1. Küresel piliç döngüsü, Türkiye’deki uzantıları
Bu antibiyotiklerden mesela roksarson Pfizer tarafından üretilmekte, metionin hidroksi analoğu bir Monsanto kuruluşu olan Novus International tarafından satılmaktadır. Roksarsonun birinci sınıf kanserojen arsenik bileşiği olduğu FDA tarafından Ekim 2013’te kabul edilmiş, McDonalds roksarsonlu piliç kullanımını iki yıl içerisinde sonlandıracağını Mart 2015’te açıklamıştır (ama elbette hiç antibiyotiksiz değil, tavuk “fast”-food zincirine giremez, çünkü “çabuk” pişemez). Bunları pazarlayan Türkiye mümessili arkadaşlarımızın çoğu, aynen DSM Türkiye için olduğu üzere, eski ilaç firması çalışanıdır. Dolayısıyla “yerli piliç endüstrisi” diye açılan daire, ilaç şirketleri yörüngesinde dolanıp, “sağlıklı beyaz et” sloganıyla taçlanırken, Türkiye’de neden “Dikkat Lenfoma Çıkabilir” farkındalık kampanyasının yürütülmüş olduğunu da çok güzel açıklar. Roche bu kampanyayı “Yunanistan’da B hücreli lenfoma çok var, Türkiye’de neden yok” sorusunun yanıtlanması amacıyla Ulusal Hematoloji Derneği’ne yaptırmıştır (2007). Bilimsel temeli bulunmayan bir kampanya, onay veren Bakanlık ve yürüten ulusal dernek, ne hazin! Ve ne ulvi bilimmiş ki, lenfoma kampanyasının kasaya aktarılan fonları sayesinde Acıbadem’de “dernek merkezi olmaya uygun” satılık villa aramıştır.
Bu “hızlı et tutturma “işinin II. Dünya Savaşı sonrasında başarıldığı aşikardır. Nitekim Prof. Dr. Berkman “Engelli-Engebeli Uzun Yollar, Bir Hayat Anıları 1900-1987” adlı kitabında, Amerika’da 1947’de gezdiği tesislerde hindilerin 18 ayda gelebilecekleri boyuta 14 haftada getirildiklerini, normal ineklerin Kırım ineklerinden daha fazla süt verdiğini, bunun domuzlar için de geçerli olduğunu, “purina cevheri” denen bir madde kullanıldığını anlatmaktadır. Ancak bu kadar hızlı büyüyen hayvanlarda kullanılan yöntemin kansere neden olup olmayacağının kuşkulu olduğunu da dile getirmektedir. Amerikan beyaz et endüstrisi ilaç endüstrisinden devşirdiği alaşımlar ile bir çığır açsa da, beyaz et tutturmadaki II. Dünya Savaşı sonrasına denk gelen şahlanmanın ne kadar gerçek müsebbibidir, bu da tartışılır. Malum ortada bir de yenilmiş Almanya ve toplama kamplarının deneyimli biyologları vardır. Bütün bu deneysel faaliyetin, bilgi birikiminin ve işlenen insanlık suçunun sadece Dr. Mengele tarafından becerildiğini düşünmüyoruz herhalde. Bu adamlar ne olmuştur? Peki CIA’i kim kurmuştur?
Her ne ise, Amerikalılar halka dayadığı “sağlıklı beyaz et” kavramını National Chicken Council’le (Sağlıklı Beyaz Et Platformu’nun Amerikalı menşei) taçlandırmış, “ucuz protein kaynağı” ülküsüyle ticaret alanında bir destan yazmakla kalmamış, bunu süper bir organizasyonla bizim gibi aslında tavuk endüstrisi olan ülkelere ihraç etmeyi de başarmıştır. Nitekim Yu-Pi’nin kurucusu Hanri Benazus’la çok daha önceki bir sohbetimde, “Amerikan endüstrisinin girişiyle 45 günde kesim söz konusu olduklarında nasıl battıkları, o zamana kadar gerçekten ‘yerli’ şirketlerin nasıl el değiştirdiği ya da ortaklığa gittiği” çok iyi ifade edilmiştir. Hatta o dönem batan firmalardan birinde “tüysüz piliç” de bulunduğu çalışanlar tarafından aktarılmıştır, hem de çok lezzetli olduğunun altı çizilerek. Bu firma da önce bir yem firmasına, daha sonra uluslararası İngiliz-Arap-İsrail sermayesine geçmiştir. Yani Ali Rıza Üçer arkadaşımızın düşündüğü gibi ortada gerçekten yerli bir endüstri falan yoktur, Türkiye onların dört ana soyunun yumurtaları, yem katkıları, GDO soya hububatı, kümesleri, entegre yolum, temizleme, ambalaj vb. sistemlerine “sadece yerleşim alanı” sunmuştur. Üretimin çoğu ise markaların doğrudan kendisi tarafından yapılmaz, civciv ve yem aktarılıp, 45 gün sonra metrekareye kaç kilo hayvan düşmüşse “hasat edilen” taşeron üretim birimlerinden oluşur. Buralarda nasıl bir üretim yapılıp, kaç kilo antibiyotik kullanıldığını, bunun “hasattan” kaç gün önce sonlandırıldığını zaten kimse bilmez.
Bu yazıda anlattıklarım kimin risk analizi ya da iletişimi kaygısını karşılar, bunu bilemiyorum. Altında Ali Rıza Üçer arkadaşımızın imzası olan “tartışmayı başlatıcı” yazı, bana nedense Ali Esat Karakaya ağabeyimin üslubunu hatırlattı. “Risk yönetimi” kavramı onun uğraşı alanı olmakla birlikte, ben yine de yaz vakti bu meseleyi açmasında bir arka plandan ziyade, transferans (duygu aktarımı) olduğu düşündüm. Ne var ki, konu gündeme taşınır ve tartışma yeniden alevlenirse, piliç endüstrisinin görebileceği olası daralmadan muafım. Zaten son kuş gribi hezeyanını durdurabilmek adına, görebildiğim kadarıyla benim dışımda hiç kimse “kuş gribi tavuk yemekle bulaşmaz” diyemedi.
Endüstrinin ne kadar büyük olduğu, kaç kişiye istihdam sağladığı, hangi patronun kaç arabalık koleksiyonu olduğu, en son model arabayı kimin aldığı, hangisinin helikopterde seks fantezisi icra eylediği de beni ilgilendirmez. Ama meraklısı için yeniden hatırlatayım, “hâlkın ucuz protein ihtiyacı” diye bir kavram yoktur. Bugüne dek kendine okumuş (münevver), hatta aydın melekesini yakıştıran herkesin ortak amacı “hâlkımızın … ihtiyacının” karşılanması olmuştur. Bu sayede sadece protein değil, kutu süt, et, margarin, hazır çorba, ‘çeri’ domates, brokoli, dondurma, tişört, akıllı telefon gibi ihtiyaçlarının ötesinde, demokrasi, özgürlük, aydınlanma, kredi gibi temel ihtiyaçları da karşılanmaya çalışılmış; çalışılmaya çalışılan her ihtiyaç ertesinde, millet daha bir fakr-ü zaruret içerisinde hastalıkla karşılaşmış, güvenini iyice yitirmiştir. Bu güven kaybında birinci sıra endüstrinin değil, açık ara akademinin, ikinci sıra da elbette yine açık ara, bunları düzenleyen bakanlıklarındır. Çoğumuzun elinde kalan tek çakımlık kibritimiz ise ümittir.
Mevcut sistem üçayak üzerine kuruludur, endüstri “yapar ve patentler”, bunu işin aslına vakıf olmaya bilgisi yetmeyen akademiye “onaylatır”, hiçbir şey bilmeyen, ama yetkiyi elinde bulunduran bakanlıklara da “düzenletir”. Sonuçta ortaya konan tepsidekiler her ne ise, “sağlıklı beyaz et, ekşimeyen set yoğurt, canına okunup kutuya tıkılmış süt leşi, ilaçlar, aşılar…” olarak halka sunulur. Çünkü “civcive yem” zihniyetiyle halka tepside sunma aldatmacası arasında bir fark yoktur, yemlik ya da tepsi, içinde ne varsa.
2. İlaç endüstrisinin meselenin anlaşılmasına olan katkıları
Anlattıklarımdaki mantığın ne olduğu açıktır, ama bunlara, eğer haklılık payı biçiyorsanız, vakıf olmamı sağlayan da yine doğrudan ya da dolaylı endüstri olmuştur. Dünyanın en büyük, en gelişmiş Ar-Ge merkezlerini ilaç endüstrisi sayesinde gördük (çünkü doktor olarak gitmedik). En kaliteli karidesleri onlar ikram etti, en iyi turtaları da onlar pişirdi. Sabahın altısında New York’tan çıktık, gecenin birinde Washington’da odaya girebildik. Onlar anlattı, biz de merakla öğrendik. Ama “önce insan, sağlık için çalışırız” vb. sloganlarla çıkılan yolların bir de tarım ilacı, piliç ırkı, “büyümeyi hızlandırıcı yem alaşımı patentleri” yüzü olduğunu anladığımızda durum değişti. Bayer’in Ar-Ge direktörünün, kanserdeki yenilikler konusunda bütün dünyadan gazetecilere “kendi” merkezlerinde verilen bir kısa toplantıya bile, CIA versiyonu bir yakın korumayla katıldığını görünce bulmacanın parçaları birleşmeye başladı. Roche elini çabuk tutmuş, antibiyotik ve vitamin gruplarından çoktan kopmuş, sadece kanserle uğraşıyordu. Nitekim 1990’larda başlayan birleşmeler Ar-Ge maliyetlerini azaltmak için değil (asla azalmaz, hep artar), sinerjinin ötesinde pek de güzel bir alan karartması amacıyla gerçekleşmiş görünmektedir.
Haydi Pfizer Groton Ar-Ge merkezi ziyaretinde, bir zamanlar İMKB başkanlığını da yapan Milliyet Gazetesi yazarı Yaman Törüner ve Hürriyet Gazetesi yazarı Cüneyt Ülsever ağabeylerimizin, “tuvalete yanlarında biri olmaksınız gidememelerini” bir “top secret” şovu olarak alalım, doğru yorumlarsanız verilmeye çalışılan ana mesaj “araştırmanın maliyetli olduğu ve ilaç fiyatlarının yükselmesinin gerekliliğiydi”. Biz o sıralar uluslararası ilaç endüstrisinin Türkiye’ye Ar-Ge merkezi kurması için çaba sarf ediyor, aslında bir hayal görüyorduk. Derken Bakan Recep Akdağ ilaç bütçesini yüzde 40 kısıtladı. Hiç unutmam, 2009 Aralık ayıydı, yıllardır Ar-Ge’ye, orijinal ilaca inanmış bizler, ortalığın darmadağın olacağını düşünürken, ilaç endüstrisi cenahında yaprak bile kıpırdamadı. Filhakika zaten televizyonda da iş camiası göbek atıyordu: “Ekonomimiz tıkır tıkır, bakınız işliyor makineler şıkır şıkır”.
Ve derken bir akşam, elimde çıkardığım dergiler yeni yıllarını da kutlarım diye kapılarını çaldığımda, köşeye hazırladıkları nevaleyi gördüm. Sevgili genel sekreter arkadaşım, gözümün nevaleye karikatür misali bir görünmez çizgiyle takıldığını anlayınca, “Yavuz bey” dedi, “malum bütçe kesildi, biz de bu yıl yerli şaraba döndük”. “Ah, evet” dedim, bozuntuya vermedim, sadece aslında ciddi bir sorun yaşamadıklarını anladım. Lakin bir daha en ufak bir destek talebinde bulunmadım. Kongrelere zaten gitmiyordum, ama dergi çıkarıyoruz, Yağız yazı veriyor, mecburen reklam lazım. Ne reklamı bir daha andım, ne de dergiyi bir sayı daha çıkarttım. İlaç endüstrisiyle “memleket yatırım görsün” diye kesişen yollarımız, aslında öyle bir amaçlarının hiç olmadığını anladığımda, dostluk baki, ayrıldı. (Bir sonraki 4. ve son bölüm)
Yavuz Dizdar
Resimlerin açıklaması:
Sol üst: Aynı lameller yapının KFC kesiti ve etrafındaki Albay Sosu.
Sağ üst: İngiltere’de satılan piliçlerde pişme süresinin etikette belirtilmesi; 1 saat 40 dakika olarak verilmektedir, konunun körpelikle bir alakası yoktur.
Alttaki resimler: Endüstriyel piliç üretiminde 1925’ten bu yana kesim süresi, ağırlığı ve göğüs eti ağırlığının oranı; doğanın mantığı ve soy geliştirilmesi ile açıklanamayacak bir asimetri söz konusudur. Soldaki grafikte esas ağırlık artışının 1955’ten sonra başarılmış olduğu dikkat çekicidir.