"Yerli postmodern" İhsan Oktay Anar'ın
Edebiyatımıza yaptıkları
Son yıllarda kitabevlerine gittiğimizde "En çok satanlar" ve "Yeni Yayınlar" raflarını ve bu bölümdeki kitapların okurun başında toplaştığı kitaplar olduğunu görürüz.
Gelgelelim çoğu yeni çıkan kitabın "Yeni Yayınlar" rafına konmayabildiğini, konsa ve hemen bitiverse bile dağıtımdan yeniden istenmediğini, ölüme terk edildiğini çoğu okur bilmez. Hele tüm rafları kaplayan kitabın yayınevinin bu rafları parayla kiraladığını ise duyunca ben bile şaşırdım.
Yazarın yıllarını harcayarak verdiği emeğin, yeteneğinin büyüklüğünün değildir artık güç: yayınevi çalışanlarının gücü, ideolojik düzeyleridir çoğu kez kitabevlerinde bir kitabın kaderini belirleyen.
Bu şanslı kitaplardan biri de İhsan Oktay Anar'ın kitaplarıdır; güzelim gençlerimizi rafların en önünde aldatmakla yükümlüdür.
İlk kitabı Puslu Kıtalar Atlası, 12 Eylül faşist rejiminin "Türk-İslam Sentezi" ideolojisinin "Türk"ünün gidip "İslam"ının da Osmanlısının ideolojik algı mühendislerince parlatıldığı 1995 yılında yayınlandığında wikipedi'nin deyimiyle "hem içerik hem biçim"iyle "sükse" yaptı. (Biçim derken galiba kapak tasarımındaki başarıdan söz ediyor.) "Sükse" yapan kitaplardan hep uzak durmuş ben, ortalık yatışınca yıllar sonra satın aldım ve dilinin bana zarar vereceğini düşünerek okumadım. Konu da dikkatimi çekmemişti; daha doğrusu konuyu anlayamamış, kahramanı kim onu bile belleyememiştim. O günden sonra okumama özgürlüğümü kullandığım kitaplardan oldu Anar'ın kitapları.
Ne var ki 2012 yılında her kitabın karşısında eriyen bilincimin aldatmasıyla almış bulunduğum Yedinci Gün adlı türü belirsiz kitabı duruyor kütüphanemde. Türü belirsiz çünkü hiç bir yerinde öykü, roman ya da deneme yazmıyor. İletişim yayınları "Çağdaş Türkçe Edebiyat" serisinden olduğunu belirtmiş. (İletişim yayınevi eğer İngilizce, Arapça dilde filan edebiyat kitapları yayınlamıyorsa galiba, "Çağdaş Türk Edebiyatı" demek istemiş.) Ancak her edebiyat yapıtının bir türü var. Şiir kitabı olduğunu bağıran şiir kitaplarında bile kapağa "şiir" yazarak türü belirtilir. (Örneğin, Gürsel Korat'ın, önümde duran Rüya Körü adlı aynı yayınevinden çıkan kitabında en azından yazarın tanıtımında, kitap isimlerinin yanına parantez içinde türü belirtilmiş.) Anar'ın kitapları İletişim yayınlarının da kabul ettiği gibi edebiyat türleri açısından biraz karışık bir kitap.
Yirmi birinci sayfaya kadar altını çizdiğim satırlar var. Ondan sonra okumayı da bırakmışım; "Kahramanı kim daha anlayamadım" diye yazmışım bir yerine. Ama yine Türkçemin bozulacağından korktuğum belli oluyor altını çizdiğim yerlerde. "Gelgelelim Paşaoğlu, âdeta Allâhü Teala'nın yarattığı güzelliği hakkıyla his ve idrâk ettiği için tozutan dâhi bir ressamın fırçasından çıkmış harikulâde bir resme benzeyen bahçeye dudak bükerdi. Sorbon'da tahsil gördüğü için tabiî ilimlere alâka hissetmiş beyefendi..."nin yanına çıkardığım notta, "Metin Akpınar'ın Necmettin Erbakan'ı taklit ettiği bir dil" diye yazmışım. "Orucunda namazında, dinli diyânetli, evrâd çekip mukâbele okuyan, ahıretini mâmûr etme..." sözcüklerinin altını çizerek, "Günümüz Türkçesine uyarlanması gerek..." diye de ok çıkarmışım.
Okuru aptallaştıran Latife Tekin zihniyetinde, yani "Eylülist romanlar"ın yazarları gibi ancak biraz daha tumturaklı tümceler kurmaya meraklı bir yazarın yazdığı yazılı bir metinle karşı karşıyayız. Edebiyat demiyorum, ne Türk edebiyatına, ne dünya edebiyatına bir katkısının olacağı epey şüpheli metinler bunlar. (Yedi yabancı dile çevrilmiş; merak ediyorum, ikinci baskı yapanı var mı oralarda?) Mizah kitabı niyetine okumak en iyisi. Aşağılamak değil bu; edebiyat türleri içinde yazarların yazarken en ciddiye aldığı tür mizahtır.
İhsan Oktay Anar yazılarının dayanılmaz "nokta”sı dilindeki Osmanlıca egemenliği, dolaysıyla Arapça, Farsça sözcüklerin çokluğu. Şapkalı harfler hastalığı ise Tanıl Bora'dan Ümit Kıvanç'a özel bir ideoloji ol(uştur)muş durumda. Türkçe'ye bu denli düşmanlık ya da Arapça Farsça'ya bu denli sevdaluk 70'lerin Tercüman yazarlarında bile yoktu.
İHSAN OKTAY ANAR HANGİ ÇAĞDA YAŞIYOR?
Çok merak ettiğim bir konu; İhsan Oktay Anar hangi çağda nasıl bir toplumda yaşadığını sanıyor? Acaba bu metinleri 1900'lu yılların Osmanlı memurlarına mı yazdığını sanıyor. Eğer -ölülerle değil de- yaşadığı toplumla yazarak bir ilişki kurmak, "şimdi" yaşadığı, içinde bulunduğu toplumdaki okurlara yazarak bir şeyler anlatmak istiyorsa bu Osmanlıca dil niyedir?
Okurun yaşadığı çağa yabancılaşmasını mı istiyor? Bir Anar kitabı satın alan, bir de Mustafa Nihat Özön'un Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük'ünü mü alsın istemektedir?
Bizim bildiğimiz, zorunlu hallerde (örneğin Türkçe'de karşılığı olmayan) kullanılan yabancı sözcüklerin eğer eş biçimi varsa anlam açısından işaret konur, yoksa "alâka" sözcüğüne niçin şapka konur? (Hem "ilgi" gibi müthiş bir karşılığı varken Arapçası neden yeğleniyor?) Evet neden? İhsan Oktay Anar'a bir kez olsun bunu soran niçin olmadı?
Gerçekten açıklanması gereken bir durum. Öyle ki Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku çok daha "temiz" bir Türkçe!
"Kitapta kullanılan dil anlaşılır olmasına karşın çeşitli dillerden eski sözcükler de içermektedir ve bizi aşina olduğumuz bu dile karşı adeta yeniden düşünmeye sevk etmektedir." diye yazmış yayınevi. Yani Anar'ın anlaşılır bir dille yazdığını bahşetmiş; kuşkusu vardı demek ki!
Bir zamanlar İstanbul “resmi!” çevrelerince kullanılmış ve Türkçe, Arapça, Farsça ve sonraları biraz Fransızca karışımı jargon bir dil olan Osmanlıca'yı yeniden ciddiye almak için bunca "sevk etme"ye ne gerek var? Acaba burada başka bir kültürü "düşünmeye sevk etmek" mi kastedilen? Osmanlıca ve Cumhuriyet öncesine özlem mi? Bu dil bir şeylerden nefreti mi içeriyor, yoksa bir şeyler kirletilmek, pisletilmek mi isteniyor? Bu anlayışlarca böylece Türkiye'yi silip süpüren AKP iktidarına ideolojik zemin mi hazırandı?
"Yerli Postmodern" diye özetleyivermiş kitaplarını inceleyen bir yazar İhsan Oktay Anar'ı. Solcu görünüp de karşı olmanın moda olduğu “neoliberalizm”in, insanlığın ileriye dönük tüm referans noktalarını "tahrip", "inkar" ve "asimilasyon"a uğratma yeteneğine sahip postmodern denen şeyle kardeş olduğunu artık herkes biliyor. Postmodern Durum'u başımıza gerçek anlamda bela eden Lyotard'ın bu kitabı sarhoşken yazdığını, bu düşünceyi Fransız sağının isteği doğrultusunda yalan üzerine kurduğunu Perry Anderson ayrıntılarıyla yazmıştı.
Evet, postmodernizmin boyası döküldü; acaba İhsan Oktay Anar da mı gemiyi terk ediyor? "Bu son kitabım" demiş çünkü bir yerde.
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA HAKLI ÇIKTI
Nicedir Türkçe sahipsiz. 12 Eylül generalleri TDK'ya saldıralı yıllar oldu. Dumura uğratılmış TDK istediği sözcüklerde AKP'nin ihale yasasında oynaması kadar rahat oynuyor. Yazar ve şairlerimizi denetleyecek, onlara kılavuz olacak bir nirengi kalmadı. Dil dernekleri etkisiz sıradan birer dernek konumunda.
1986 yılında TDK'dan umudu kesen ilerici yazar ve aydınlar bir dernek kurmak istiyorlar. Tahsin Saraç, Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya kurucu üye olması için bir mektup yolluyor. Dağlarca, mektuba yanıtında büyük bir öngörüyle büyüklüğüne yakışır saptamalarda bulunuyor ve yeni dernek kurulmamasını istiyor. Saraç'a yazdığı 24.11.1986 tarihli mektubunda, "Yeni bir dernek oldubittiyi kabul anlamına gelir. Amacımız Türk dilini arıtmak, özleştirmek ilkelerinden çok ötede, Mustafa Kemal'in Kurduğu Türk Dil Kurumu'nu bugün içine düşürüldüğü gericilikten kurtarmaktır. (...) Hele üç beş yıl sonra bugünkü duyarlılık kimilerinden eksildikçe kurulan derneğe ilgilerimiz azaldıkça etkimiz azala azala sıfıra ulaşabilir..." diye yazmış. (Ertan Mısırlı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Kaynak y. s. 141)
“GALİZ” KÜFÜRLER!
Yapacaklarını yaptılar. 70'lere dek ilerici demokrat kimliğiyle Türk aydınlanmasının dinamiği olmuş, belki de Cumhuriyetin ayakta kalmasana neden olmuş müthiş edebiyatımızı, başka bir kanala yönlendirip, kullandığı dile, içinde yaşadığı halka saygısı olmayan yeteneksizlerle doldurup çökertmeye çalıştılar.
Edebiyatımızı işgal etmiş bu gericiliği nasıl alt edeceğiz? Yıllardır gözümüzün önünde cansiperane çalıştılar; kitap ekleri çıkardılar; birbirleri hakkında yazılar yazdılar; gizli örgüt gibi birbirlerini tuttular; biz seyrettik. Bu ters akışı şimdi nasıl değiştireceğiz?
Hepimizin önünde bu deliler kervanından kurtulmanın yollarını aramak gibi bir görev duruyor. Yalnızca gerçek edebiyat yapıtları yaratmakla değil, yazdıklarımızı tanıtmakla da görevliyiz; alçakgönüllülük her yere sızan sahtekarlık karşısında tek başına bir işe yaramıyor çünkü.
İşte Ankara'da en büyük kitabevlerinden birinin "En çok satanlar" ve "Yeni Yayınlar" -kiralık!- raflarının tam yarısını (Yanlış okumadınız, rafların yarısı aynı kitabın yan yana konmasıyla doldurulmuştu!) Anar'ın yeni kitabının doldurduğunu görünce Galiz Kahraman nasıl olunuyor bilmiyorum ama galiz küfürler etmek geldi içimden.
Bir komiser değiliz; herkes istediğini yazmakta özgürdür ama eleştirinin de yazar ve şairlere, okurlara karşı, -Terry Eagleton'un deyimiyle- söylenmeyeni söyleme, yoldan çıkanı yola getirme, hizaya sokma görevi vardır.
Ahmet Yıldız
(Aydınlık Kitap, 4 Nisan 2014)