Dört mevsim aydın uykusu, kış hariç değil…

Kahramanımız Aydın. Yarı-aydın, kara-aydın, kirli-aydın, kibirli-aydın, karşı-aydın… ne olursa olsun, bir şekilde aydın işte!

 Hani eski zamanlarda, eski tüfeklerle birlikte yanlışlıkla karakola götürülüp gözaltına alınan bir vatandaş “Ben anti-komünistim” diyip yırtmaya çalışmış da, “Ben antisini, mantisini anlamam, komünist komünisttir” demiş ya komiser, o hesap.

 Kahramanımız Aydın, mekânımız taşra. Ama organik bir bağlantı yok ortada. Anlatım da çok organik değil zaten. Gerçekliğe uzak biraz. Onunla iç içe, hemhal olmuş değil. Organik demişken tarım geliyor şimdi daha çok akla ama sanat ve aydın da hariç değil. Kahramanımız aydın. Uzak aydın. Gramscigil tanımıyla organik değil, geleneksel aydın. Yarı-aydın, kara-aydın, kirli-aydın, kibirli-aydın, karşı-aydın… bir şekilde aydın işte!

 Gerçekliğe uzak dedik ama temel meselesi, “sahicilik–ikiyüzlülük”  yahut “dürüstlük–yapaylık”, olmadı “özveri-bencillik” veya “samimiyet-sahtecilik” olan bir film bu.

 Evet, bu yazıdaki konumuz bir film. Üç saat yirmi dakika boyunca bu “sahicilik-ikiyüzlülük” gerilim hattında gidip gelen bir film. Aydınımız hep bu alanda gerilip durmuyor mu zaten? Temcit pilavı o yüzden. Çok pişince, biraz dibi de tutmuş sanki. Ama “sanat sineması” dediğimizde, dünyanın en büyük ödüllerinden birine konmuş. Hürmet ediniz… yahut insaf ediniz, elinizi vicdanınıza koyun yahu!

 Vicdan ve ahlak üzerine bir film zaten bir yönüyle de. Vicdan sözcüğünü ağzından düşürmeyen Aydın’ın gerçek ahlakı, ahlaksızlığı, vicdanın arkasına sığınan korkaklığı üzerine. Kötülüğü mü demeli yoksa?

 “Kötülüğe karşı durmak/durmamak” konusu da tartışılıyor filmin ortasında bir yerlerde.  Uzunluğu düşünüldüğünde, belki de başında. Tartışma çok zaten. Arada taşra, kış, bozkır ve Peribacaları manzarası vermeyi ihmal etmeseler de ,baştan sona habire konuşup tartışıyor kahramanlar. NBC önceki filmlerinde fotoğrafa/imgeye çok ağırlık verdiği, öyküyü ihmal ettiği eleştirilerine, “madem öyle, alın size muhavere” diyerek bir şekilde yanıt vermiş işte.

 Evet, nerede kalmıştık; tartışılan konu “kötülüğe karşı durmak/durmamak”. Aydınımızın üzerlerinde tahakküm kurmaya çalıştığı iki yakını, eşi ve ablası, “kurmamalı, özgür bırakmalı” derken; aklıselimi temsil eder gibi görünen yarı-aydınımız, “tabii ki kötülüğe karşı durmalıyız” lafzının arkasına sığınıp, neredeyse kötülüğün kendisi oluyor.  Karşı-aydın bu; iyiliğe karşı, kötülüğe karşı, iyinin ve kötünün ötesinde olanlara karşı, her şeye karşı… “özgürlüğe sınır çekmenin” ustası.

 Aydın’ın bu sefil/kötücül hale düşmesinin nedeni ne peki? Kendisine dönük “çevre”den gelen üst düzey beklentiler, kendisinin potansiyellerini heba etmesi ve alt düzey gerçekleşmeler, yetersizlik, vazgeçişler, tavizler, ihmaller, birikimsizlik, çok dağılmak, şu, bu. Öyle mi sahi? Evet, potansiyelleri var insanın. Aydının da var. Gerçekleşmeyebiliyor bazen. Yarıda kalıyor! Engeller var. Kimisi sistemden, kimisi kendinden, kendi tercihlerinden kaynaklanıyor.  Başarı pompalaması ve hayal kırıklıkları da var. Ah şu “kaybeden / loser” olma meselesi var bir de. Sahici, has, esaslı yaratıcılar olmak başka, yüzeyde dolaşıp ahkam kesmek başka. Yarı-aydın bu sonuçta… Asıl neden toplumsal olabilir, ama o pek hissedilmiyor filmimizde galiba.

 Aydın özelinde hissedilmiyor, taşra çevresinde ise “bişiler” hissediliyor. Ancak sadece“zengin-yoksul” karşıtlığının en genel ve karikatürize halinde bir şeyler var sanki. İçinde nedense Yeşilçam klişeleri bile var. Diğer gerilim hatlarında, yarı-aydına dönük psikolojik yüklenmelerde derinleşme girişimleri olsa da, toplumsal alanda bu derinlik pek yok, yüzeyde var sadece.  (Sinema genelde köpük sanatı olduğu için çok bir sorun yok belki de.)

 Oysa ki o sinir bozucu, ikiyüzlü, kibirli davranışların arkasında da – şehirde “yenildikten” sonra babasının mülkünün peşinde taşraya yerleşmiş sahteci bir aydının arkasında – her daim çıkarlar, iktidar ve mülkiyet var. Ezenlerin çıkarlarına karşı ezilenlerin yanında toplumcu/eşitlikçi mücadelenin içinde durup durmamak var. Filmde yok. Yarı-aydında yok. Belki yokluğuyla var.

 Sırıtıp duruyor aydınımız o yüzden. Kıvırıp duruyor. Yüzeyde gezdirdiği klişe düşüncelerini, derinden sayıyor. Konuşuyor, çok konuşuyor, konuşmalarıyla çevresindekileri, yakınındakileri egemenliği altına alıyor. Onlar da fena değil hani. Onların da çeneleri iyi. Başta kekeme olanlar, sonradan konuşmaya başladıklarında açılmışlar. Hep ezilmişler. Mülkiyete ve iktidara, evin reisine ve “bölgenin ileri gelenleri”ne boyun eğiyorlar bir şekilde. Kendilerini, vicdanlarını rahatlatmak için “okula yardım kampanyası” düzenleseler de, mülkiyet sahibi hep tepelerinde. Rahatlama yok bu dünyada, yarı-aydınımız hep eziyet etmekte.

 Sadece yakınındakilere olsa yine neyse. Vahşi doğayı bile zaptetmeyi denemekte. Anadolu bozkırının yılkı atlarını mesela. Tabii parasıyla. Müşteri de istiyor zaten. Müşteri velinimettir mülkiyet dünyasında. Ama can sıkıntısının yanı sıra, vicdanın kırıntısı da var ya, karlı bir kış sabahında atını vahşi doğaya geri salabiliyor icabında… Ama vicdan sadece kırıntı düzeyinde ya, filmin sonunda ava çıkıyor, vahşi doğanın ortasında bir tavşanı mıhlıyor mesela. Bakın hele şu hayvancağıza, nasıl da hâlâ nefes alıyor, can çekişiyor… Merhamet biraz ya! Yarı-aydın bu, yazarken bazen etse de, yaşarken asla merhamet etmiyor…

 Tavşanla birlikte yarı-aydın da can çekişiyor. Sadece vahşi doğayı değil, insan doğasını da, yakınındaki insanların aklını ve eylemini de zaptetmeye çalışıyor. Zaten en mahir olduğu konu bu değil mi?

 Başkalarını (genç eşini ve “loser” ablasını) sıkıntıya ve boşluğa düşürmenin egoizmi ve konformizmi var Aydın’da sonuçta. O başkalarının da, bu kişisel sıkıntılarından çıkamamalarının, Aydın’dan kopamamalarının manasızlığı var bir yandan da.  Sıkılıyorlar, çok sıkılıyorlar, ama başka denizlere açılacak denli cesur olmadıkları için bir şekilde katlanıyorlar!

 İnsanların sıkıntısının yanında taşra sıkıntısı da var tabii. Karla kaplı bir doğanın ortasında kapanıp kalmanın sıkıntısı. O da katlıyor, büyütüyor sıkıntıyı. (Bu taşra sıkıntısının daha esaslısı Tepenin Ardı’nda vardı sanki).

 Mevsimsel sıkıntılar var sonra. Mayıs’ın sıkıntısı olur da, kışın olma mı? Yarı-aydın için dört mevsim can sıkıntısı... O sıkıntılarını dandik şeyler yazarak aştığını sanıyor, kendini aldatıyor da, diğerleri ne yapacak? Hem ne sıkılıp duruyor ki bu köleler; rahat kıçlarına mı battı allahaşkına? Yarı-aydın için dört mevsim konformizm olmalı bu dünyada.

 Sıkıntılar ve gerilimler olunca, gerilim ve sıkıntı ayarları da oluyor haliyle. Kimisi iyi ayarlanmış/ bağlanmış. Kimisi zayıf ve klişe kalmış. Çehov’un dediği gibi “Oyunun başında bir silah görününce oyunun sonunda muhakkak patlıyor” ya, NBC de ateşi gösterince ateşe attırıvermiş paracıkları. Yoksul adamın onuru, Yeşilçam klişesinin dışına çıkmamış. Aydın’ın cipinin camını kıran “borçlu aile” çocuğunun tokadı yediği sahnedeki gerilim de aynı şekilde. İşe bakın ki Nejat İşler iki sahnede görünüyor, ikisi de klişe, Yeşilçam klişelerine iyi gittiği düşünülmüş herhalde.

 Sürprizli olanlar da var tabii. Gerilimlerin iyi ayarlandığı. Aydın’ın vicdan yüklü Shakespeare alıntısına yanıt üreteyim derken güle güle kusmaya başlaması mesela. Çamurlu ayakkabılardan kurtulmuş yoksul misafir ayaklarına, kadın terliği giydirilmesi ya da.

 Neyse, çok fazla “spoiler” verdik bu yazıda. Aydın, yarı-aydın, kara-aydın, kirli-aydın, kibirli-aydın, karşı-aydın… ne olursa olsun, yetişir gari!

 Gezi’den sonra “aydın” değişti mi peki? Sadece iki örnek isimle örnek verecek olursak; Yeraltından çıkıp barikatlara katılan “Dostoyevskici” Zeki Demirkubuz değişti. Kesin bilgi.  Taşra hikayelerinde ve yarı-entelektüellerin gelgitlerinde takılmaya devam eden “Çehovcu” NBC belirsiz. Hem onun imgesel/fotografik dünyasında kesin olan hiçbir şey yok ki…

Ali Mert

http://esitlikciforum.net/ den alınmıştır.

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
25-06-2014
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211008
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.