemen bu soyut sevdalanma halinin ardından, yine somut olanlara ve bu defa “karşı taraf”a bakıldıkta - belki sahadaki/kenardaki gelmiş geçmiş oyunculardan bir kısmı kenarda tutuldukta – niye sevsinler ki Optiği? Beşiktaş’ın yönetimi, tepesindeki sermaye, kirli işler ve ilişkiler, mafya, çok önemli bir kısmıyla yöneticiler, en tepedekiler, medyayı güdenler, medyada güdenler, futbol gevezeliğini besleyenler, hileciler, şikeciler, riyakârlar, yalancılar, sadece kendi menfaatini gözetenler, hesapçılar, tribünden ve tribünün saflığından nemalanan/mamalanan irili ufaklı “lider” müsveddeleri vb. vb. niye sevsin ki. Bunlar da bir başka anlamda Beşiktaş’ın ta kendisi olup, hiç sevmediler Optiği, hatta nefret etti kimisi.

 

Optiğin Beşiktaş sevgisi tartışılmaz da; bunun karşılığında, bir tür Beşiktaş çok sevdi, öbür tür Beşiktaş hiç sevmedi diyelim kendisini. 

Ama O’na ne yahu, Optiğe ne bütün bunlardan; O, “sevilmek için” sevmedi ki. Karşılıktan O’na ne! O, “sevinmek için” de sevmedi hem. Yenmekten, yenilmekten ona ne! Galibiyeti ayrı güzeldi, mağlubiyeti ayrı. Hepsini sevdi gitti. Erken gitti. Çok da düşünüp dert etmedi. Sevdi bitti. İnsan bu işte.

Peki, Beşiktaş sahillerinde bu kadar açıldıktan sonra, elmaya gelebilecek miyiz şimdi?

Deneyelim en iyisi. Nâzım’ın dizeleriydi, elbette asıl esinleyici: “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? (Abidin)” Yok, sonunda Abidin yok bu defa, unutun parantez içinde söyleneni. Tahir ile Zühre meselesi bu. Yine de mutluluğun resmiyle bir ilgisi kurulabilir dilenirse. Elma bizi gerçekten severse, Abidin de bu sevginin ve karşılıklı aşkın, dolayısıyla mutluluğun resmini yapar bakarsınız.

Ama sevmiyor işte, sevemez de.

Ya da bir Elma sever, bir Elma sevemez. Optik ve farklı türde Beşiktaş’ların ilişkisi gibi.

Elbette diğer bir tarafta, bizim de bu elmaları, öbür meyvaları, nesneleri, eşyaları, kurumları, takımları, kulüpleri, örgütleri, otları, çiçekleri, böcükleri, bilumum zerzevatı ve tabii ki bazı soyutlukları, kavramları vb. vb. sevmemizin de bir sınırı olmalı. Özellikle de nesne ve eşyaları. Sevda, merak, tutku falan derken manyaklığa varabiliriz sonra. Tribünleri yakıp yıkan manyaklar malum. Onun dışında, bilhassa duygusal ve düşünsel bütünün yanına, cinsellik de katılırsa işin içine, sapıklığa, psikopatlığa, katilliğe, tecavüzcülüğe “bağlanır” bu mesele sonunda!

Malum, garip garip haberler gelip durur bu konuda da. Gazeteciler de ilgi çekeceği için, haberi bir güzel patlatacakları için çok sever böylesini. Damacanayla cinsel ilişkiye girerken yakalanır mesela biri. Alın size kendini anında okutturuveren, “hem güldüren hem düşündüren” bir haber.

Böyle bir tanesini, Bahçelievler’deki evinde ziyaret ettiğim günlerden birinde, Kemal Özer okuyup aktarmış, bir on dakika kadar makaraya sarmıştık. Ben diyeyim Norveç, siz diyin Danimarka, havaların ve insanların soğuk olduğu bu bunaltıcı ve intihara davetiye çıkaran “refah ve huzur dolu” memleketlerden birinde, vatandaşın teki bisikletiyle girdiği “ilişki” sırasında yakalanmıştı. Haber bunu anlatıyordu. Eh, insan bu; olur mu, olur. Ama Kemal Ağabey’in muzır aklı,  “bu iş”in nasıl olduğuna takılmıştı. İşte bu kritik mesele haberde yoktu. Acaba gidonunu mu okşuyordu usulca, selesine sürtünüp tekerleklerini çevirerek cantlarına mı boşalıyordu, dinamoyu çevirip farlara bakarak mı tatmin oluyordu, ne yapıyor, bisikletle nasıl ilişki kurulur merak ettiydik! Merak ve insan işte.

Bu tabii “mesele”nin eğlencesi. Yine de “ölçüsüz/ayarsız” bir gerçeklik olduğundan, büyülenmeyle de bağlantılı olduğundan, bu sevme meselesine ve ondaki aşırılıklara dikkat etmeli. Tutkulu sevdalılar ve sevgi pıtırcıkları, özellikle de sevgi ilişkisi kurulan şey bir nesne ise, çok ileri gitmemeli! Kuzeydeki sapıklar, nesneden insana ve sonunda Breivik gibi psikopat/sosyopat katillere hızla uzanabiliyor baksanıza.

Geçelim şimdi onları, dönelim elmaya. Cinsel bir sapıklık yok bu defa. Elmayla mastürbasyon yapacak manyak da zor bulunur zaten (belli de olmaz, insan bu!).  Nâzım’ın düzlemine dönelim. Karşılıksız aşka. Biz sevdiğimizde, karşımızdaki sevmiyorsa eğer, yaşadığımız hayal kırıklığının dışında, gerçekte bir şey kaybedip kaybetmediğimize.

Öyle ya, “Seversin dünyayı doludizgin / Ama o bunun farkında değildir // Ayrılmak istemezsin dünyadan / Ama o senden ayrılacak // Yani sen elmayı seviyorsun diye / Elmanın da seni sevmesi şart mı? // Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık / yahut hiç sevmeseydi / Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? // Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da / Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”

Ağır oldu böyle. Ölümlü. Makaraya saralamı, makaraya bağlayalım yine (“tivitleyip” durmuştuk geçen hafta bu konuyu nedense):

Yahu bu elma sevmiyor mu şimdi bizi gerçekten Nâzımcım?.. Sahiden sevmiyor mu? “Yarısı ısırılıp orta yere bırakılmış bir elma yoksa bir evde, mutluluk yoktur orada” demişti baba yazarlardan biri. O ne olacak şimdi?

 

Bu konuyu tartışmak üzere, geçenlerde “Elmanın da Bizi Sevebilme İhtimalini Sevenler Derneği”nin Amasya’da düzenlediği elma sevme etkinliğine katıldık... Oturduk, tartıştık, yedik, sevdik, seviştik, sonuç alamadık her zamanki gibi!

 

Döndük ve elmayla ilişkilerimizi gözden geçiriyoruz hep, o günden bugüne. Genelde ben konuşuyorum, o dinliyor… 

 

“N'aber elmacım, bugün çok tatlısın” diyorum. "..." Tısss. Yanıt yok. Görüntü var ama ses yok. İnsan sevdiğine bir karşılık verir ama değil mi?

 

Neyse bana ne, bir noktadan sonra aldırmam öyle şeylere. Sert ve sulu olduğunda bilhassa seviyorum kendisini işte.

 

Ne yalan söyleyeyim, yumuşak ve kepekli olunca kaldırır atarım onu. Kurtlu ve çürük olunca da öyle. Görüntü meselesi ayrı tabii. Bazen öyle güzel görünür gözüme, öyle bir imge ve fotoğraf verir ki, alı alı, yeşili yeşil, harika bir elmadır. Ne olursa olsun severim o görüntüyü. O görüntü dolayısıyla da elmayı. Isırana kadar tabii! Isırınca anlaşılır, asıl sevginin nereden gelip nereye gittiği, ne kadar yoğun olduğu, ne kadar sürebildiği, meselenin gerçekliği... Sert ve suluysa harika. Kepekli ve kurtluysa çöpe yine.

 

Pekiii, ben onu seviyorum da, o beni? Nerdeee! Olmaz zaten öyle. Ya da bir tür Elma seviyordur bir tür Elma sevmiyordur belki. Tıpkı, Optik ile farklı Beşiktaş’lar arasındaki ilişki gibi.  Tahir ile Zühre ya da. Kişi ile kurum, kişi ile kişi, kişi ile nesne, kişi ile soyut bir kavram, kişi ile yaşam. Hepsi farklı tabii.

 

Amaaan uzattık iyice. Hem sevse ne olacak sevmese ne olacak elma beni. Zühre hiç sevmeseydi, ne kaybedecekti ki Tahir Tahirliğinden. Optik gibiyiz işte; sevilmek ve sevinmek için sevmedik ki… Sevdik gitti, oldu bitti...

 

Ali Mert

 

alihaluk@gmail.com

Facebook
henüz yorum yapılmamış
29-03-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210630
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.