Televizyon dizilerine özenen bir roman: Livaneli’nin Konstantiniyye Oteli

Televizyon dizilerine özenen bir roman: Livaneli’nin Konstantiniyye Oteli

Eskiden televizyon dizileri romanlardan kopya çekerdi, şimdi işler tersine döndü, romanlar televizyon dizilerine benzedi. Bizim bir televizyon dizisi tarihimiz varsa, bu tarihi Halit Refiğ’in yönettiği ve Müjde Ar’ın oynadığı Aşk-ı Memnu ile başlatabiliriz. Yetmişli yılların ikinci yarısında edebiyatımızın en önemli klasik romanlarından, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su, aslına uygun olmasına özen gösterilerek, tam kaç bölüm olduğunu bilemiyorum, beş on bölümü geçmeyen bir televizyon dizisine kaynaklık etmişti. İki binli yıllarda yeniden televizyon dizisi yapılan Aşk-ı Memnu ise haftalık yayınlarla birkaç yıl sürmüştü. Romanın özgün duyarlılık ve kurgusundan geriye pek bir şey kalmamıştı.

Seksenlerde çekilen, TRT’nin yapımcısı olduğu az sayıdaki televizyon dizisi de edebiyatımızın önemli romanlarını aktarmaya çalışıyordu. Bunlardan, başrolünde Ahmet Mekin’in oynadığı Refik Halit’in Bugünün Saraylısı ya da Burçin Oraloğlu’nun Adnan’ı canlandırdığı Üç İstanbul, dayandıkları romanların karakter ve kurgusuna saygı gösteren, sinema dili ve oyunculuklarıyla da ilgi çeken dizi filmlerdi. Ama birkaç yıl önce yeniden televizyon dizisi yapılan Bugünün Saraylısı’nda, romanın bir tek adı kalmıştı. En büyük dizi felaketleri ise, toplumsal değişmenin birçok boyutuna ayna tutan Orhan Kemal’in romanlarının başına geldi. Vukuat Var ile Hanımın Çiftliği romanlarından yapılan dizide, Orhan Kemal karakterleri, yazarın savunageldiği bütün değerlerin tersini haklı göstermek için yazarın aklına hiç gelmeyen entrikaların içinde dönüp duruyorlardı.

Diziler romanları bozdukça, yeni romancılar da dizilerin mantığı ve kurgusuyla roman yazmaya başladılar. Televizyon dizilerinin hiçbir tutarlılık, karakter derinliği, toplumsal içerik gerektirmeyen anlatım kalıpları romanlarda, daha doğrusu roman diye piyasaya sürülen kitaplarda da karşımıza çıkmaya başladı.

Bu uzun girişi, kurgusu ve karakter çizimiyle dizileri hiç aratmayan bu romanlardan birini ele almak için yazdım. Zülfü Livaneli’nin şu sıralarda çok satar kitaplar listesinin ilk sıralarında bulunan kitabı Konstantiniyye Oteli, tam da bu tipolojiye uygun, günümüz televizyon dizilerinin karakterlerini ve anlatım biçimlerini taklit eden bir kitap. Daha kitabın başında, televizyon dizilerinde çok kullanılan şu sıradan cümleyle karşılaşıyoruz: “Bu romanda anlatılan kişiler kurgu ürünüdür. Gerçek kişilerle benzerlikleri ancak rastlantı olabilir.” Bu başlangıçla Konstantiniyye Oteli, sanki ben roman değil, bir dizi film senaryosuyum diye bas bas bağırıyor. Kitap da bu cümlenin hakkını veriyor doğrusu. Yüz elli sayfa okuyorsunuz, dizinin ellinci bölümünde, imam nikâhlı eşten doğma bir evladın ortaya çıkmasına benzer biçimde, romana birdenbire yeni kişiler giriyor. Tam bu kişiler, romana ne katacak, konunun hangi yönüne ışık düşürecek diyecekken, romana girdikleri gibi aniden kayboluyorlar.

Gazete haberleri kolajından roman

Konstantiniyye Oteli, kitabın başına konulan nottaki kavramla, bunun bir roman olması “ancak raslantı olabilir” denecek türden bir kitap. Zülfü Livaneli, İstanbul’da, İzmir’de, tarihsel herhangi bir şehirde birçok kez yapıldığı gibi, binlerce yıllık geçmişi aydınlatan arkeolojik değeri bulunan bir yapı kalıntısı üzerine hiç umursamadan beton dökülerek inşa edilen bir otelin açılış gecesinde bir araya gelen insanları anlatarak bir panorama çizmeye çalışıyor.  Gerçek yaşamda, milyonerlerin konaklayacağı böylesi bir otelin açılışına katılacakları belirleyen zorunluluklar ve şaşmaz bir toplumsal seçim vardır. Buradan yola çıkarak bu seçimin dayandığı ilişkiler ve toplumsal bağlar ortaya çıkarılabilir. Ancak Zülfü Livaneli zorunlulukların değil, “rastlantıların” ya da kendi yazmak istediklerinin çekimine kapıldığı için, sıradan bir emekli hakim ile Türkiye’nin en büyük kapitalistini bu açılışta bir araya getirmekte hiçbir tutarsızlık görmüyor.

Gerçeğe benzerlik rastlantı olabilir notunu okuyarak başladığınız kitapta, birkaç ay önce gazetede okuduğunuz bir haberin öykü diliyle anlatıldığı bir bölümle karşılaşınca ne düşünürsünüz? Zülfü Livaneli, kendisine tecavüz eden erkeğin kafasını keserek, bir sabah vakti köy meydanına getiren kadına Konstantiniyye Oteli’nde rastlantı eseri bir yer bulmayı başarıyor. Aynı rastlantı, Uludere’de uçaktan bombalanarak öldürülen insanların kitaba girmesinde de işe yarıyor. Gazete haberlerinin roman unsuruna dönüştürülmesi için Uludere’de katledilen çocuklardan birinin ağabeyinin ve tecavüze uğrayan, kafasını kestiği erkekten hamile kalan kadının hapishanede doğurup büyüttüğü çocuğun Konstantiniyye Oteli’nde garson olmaları yetiyor. Roman sayfalarına dönüşen bazı gazete haberleri için bu kadarlık bir bağlantıya bile gerek yok. Cinnet geçirip karısını ve çocuklarını evinin balkonundan attıktan sonra kendisi de atlayan Tuzla tersanesi işçisinin Zülfü Livaneli’nin önceki romanlarından birindeki karakterin damadı olması romana girmesine yetiyor. Ya da dizinin başka bir bölümünü izliyoruz.

Konstantiniyye Oteli, bu özelliğiyle, roman sanatının, edebiyatın bugüne kadar geliştirdiği kurgu birikiminin inkârı anlamına gelen bir kurgu, daha doğrusu kurgusuzluk örneği olarak incelenmesi gereken bir kitap. Sanki başka başka kişilerin bir ekip çalışmasıyla yazdıkları parçaların rastgele birbirine eklenmesinden oluşuyor. Örneğin, çocuklarını balkondan atan babanın yer aldığı bölümler kitabın başka yerinde de olabilirdi ve kitabın yapısı bundan hiç etkilenmezdi. Bu, neredeyse bütün parçalar için de geçerli bir durum. Yeniden karılan bir iskambil destesi gibi, Konstantiniyye Oteli’nin kısa bölümlerini yeniden düzenleyebilirsiniz ve ortaya çıkacak yeni sıralamanın kitabın bu halinden daha bağlantısız olacağını sanmıyorum. Zülfü Livaneli’nin dizi-romanında gerçeğe benzerlik rastlantısal olduğu gibi, kurgu da rastlantısal…

Selin Ongun’un, 10 Mayıs 2015 tarihli, Cumhuriyet’te yayımlanan yazarla konuşmasından öğrendiğimize göre, Zülfü Livaneli, romanı “700 sayfadan 500 sayfaya indirdim” demiş. Bu bilgi de, benim kurgu konusundaki saptamamı doğruluyor. İskambil destesinden çıkartılan kartlarla yeni bir deste ve yeni bir oyun kurmak bu durumda mümkün görünüyor, yazarın elinde yeni kitabı için işe yarar bir hayli malzeme var demektir. Anlaşılan, Zülfü Livaneli roman yazmayı, dizi film senaryosu yazmakla karıştırıyor. Belki televizyon dizilerinde kesilen, biçilen ve atılan sahnelerle ortaya izlenebilir bir bölüm çıkarılabilir ama roman sanatında aynı yöntemle ortaya çıkanın pek biçimsiz bir sonuç verdiğini Konstantiniyye Oteli kanıtlıyor.

Yaşamda değil, ölümde adaleti aramak

Zülfü Livaneli, gerçeğe rastlantıyla benzeyen gazete haberlerine ilgi gösterdiği kadar, tarihte ilginç vakalar, İstanbul’un gizemleri ve benzeri yarı ansiklopedik yarı safsata bilgilere de büyük bir eğilim duyuyor. Bunları okura anlatmak için roman anlatımının öyküleme tekniğini de umursamıyor, yerli yersiz oraya buraya serpiştiriyor. Kitabın sonunda bir “Nekropolis” bölümü var, kimler ve neler anlatılmıyor ki… Tarihte yaşanan büyük zulüm ve haksızlıkları kurgusuz bir Nekropolis keşmekeşinde ortaya koymaya çalışmak bayağı sonuçlara yol açıyor. Zülfü Livaneli bu bölümde kopmuş bir erkeklik organını konuşturarak 6-7 Eylül kıyımını anlatmaya çalışıyor. Yazarın insana, topluma ve tarihe bakış açısını göstermek, kitabın dilini tartışmak için bunu biraz daha ayrıntılı ele almakta yarar var. Şöyle yazıyor: “Nekropolis dünyadan daha adil bir yerdi. Organlar imparatorları, sultanları susturabiliyordu; erkeklik organının hikâyesini hep birlikte dinlediler. (…) Bu kutsal şehrin merkezinde, Taksim Meydanı’ndaki Aya Triada Kilisesi’nde, bağlı bulunduğu papaz sahibiyle mutlu bir yaşam sürerken, o lanetli gün her şeyin bozulduğunu anlattı. 6 Eylül 1955 tarihinde, birtakım eli sopalı, silahlı çeteler, bu şehrin eski sahipleri olan Rumlar başta olmak üzere, Müslüman olmayan herkese karşı saldırıya geçmişlerdi.” (s.456-457) Zülfü Livaneli, Nekropolis, ölüler şehrini dünyadan daha adil buluyor, çünkü bir erkeklik organı imparatorları susturabiliyormuş. Erkeklik organından söz ederken, “bağlı bulunduğu papaz sahibiyle” diyor. İnsanın doğal bir parçasını, bir organını ondan ayırıyor, sahip olduğu, mülkiyetinde bulundurduğu bir nesne biçiminde yazıyor. Bu yazım, Konstantiniyye Oteli kitabının gerçeği bozan, çarpıtan dili için iyi bir örnektir. Papaz erkeklik organının sahibi değildir. Erkeklik organı papazın organik bir parçasıdır. “Sahiplik” kavramı insandan ayrı nesneler için ve mülkiyet ilişkisini göstermek için kullanılır. Bir sonraki cümlede de, “bu şehrin eski sahipleri olan Rumlar” diyerek, mülkiyet ilişkisini yine yanlış biçimde gösteriyor. Bir şehirde yaşayanlar şehrin sahibi nasıl olurlar? Bugün İstanbul’da yaşayanlar İstanbul’un yeni sahipleri mi oluyor?

Bu örnek üzerinde uzun durmamın nedeni, baştan sona, gerçeği benzer biçimde bozan, çarpıtan bir dille yazılan Konstantiniyye Oteli’nin bu özelliğini vurgulamak içindir. Gerçekle ilişkisi bozuk ve yanlış bu dille ilgili onlarca örnek verilebilir.

Estetik beğenisi sıfırlanmış okur

Dili bozuk, kurgusu rastgele, gerçekle yani yaşamla ilişkisi rastlantısal bu kitabın yazılmasına neden gerek duyulmuş? Bendeki baskısının kapağında bir kutucuğun içine yazılmış bir rakam, “150.000 ADET”, baskı ve satış sayısı, bu sorunun cevabı oluyor. Bu ve benzeri kitapların bilgisiz, estetik bilinci ve beğenisi sıfırlanmış, reklam ve yönlendirme güdümünde yüzbinlerce alıcısı var. Televizyon dizilerinden fırsat buldukça, dizi senaryosundan roman okuyorlar. Zülfü Livaneli de, kitabın başına konan yaşamöyküsünden öğrendiğimize göre 40 dile çevrilen romancı oluyor.

Edebiyatımızdan biliyoruz, romanın bir davası olur. Toplumsal bir kavgası olur. Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’si, Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ı, Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, daha saymakla bitmez uzun bir liste, edebiyatımızın davası ve kavgası olan romanlarını oluşturur. Zülfü Livaneli’nin kitabında, Türkiye’nin gazetelere de yansıyan hemen bütün büyük haksızlıkları ve sömürülerinin sözü edilir ama yazarın bu haksızlıkları ve sömürüleri yapanlara karşı hiçbir kavgası ve davası yoktur.

Tarihi kalıntıları betonla kaplayarak Konstantiniyye Oteli’ni inşa eden kapitalisti o kadar müşfik ve özenli sözcüklerle anlatır ki, yaşanan sömürüde kişilik kazanmış sermayenin hiçbir sorumluluğunun olmadığını zannedersiniz. “Ama bunların hepsinden önemlisi Ergun Bey’in dillere destan kibarlığı, zarafeti, İngiliz asillerine özgü tuhaf ve ince yakışıklılığı.” (s.26) Ortaokuldayken birkaç Barbara Cartland romanı okumuştum, onlardaki zengin ve yakışıklı erkek karakter tarifleri böyleydi. Cartland’ın, Zülfü Livaneli’ye göre en azından kurgusu olan bir roman yazma üstünlüğü vardı.

“Kulaklardan para fışkırtan” sermaye birikimi

Zülfü Livaneli, bir romanda asıl anlatılması gerekenleri, yaşama ilişkin kavrayışımızı geliştirecek gerçekleri gün ışığına çıkarmayı hiç umursamıyor. Bir sürü yüzeysel şeyle doldurduğu kitabında insanların yaşamını acı ve yoksullukla boğan temel gerçekleri görmezden geliyor. Bunu Türkiye’nin en büyük kapitalist ailelerinden, kitaptaki otelin sahibi Bereketzade ailesinin sermaye birikimi sürecini anlatışıyla örnekleyebiliriz: “Cumhuriyet’in ilk Türk zenginlerinden biri, belki de birincisi. Hükümet ona ‘orduya zahire temini’ görevini verince para kazanmamak mümkün değildi ki zaten. Bereketzade ailesinin kulaklarından bir anda para fışkırmaya başlamıştı. İsmail Bey bu sermayeyi büyük bir holdinge dönüştürmüş, onun oğlu Ergun Bereket de Amerika’dan Japonya’ya her milletten ortaklarla, şirketlerini uluslararası boyuta taşımıştı.” (s.43) İşte, asıl romanın başlaması gereken yerde, tarihi “kan ve ateşle yazılan” sermaye birikim süreci, bu gazete fıkrası cümleleriyle yazılıp bitiriliyor. “Kulaklardan para fışkırması” türünden ironik ve bayağı benzetmelerle, emekçi insanların nasıl sömürüldüğü, devlet eliyle nasıl zengin yaratıldığı bir kalemde geçiştiriliyor. Elbette, günümüzün cumhuriyet yıkıcılarının hoşuna gidecek biçimde Cumhuriyet ve Türk kavramlarına olumsuz çağrışımlar yüklemek de unutulmamış. Ergun Bereket’in kolaylıkla holdingler kurması ve uluslararası “boyuta” taşınması kendiliğinden olup bitmiş. Oysa roman, başta Balzac’dan biliyoruz ki, insanların yaşamını pençesine alan bu sermaye birikim sürecinin anlatımı demektir. Bizden Orhan Kemal, Kanlı Topraklar romanında bu süreci Çukurova özgülünde, 1930’lardaki gelişimiyle ve çok iyi ortaya konmuş Topal Nuri karakteri aracılığıyla pek güzel yazmıştır.

Zülfü Livaneli’nin davası ve kavgası yok

Livaneli’nin davası ve kavgası yok. O bir gazeteci ve bir gazetecinin dışsallığıyla, soğukluğuyla olaylara bakıyor. Hiçbir karakteri, samimi, yaşamsal çelişki ve çatışmalarıyla kitaba giremiyorlar. Yazar, gazeteci bakışıyla, bildiğimiz şeyleri üstelik tatsız bir dille, evirip çevirerek bize yeniden haber vermekle yetiniyor, kişileri ve olayları hiçbir sahnede canlandıramıyor. Somutlayamıyor. Ancak anlatabiliyor. Gerekliyle gereksizi ayıklamadan, seçmeden ne gelirse yazıyor. Her şey ve herkes var, bunları birbirine bağlayan ilişkiler yok. Ezenler ve ezilenler var, bunun kökenleri, ortaya çıkaran tarihsel, toplumsal ilişkileri araştırılmıyor, her şey sözde kalan olgulardan ibaret, sayfalarca yazılıp gidiyor.

Zülfü Livaneli, İstanbul’a Konstantiniyye diyerek, Bizans’ın imparatorlarını ve kraliçelerini Nekropolis’lerden çıkararak, bugünü geçmişe bağlamaya çalışıyor. Alttan alta bugün yaşanan çürümenin Bizans’ta da benzer olduğunu göstermeye çalışıyor. İnsani değişmenin bilimi tarihe karşı, değişen bir şey yok demeye çalışıyor. Oysa bugünün çürümesinin koşulları ve kaynakları ortaçağın Bizans’ından öyle değişik ki… Bu bakış açısı bugünü düne indirmeye götürüyor. Bizim edebiyatımızda tarih bilincinin kökü çok eskilere gider. Nâzım Hikmet’in 30’larda yazdığı Şeyh Bedrettin Destanı geleceğe bir çağrıyla biter: “Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın”… Buradan bakınca Zülfü Livaneli’nin tersini yaptığı ve yüzünü geçmişe döndüğü daha açık görülebiliyor. Zaten bir romanı Nekropolis, ölüler şehri bölümüyle bitirmek, yaşam yerine ölümü seçmekten başka ne anlama gelebilir?

Televizyon dizileri, düzenin ideolojisini, yaşama ilişkin değerlerini kitlelere benimsetmenin en saldırgan araçlarıdır. Yaşamı sorgulamayı, eleştirel bakış açısını ve her şeyin değişebileceğini kavratan tarih bilincini, gelecek umudunu ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Günümüzün çok satar romanları da televizyon dizilerine benziyorlar. Biri çıkıyor, birkaç ay çok satar listelerinde reklam ediliyor ve yerine dizinin yeni bölümü, bir başka roman geliyor. Zülfü Livaneli’nin bu işe katkısı, Konstantiniyye Oteli’nin yazım biçimini ve kurgusunu da bir televizyon dizisine indirgemesinde ortaya çıkıyor.  Uyuşmuş okur, düzenin kulağına fısıldadıklarıyla huzurlu, yaşamı değil kabuğunu kemirmekten heyecan duyan edilgin insan dizilerden çok satar romanlara, romanlardan dizilere sarhoş uykusunda salınıp duruyor.

B. Sadık Albayrak

Facebook
yorumlar ... ( 3 )
29-06-2015
29-06-2015 09:49 (1)
Bir bakır ustası bakır sanatının nasıl tarihe karıştığını anlatıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında henüz piyasa kurallarının egemen olmadığı dönemde "sanat" kaygısı ağır basan bakırcılık, Türkiye'de kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmasıyla yok oluş sürecine giriyordu. 1940'larda "satıcılar" bakır ustalarını "satabilecekleri" ürünleri üretmeye teşvik ediyor, geçimini sağlama derdine düşen bakırcı "sanatı" bırakarak piyasaya üretmeye başlıyordu. Öykülerimiz ne kadar benziyor değil mi? Ben yine bütün kötülüklerin anası ÜRETİMİN AMACININ KAR OLMASIDIR diyeceğim. Yine birileri bakırdan kapitalizme nasıl geldiğimi sorgulayacak. Böyle geçinip gideceğiz. AA.
29-06-2015 11:40 (2)
Burada yorumlara yazdığı cevaplardan tanıdığım kadarıyla yazıda geçen şu cümleye Taylan Kara katılmayacaktır muhtemelen: "Zaten bir romanı Nekropolis, ölüler şehri bölümüyle bitirmek, yaşam yerine ölümü seçmekten başka ne anlama gelebilir?"
01-07-2015 18:02 (3)
Serenat'ın sinema filmi olmasını istediğini ancak bütçesinin yüksek olacağı için pek olası görmediğini söylemişti bir söyleşisinde. Yani senaryo olabilir şekilde yazması yeni değil sanırım. Sadeceozgur
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210822
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.