Aydın olmak… Bugün, bu yaşadığımız ortamda, yıkımın, savaşın, vahşeti giderek daha grotesk bir boyutta olan kapitalizmin ortasında giderek bir kuyu gibi kararıp durduğumuz, dışımızdaki ve içimizdeki savaşlarda durmadan çarpıştığımız bu evrende, “şimdi ve burada” aydın olmayı, aydın bilincini tartışmanın sırası gelmedi mi? Nedir aydın bilinci? Şuradan başlayalım. Mesele aydın olmak ve gerçekliğe bakış olduğunda, bu toplumda bir şeyleri hep “olmayanlar” üzerinden tanımlamak zorunda kalıyorsunuz. Bir şeyin ne olması gerektiği üzerine düşünürken ilk yaptığınız, bu nedenle bir şeyin öncelikle ne olmadığını göstermek oluyor.
“Ben 12 Eylül ürünü” olduğunu adeta bütün varoluşuyla gösteren, etnik kimliği ya da düşünceleri yüzünden işkencelerin en ağırına maruz kalan insanlarla alay edercesine, “dışkı yemenin aslında sağlığa zararlı olmadığı”nı söyleyen Celal Şengör ile birlikte “akademiler” ve “entelektüel sorunu” yeniden gündeme taşındı. Bu konuda konuşuldu, yazılar yazıldı. Ben bu yazıda, Celal Şengör ve onun dışında bugün aydın bilincinin neden gerekli olduğu üzerinde duracağım.
Celal Şengör bir profesör. Duruşuyla, hayata, insana bakışıyla sadece ve sadece bir “akademisyen” olmanın, “entelektüel” olamamanın tipik bir örneği. Jeolog ama konuşmalarından bu konuda hiçbir veri alınamayan, Marksist bakışla söylersek, mesleğine, kendine, emeğine yabancılaşmış insan. Ama aynı zamanda, liberalizmle arasındaki yakınlığı düşünecek olursak 12 Eylül sonrasında eleştirilen Türk aydını duruşuyla birebir örtüşen bir kimlik.
Yaşanan hiçbir şey, bütün o sözler sürpriz değildi oysa… 12 Eylül işte tam da böyle bir insan tipi yarattı. Aklını yitirmenin, vicdanı körleştirmenin, özeli genelleştirmenin insanını. Neredeyse paslanmış, kirli, bulanık bir insan. Şimdi, “Nasıl olur” gibi bir şok duygusu, sözün verdiği dehşetin büyüklüğünden. Oysa akademilerin durumu aşikârdır. Akademik ortamın, üniversitelerin genelinde vardır bu çürümüşlük. Beklenen ve istenen bir şeydi üstelik bu, çok uzun zamandır bekleniyordu. 80’ler, böyle bir dönemdir.
Celal Şengör, 12 Eylül’ün ideal insanı. Aynı zamanda reklam dünyasının, medyanın ürettiği kavramların diliyle konuşan insan. Hayata bakışı, oval duruşu, kimseyi önemsemeyen tavırlarıyla her suçu meşrulaştıraştırmasıyla, yönünü, egemen konumdakiler yararına belirlemesiyle tam da iktidarın istediğine uygun şekil alan tipik insan. Aynı insan liberal olmanın da tipik bir örneği. Olabildiğince oval, hiçbir zaman keskin hatlar yok yaşamında. Ama onun ovalliği, bir yaşam biçimi. Yaşamı, kavramları bunlardan oluşuyor. Suç ve kötülük için haklı gerekçeler hep var. Her şeyi diliyle meşru kılabiliyor.
Armağan Çağlayan’la, yani eski bir pop-star jürisiyle konuşurken ne yapıyor mesela Celal Şengör? Önce “diyalektiği” yerle bir ediyor. Nasıl? Tarihi çiğneyip geçiyor. İnsanı çiğneyip geçiyor. Hiçbir şey suça ve kötülüğe dâhil değil. Haklılık payı bırakılacaksa, bu pay egemen konumdakilerin olmalı, Şengör’e göre. “Ezilenler” mi? Ezilenler… Onlar da kim? Celal Şengör’ün yaşamında “ezilenler”e yer yok. Onlar şeffaf, görünmez, duyulmaz, hissedilmez birer boş levhadan, satın aldığı, duygu ve düşünceleri olmayan nesnelerden ibaret.
Celal Şengör entelektüel olamaz. Çünkü her şeyden önce, “vicdanı” olmayan bir insan. Vicdanı belirleyen nedir? Adalet duygusu. Zorbanın karşısında zayıfın, güçsüzün hakkını savunabilme cesareti. O, mantığını, bilgisini, muhakeme yetisini yitireli çok olmuş.
Hiçbir gerekçe bu suçun büyüklüğünü silemeyecek tarihten.
Peki ya biz, siz, hepimiz, Celal Şengör’e bunları söylemekle, sorumluluktan kurtuluyor muyuz?
Celal Şengör’e bunları söylemek sizi sorumluluktan kurtarır mı?
Her şeyden, belki hepsinden önemlisi o tek başına mı?
Elbette değil. Çevrenizde her gün giderek çoğaldığını görmüyor musunuz? En çok da medyada, sokakta, iş yerlerinde, edebiyatta… Her yerde o çıkıyor karşımıza. Değişik şekillerde, biçimlerde de olsa, sonuçlar aynı. Cinayetlerin en büyüğünün henüz gözlerimiz önünde işlenmemiş oluşu, onları masum yapmaya yetmez. Yetmez. Yetmemeli.
Burjuvazinin Kavramlarına Karşı Aydın Bilincinin Gerekliliği
Aydın olmak için önce aydın bilinci gerekir. Yani bilinç… Bilinç için kavramlar ve olguları ilişkilendirme yetisi. Bir nesneyi bireysel değil, toplumsal boyutlarıyla tartışabilmek.
Aydın bilinci için de öncelikle vicdanlı olmak.
Vicdanlı olmak için ne gerekiyor? Eğitim. Eğitimden kasıt, insana kavramlarla olguları doğru tartışabilme becerisini kazandırması. Sonra cesaret. Gerçeği söyleme cesareti. Her ne olursa olsun, hakikatten başka sığınak aramamak.
Aydın olmak, verili olanı, dayatılmış olanı kabul etmemektir.
Oysa bu topraklarda hep başkalarının sınırlarında, başkalarının tel örgülerinde yaşamak var.
Sınır kelimesi önemli. “Sınırlayıcılık” en temel şey. Her şeyin gelip bir “sınır” ve “kural”a dayanması.
“Sınır” ailede, eğitimde başlıyor.
Sınır ve kurallara bağımlı toplum, korku ve zorbalıktan başka bir şey getirmez. Polis toplumu yaratılır.
Aydın önce “sınır” ve “kural”ları sorgulayabilen kişidir.
Bugün Diyarbakır’da Sur’da, Cizre’de yaşananlara, mültecilik sorununa, ekonomik çıkmazlara bakışı, gündelik, gelip geçici olmamalıdır.
Kültür-sanat alanında da durum farklı değildir. Aynı şekilde kültür-sanat alanında yaşanan çelişkiler, verilen teşvik ödülleri, ödül mekanizmasının adaletsizliği karşısında ne söylüyor, bunlara karşı çıkıcı, yeni bir sav ortaya atıyor mu, savını destekleyici argümanları nelerdir, bunlar önemli kılar bir yazarı. Yazmak, yeni bir şey söylemektir. Bunları yapmayanlardan, bir farkı olmalıdır bugün yazan kişinin. Özellikle “bugün”!
Aydın bedel ödeyen insandır. Ama o, genel bir yanılgıda olduğu gibi bir ideal olarak var olmaz. “Ben önce bedel ödeyeyim, sonra aydın olayım” demez. Entelektüel olmak, bir “yazgı” değil bir “seçim”dir. Gerçeği söylemeyi, ya da yaşanan çelişkiler karşısında susmayı seçeriz. Aydın hakikati dile getirmek konusunda “kendi çıkarlarına” ya da “dönemin çıkarlarına” göre hareket etmez. Onun, varoluşu dolayımında gerçeği söylemek dışında bir yolu zaten bulunmamaktadır. O bir köy kahvehanesindeki kişi, tekstil tezgâhında işçi, ya da bir yazar olabilir. Uyuklayan bir evrende, uyuyamamanın bilgisidir.
Aydına kuşku dolu bakışlarla bakılır. Halk bilinçlendikçe ona yakınlık duyar, fakat yine de halkın mutlak desteğini kazanması çoğu zaman zor hatta imkânsızdır. Halk aydın onun hakkını savunduğunda bile çoğu kez şöyle demektedir: Aydının ne hakkı vardır ki, onların olan bir seyi savunmaya. Aydın “haddini bilmeli” ve böyle şeylere hiç bulaşmamalıdır. Halk ve iktidar sık sık böyle der.
Aydın bu yüzden “haddi olmayan” şeyleri dert edinen kişidir.
Yalnız olmak, gerçeği dile getirirken, yalnız kalmayı göze almak… Evet, entelektüel göze alandır. Oysa bizim entelektüelimizde ne kadar az olan bir özellik bu. Bir şeyi göze alma cesareti. Zola, Marx, Sartre, hep bunu yaptılar. Sonra Şeyh Bedrettin, sonra Nâzım Hikmet… Daha başkaları…
Kendini iktidar karşıtı olarak tanımlayan yazar, öncelikle neleri göze alabildiğine bakmalıdır. Çünkü göze almak, bir bakışı da zorunlu kılacaktır.
“Bizde Entelektüel Yok” Demek Yapılanları Meşrulaştırır Mı?
Geçtiğimiz günlerde, tam da ben bu yazıyı yazarken Hilmi Yavuz’un “Entelektüel Kime Denir” yazısı yayımlandı.
Hilmi Yavuz’un yazısı talihsiz bir yazı.
Yazının talihsizliğini, ilk okuyuşta anlamak mümkün değil. Yazı çünkü herkese bir soru yöneltiyor. Diyor ki, Celal Şengör tek değil, Celal Şengör kötü ama bugün entelektüel olan kim var?
Şöyle ki Sartre’ın pratik bilgi teknisyenleri olarak eleştirdiği üst yapı memurlarından örnekle, Celal Şengör’ün bir entelektüel olmadığını söylüyor Hilmi Yavuz. Celal Şengör’ün, Sartre’ın “hiç kimsenin buyruğunda olmayan ve statüsünü hiçbir otoriteden almayan” entelektüel tavrının çok uzağında olduğunu da yazıyor. Dışkı yemenin, yani işkencenin ahlaki boyutunu yok sayıp biyolojik boyuta indirgediğini söylüyor. Buraya kadar yazıda hiçbir sorun yok. Ama aynı Hilmi Yavuz, yazıyı şöyle bitiriyor. Sartre, Paris polisi tarafından tutuklamak için götürülürken, dönemin Cumhurbaşkanı De Gaulle’nin, “Sartre tutuklanamaz. Sartre Fransa’dır” sözünü anımsatıyor. Diyor ki, “Celal Şengör entelektüel falan değil, ama bugün Türkiye’de, ‘O Türkiye’dir’ diyebileceğimiz bir entelektüel var mı?”
Genel olarak hatalı bir yerden bakıyor. Çünkü Sartre’dan örnek verirken, Sartre’ı tekil bir özne olarak alıp koyuyor önümüze. Toplumu, Türkiye toplumunu, toplumsal çelişkileri görmekten kaçınıyor. Çok belirgin bu. Bir kere, entelektüel olmak, “toplumsal bir olgudan” çok “kişisel” bir şeye dönüştürülüyor. Kişileri, toplumlarından ayrık bilinçler olarak düşünüyor çünkü. Aslında yazı, ilk bakışta çok masum ve sorumluluğu herkese, bütün entelektüellere yüklüyor gibi görünebiliyor. Ama biz, satır aralarını da okuyacağız.
Yazıda öznel bir durum, yani “Sartre gibi bir entelektüel var mı” sorusu ile ortaya çıkan durum nesnelleştiriliyor. Soru yanıtı içindeymiş gibi duruyor. Kültür-sanat alanında da yıllarca bu yapıldı. Burjuvazi (kültür ve sanatın egemenleri) hep bunu yaptı: Bir odaya bile girdiğinde, gözleri birilerini aradı. Aradığı kişi orada yoksa, “Burada kimse yok ki.” dendi. “Bir yazıyı bile düzgün yazmayı beceremedin.” dendi. Sık sık “yargılayıcı” konumuna kendini atadı. Kendi dengi olanlar hariç, herkes hakkında karar verici oydu ne de olsa.
Yıllarca bunu yaptılar. Haksızlıklar, kültür ve sanatta arkadaş-ahbap ilişkileri kabullenildi.
Bir şeyi yokluğu üzerinden konuşmak, o şeyin zaten olmadığını iddia ederek kendini olumlamaktır oysa. Yani bir insanın kendisinin olamadığı ya da yapamadığı bir şey varsa “kesinlikle onu kimse yapamamıştır” diye düşünmek bize hatalı yanıtlar verdirir.
Evet… Kimse, “O Türkiye’dir” demiyor, bugün kimse için.
Entelektüelleri, bu toplumun akıllı, cesaretli insanları için, “O Türkiye’dir” denmiyor hiçbir zaman. Çünkü;
Bir kere bu ülkenin aydınlarına, rahat bir yaşam bile çok görüldü. Dolayısıyla “O Türkiye’dir” falan değil, “hain” dendi. “Vatan haini” dendi.
Yazarların, o değerli entelektüellerin pek çoğu yanarak, işkencelerde, demir parmaklıkların ardında yitip gitti… Eriyip tükendiler.
Yazar olmak için “belirli bir çevre”ye dâhil olma şartı arandı. Yazılı değildi elbette bu şart. Zaten gizli-kapaklı oluşu bu yüzden.
Hiçbir çevreye ait olmayan yazarların yazdıkları elendi, yayımlanmadı.
Çünkü bu ülkenin edebiyatını 3-5 kişinin hizmetine sundular. Edebiyat ödüllerini, bayrak yarışı gibi babadan oğula, bir arkadaştan alıp bir başkasına aktardılar.
Bu ödüllerden birinde de seçici kurul, siz Hilmi Yavuz’dunuz. 2003 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü, sizin seçici kurulunda yer aldığınız bir yarışmada oğlunuz Ali Hikmet almıştı1, bunlar ve daha pek çokları yazıldı2. Ve bu, ne ilk ne sondu.
Bu ülkenin entelektüelleri, yazanları, okurları, haksızlık en yakınınızda bile olsa buna susmadığınız sürece varoluşunuz anlamlıdır.
Celal Şengör’ün yerine koyulabilecek kişi pek çoktur. A,B,C… Ne Çok. Sadece henüz en kötüsünü henüz söylemediler, o kadar.
Celal Şengör kötüdür. Ama bu, kendisine “entelektüelim” diyen herkesi iyi yapmaz. Hepimizi “iyi” yapmıyor.
Bugün zaten yaşanan çelişkileri dile getirecek bir entelektüel zaten yok, sözü bir yılgınlıktır.
“Bizden entelektüel çıkmaz.” tam da böyle bir yargıdır.
Peki varolan bir şey için “o aslında yok” demek ne demektir? Soru işaretlerine dikkatle bakmak ve özenli davranmak gerekir. Soruların sorulma biçimi çok önemlidir.
Linda Nochlin’in Makalesi: Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?
Soruların sorulma biçimi meselesini şöyle bağlayacağım. Linda Nochlin’in “yokluk” meselesini, kadın sorunu üzerinden tartıştığı çok önemli bir makalesi vardır: “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”tur yazının başlığı.
Feminist tarih yazımında bir yön geliştirici, yeni ve değiştirici bir bakış açısının yürürlüğe konulmasıdır Linda Nochlin’in bu makalesi. Bu makale ile sanat tarihinde birinci kuşak feminizm yön değiştirmiş, ikinci kuşağa geçilmiştir. “Neden hiç kadın sanatçı yok” sorusunun beraberinde getirdiği olgu nedir peki aslında? Gerçekten kadın sanatçı yok mudur? Ya da egemen ataerkil bakış açısı, kadın sanatçıyı yokluğu üzerinden tartışarak, onu tarih üzerinden silmeye mi çalışmaktadır?
Bir şeyi “yokluk” sorusu üzerinden tartıştığınızda, olgusal düzlemde o soru ile o durumu ortaya çıkaran toplumsal nedenlerin üzerine bir sis perdesi örtülmüş olur.
Linda Nochlin de bu sorunun gerçekliği çarpıtan, kurnaz bir soru olduğunu söyler. Çünkü kadınlar zaten toplumda ikincil konumdadır. Michalengelo, Cezanne, Van Gogh gibi sanatçılar için tanımlanan deha, kadınları dışarıda bırakmaktadır. Kadınlar “dahi” değil midir? Yoksa deha, toplumun ürettiği bir şey mi? Ya o koşullardaki Van Gogh’un kız kardeşi olsaydı, diye sorar Nochlin. Van Gogh’un kız kardeşi için dahi diyecek miydik, diyor. Ve aslında “deha” nın da kadın sanatçıyı yokluğu üzerinden tartışmanın kökeninde de bireyi toplumdan yalıtarak düşünmek yatar.
Linda Nochlin sorular üzerine düşünüyor.
“‘Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?’ Bu soru, kadın sorunu denen meseleyle ilgili hemen hemen bütün tartışmaların arka planında suçlayıcı biçimde çınlar durur. Fakat feminist ihtilaf bağlamındaki bütün öteki sorularda olduğu gibi, bu soru da meselenin özünü çarpıtarak sinsice kendi yanıtını verir. ‘Hiç büyük kadın sanatçı yok çünkü kadınlar büyük olamaz3.”
Bu soru, kökeni itibariyle yanlış bir sorudur. Linda Nochlin, bu makaleyi yazar ve o günden sonra feminist sanat tarihi sanatçı kadınların varlığını savunmakla değil, kadınların toplumsal varlıkları ve temsiliyetleriyle ilgilenir. Soruların sorulma amacı önemlidir. Yanıtlar da böyle düşünmek gerekir. Evet kadın sanatçı vardır ama o bir büyüklük miti değildir. Kadın sanatçı, yapıtlarıyla kendini var etmiştir. Gizli, kıyıya itilmiş ya da görünür olarak. Tıpkı entelektüelin kendini, kendi toplumsal koşullarında var ettiği gibi.
“Feministlerin ilk tepkisi, yemi olduğu gibi yutmak ve soruyu sorulduğu biçimiyle yanıtlamaya çalışmaktır. Yani tarih boyunca değerli ya da değeri yeterince bilinmemiş birtakım kadın sanatçıları bulup ortaya çıkartmak; onların ilginç, üretken ama tabii alçakgönüllü yaşamlarını yeniden canlandırmak; unutulmuş çiçek ressamlarını ya da David’in izleyicilerini ‘yeniden keşfederek’ eserlerinin iyi olduğunu kanıtlamaya çalışmak; Berthe Morisot’un aslında Manet’ye sanıldığı kadar bağımlı olmadığını göstermek-başka bir deyişle- kendisi dışında kimseye ilginç gelmeyen alanının aslında ne kadar önemli olduğunu kanıtlamaya çalışan akademisyenin tavrını paylaşmaktır4.”
Ben bir akademisyen tavrını paylaşmayacak, entelektüelin varlığına “kanıtlar sunmayı” değil, sorunun “hatalı” ve “yokluğun içinde kendini olumlayan” bir soru olduğunu söylemeyi tercih edeceğim.
Entelektüelin Değiştirici Yönü
Öyle bir ortam ki, yazarları susuyor, yazarların kalemleri tutuk. Çünkü ovallik demiştim ya, herkese sıçrayıp duran ovallik bu.
Kalemini sivriltmekten çekinen entelektüel, neyi değiştirebilir?
Bir savaşın içindeyiz. Ben bu yazıyı yazarken, bir çöp konteynırı patlıyor ve şu anda insanlar ölüyor. Diyarbakır Sur’da, Cizre’de bugün çocuklar ölüyor.
Ve piyasa yazarları, bugün de kendilerini sağlama almak için birilerini çiğneyip geçtiler.
Böyle bir ortamda kaybedecekleriniz, sizden daha neleri alıp götürebilir?
Siz bu ülkenin entelektüelleri, yazanları, okurları, sustuğunuz sürece, onları doğuran, yaratan, yücelten iktidardan hiçbir farkınız olmayacaktır.
Celal Şengör’ün yerine ne kadar çok kişiyi koyabiliriz. A,B,C… Ne Çok. Sadece henüz en kötüsünü henüz söylemediler, o kadar. En kötüsünü söylemedi diye, bu, katilliğin tohumlarını taşımadıkları anlamına gelmiyor.
Celal Şengör kötüdür. Ama onun kötülüğü, kendisine “entelektüelim” diyen herkesi iyi yapmaz. Hepimizi iyi yapmıyor. Bir bataklığın içindeyiz hepimiz. Kültür-sanat ortamında, bu çok yaygın.
Bugün her yazar, yazan herkes öncelikle bir entelektüel olmalı. Neden? Diğer türlüsünü yapan, sadece yazan ve bir şeyleri göze almayan kişiler, böyle yazan yığınlar zaten çoğunlukta. Sorumluluk, başkaları için taşınan sorumluluk bu yüzden önemli. Aydınlar toplumdaki çarpıklıktan, bu küflü halden, çürümeden sorumludur. Gülten Akın diyor ya bir şiirinde, tam da bu: “insan sorumluluktur.”
Çünkü sorumluluk duygusu olmadan, donuktur insan; kunt lekedir, ifadesiz, kimliksiz, ne ileriye ne geriye giderek öylece kalır, kalır… Bir suçlu gibi yaşar ve suç evrenselleşir.
Suskunlukla başlayan bu suç, tek tek kişilerden başlamış, sonra büyümüş, büyümüş, toplumun damarlarına yerleşmiştir. Tek bir kişinin ya da birkaç kişinin çantasına, masasının altına sakladığı sır değildir o artık. Kanıksanmıştır.
Çünkü;
Her suç bir ortaklıktır.
Özgün Ergen
NOT1: Ben bu yazıyı yazıp ABC gazetesine gönderdiğimde akademisyenlerin, “Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi yayımlanmamıştı. Bir bildiri yazıldı ve ardından destek, tepki ve eleştiriler oldu. Oysa meselenin temeline inmek gerekirdi. Meselenin temeli şu: bugün, akademiler 12 Eylül ürünüdür. Bazı akademisyenleri beğenmemiz, bazı akademisyenlerin alanlarında “iyi” olması bu gerçeği değiştirmiyor. Akademilerin genelinde beni en çok ürküten hemen daima, yaşamla kurulan mesafeli ilişki, akademisyenlerin çoğunun dilinde kavramların yaşamsal karşılıklarının olmayışı. Bunun hiç mi hiç düşünülmemesi. Yapılan çalışmaların neye faydası var, bilinmemesi. Akademilerin bu yüzden Türkiye’de, insanı kısıtlayan, sınırlayan bir yanının olduğunu düşünüyorum. Belirli kurallara bağımlı kişi, yazar, kendi doğasından kopar. Kendine özgü bir dille, üslupla yazamaz. Bu politik ve yaşamsal olandan uzaklaştırır. Ben bunu çok tehlikeli buluyorum. Ezbere kavramlar, ezbere alıntılar, bilindik şeyler, çalıntı çırpıntı makaleler bu yüzden çok yaygın. Örnek vereyim. Tarih bölümünde yüksek lisans yapan bir arkadaşımdan hocası, ondan bir makale yazmasını istiyor. Bir konu belirlemiş ve o konuda makale yazdıracak. Konu başlığında hocanın bakış açısı var. “İyi de sen bu konuda yazmak istiyor musun?”dediğimde, “bilmiyorum ki” yanıtını verdi, “bana böyle bir konu verildi.” Bütün bu yanıtlar, dönen bunca dolap, düşüncenin kısıtlılığı beni dehşete düşürüyor ve her zaman midemi bulandırıyor. Daha sayısız böyle örnek var.
NOT2: Piyasa güdümlü, kapitalist, iktidarla ilişki içinde, ama sorsanız kendisini “solcu” olarak tanımlayan kişiler bildiriye yönelik eleştirilerin hemen tümüne, “ulusalcı” diyebiliyor. Çünkü bir şeyi eleştirebiliyor olmak Türkiye’de hemen damgalanır, çok geçmeden günah keçisi olursunuz. Bence bu da 12 Eylül’ün bir sonucu. Baskı, yargılama ve kısıtlama, düşünmeyi kendisinden olmayanı yasaklama. Tıpkı iktidarın bugün yaptığı gibi. Öte yandan akademisyenlerin gözaltına alınmasını hiçbir haklı gerekçe ile savunamayız. Kimse, hiç kimseyi, düşünceleri yüzünden tutuklama, yaşam hakkını gasp ederek yargılama hakkına sahip değildir. Linçe ve bu şekilde günah keçisi ilan edilmeye her koşulda karşı çıkılmalıdır. İktidar baskısı karşısında, kimi akademisyenlerin imzalarını geri çekmeleri ve çok komik, zorlama, bilimsel olma çabasını belli eden açıklamaları akademilerin durumunu ortaya koyar. “Korkuyorum” demeleri, diyebilmeleri bile çok daha insani ve samimi bir tepkidir. İktidar evet suç işliyor. RTE, “hain, müsvedde, alçak” diyor akademisyenlere. Kavramsal sözlüğü bunlar. Kenan Evren de bu sözlüğü kullanmıştı: “Ne yapayım böyle aydını” demişti Aydınlar Dilekçesi olayında. Ve soruşturma başlatmıştı. Aziz Nesin’in hazırladığı “Aydınlar Dilekçesi Davası” kitabı bugün de bir ders olarak okunmalıdır. Akademisyenlere yöneltilen eleştirilere, “Bildiriyi yazan akademisyenler zaten azınlıkta” diye bir karşılık verilebilir. Öyleyse, bu bence daha büyük bir tehlike. Çünkü; ben azınlıkta olandan, az olandan daha bilimsel, somutlukta geçerliliği olan sağlam adımlar beklerim. Muğlaklıklar yaratmalarını değil, onu ortadan kaldırmalarını. Bu muğlaklığı ortadan kaldırmak için bir adım olarak buradan Gaffar Yakınca ve Kaan Arslanoğlu’nun tartışmalarını izlemekte fayda var5.
Şimdilerde Ahmet Altan, Nuray Mert, Murat Belge iktidar karşıtı yazılar yazıyor. Bu nasıl bir yön değiştirmedir? Hem insanların bilincini saçmalıklarla dondur, iktidarla her türlü ilişki içinde ol, hem de en büyük “solcu” geçin. Evet bugün devlete saldırırlar, çünkü “solcu olmak” için saldırmaları gereken bir “devlete” gereksinimleri vardır. Devlet karşıtı olsalar bile asla sistem karşıtı olamazlar. Karşı çıkacakları “devlet” karşı çıkabilmeleri için her zaman orada, olduğu yerde sapasağlam durmalıdır çünkü.
Herkesin aydın olduğu bir yerde aydın kavramı da aşınmıştır. Bu aşınma sürekli haber manşetleriyle, ard arda geçen görüntüleriyle yaşama sızar. Oysa coğrafyamızın doğusunda insanlar ölmektedir, yaşayanlarsa her gün bin bir korkuyla, panikle... Onları öldüren, iktidar bilincine, burjuva bilincine sahip olan herkestir.
Solun üstündeki örtüleri kaldırmak, tütsüleri söndürmek, bugün Türkiye’de entelektüel olmanın ilk koşuludur.
1-http://www.sanathaber.net/haber.asp?HaberID=1143&KategoriAdi=Kultur-Edebiyat
2-http://www.gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir/
3-Hilmi Yavuz’un “entelektüel var mı” sorusu ile makaledeki, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” sorusunu birlikte okumak başlangıçta yadırgatıcı olabilir. Oysa her iki soru da kalıpları farklı, anlamca ortaklığı olan sorulardır. Makalenin başlığını, “neden hiç büyük entelektüel yok” olarak değiştirseydik, ne değişirdi? “Linda Nochlin, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok,” Sanat Cinsiyet, Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, çev. Ahu Antmen, İletişim Yayınları, İst., 2010, s.121
4-A.g.e, s. 122
5- http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1931