Tanrı’dan tuhaf bir dilek…

 

Tanrı'm ne olur,

alçak, pislik, çirkin

ve sıradan kullar gönderme yeryüzüne artık!              

Günahları zehirleyecek dünyayı, çöle çevirecek hayatı.                  

Yeryüzünde yaşam diye bir şey kalmayacak!  

 

Böylesi bir dünya mıydı istediğin?                             

      Onlar da olacak,

gizem denilen şeyin içindeki ölçüleri, dengeleri bilemezsin

diyorsan, şöyle dese zavallı kulun:

      Bütün bu kepâzeliklerin önünü kesmek için,

hiç değilse bundan böyle, kullarının yarısı derviş Yunus,

yarısı aziz Erasmus olsa! 

      Çok mu abarttım? Tamam, peki!

Yarattığın insanların; kalemiyle can verdiği kahramanlar

hiç de küçümsenir gibi değil, onlar da kanlı canlı yerini alsaydı

şu zavallı yeryüzünde!

Senin binbir hokkabazın içinde, biraz da kurmaca karakterler dolaşsa,

hoplasa zıplasa, yepyeni bir renk, bir zenginlik olmaz mıydı?

Senin kahramanlarınla birlikte, onlar da insanlık galerisinde yerlerini alsa,

ne olurdu ki?

Elbet sayısız karakter yarattın, sanat, o karakterlerin yansımasıydı,

esiniydi biraz da.

Ama bilirdik kendi kahramanımızın gerçekliğini, anlardık ne demek istediğini,

kuşkuya yer olmazdı içimizde onlarla birlikteyken! Ve bir ağacın gölgesinde

biraz dertleşseydik, sohbetlenseydik kırk yıllık dost hatırıyla!

Sanki biraz daha emin olurduk aldığımızdan, verdiğimizden. Varsa elbet

verecek bir şeyimiz.

 

Ah, benim roman kahramanlarım. Siz benimle yaşıyor, ben sizinle

soluklanıyorum.

 

         Bildiğim en kahraman Don Kişot’tu.

Uçsuz bucaksız delilik denizinin ortasında bir gül ağcıydı ve delice hâllerine

rağmen us’ları kıskandıran, yıldızlar gibi göz kırpan bir ustu!                                         

Bütün acunda, bir bayrak gibi dalgalanan, mutluluk bağışlayarak gülümseten   

bir us! Ah, sabahtan akşama, öyküden öyküye, şaşkın bir erdem göçebesi. 

Altın yüreğiyle soluk alıp verdiği her an, benzersiz zaferler armağan ederdi

hepimize! Tepeden tırnağa, biz olan korkaklara!                                                               

Tanrı’m hepimize biraz Don Kişot ruhu. Bilmiyorum, belki çoğumuza

zerreciği de yeterdi!

 

En verici, en korkusuz, en yürekli âşık Gaskonyalı Cyrano’ydu!

Katıksız ışıktan erdemin dokuduğu bir adam, eşsiz ironisiyle hücre hücre       

gülümseyen ve gülümseten bir kahraman!                              

 

Dostoyevski'nin prens Mışkin’i öylesi saf, öylesi temizdi ki,

budala sözüyle tanımlıyorlardı. Rüyâlarda görülecek muhteşem bir saflıktı.     

Yarattığın dünya o kadar çıkar üzerine yeşermiş, kurulmuş ki, bir bebek kadar

saf ruhlara budala deyip gülüyorlar!                                     

 

Ya Karamozof Kardeşler’in Alyoşa’sı, pırıl pırıl bir inanç ve  

bir mâsûmiyet pınarıydı. Işıklar pınarıydı. Bir güneş ağacıydı, dallarında

bütün meyvelerin gülümseyerek açtığı! Yeryüzüne bir prens gerekliyse

oydu işte.

 

Ah, kapı komşumuz Oblomov olsaydı tatlı tatlı düşler

kuran, belki öyleydi, ben farkında değildim!                 

 

Bence en güzel insan Qasimodo’ydu, sevgi vardı yüreğinde, aşk vardı,

her şeyi göze alacağı Esmeralda’sı vardı; şöyle yürürken

görseydik içsel güzelliğin insan görümüne nasıl fark attığını, güzelliğin

bakışlara, davranışlara, seçimlere nasıl yansıdığını. Ve o güzellikleri

sarp kayalıklarda, yıldız uçurumlarında biçen ruhtu.                            

Acıyı gülümseten ve acıyı gülümseyerek içen adamdı.           

Derin yarlardan gelen soluğuyla, elleri, kolları bağlı solukları

özgürlüğe kavuşturan, güzellik kavramını aptalca bulmamızı sağlayan

adamdı!   

 

Elbet Karacaoğlan gibi yaşam sevinciyle dolu olan, insan ruhunda

baharlar estiren de senin kulundu!    

 

Elbet büyük Nâzım’ın vardı. Şamdanları yakar gibi alevden dizeleriyle                                  

tutuştururdu yıldızları. Işıltıları dans ettikçe, gülünçleşirdi karanlık.             

Yüreğinde toplanır gelmişiyle geçmişiyle “Büyük İnsanlık” ve                        

merhem olur diye kanayan acılara, şiirin balıyla, şarkının, türkünün

balıyla seslenirdi.                                                                   

Onunla onurumuzu, onunla insan olmanın sımsıcak duygularını yeniden

yaşardık.                                      

Sevgiyle yazdıkça sözcükleri ve sevgiyle kucakladıkça yaşamı,             

mutluluk düşerdi payımıza.    

 

Ve yüreğiyle gören Veysel’i yarattın. Halkımın göz nûru Âşık Veysel’i,

gören gözlerden daha çok gören âmâ Veysel’i.

Yoksulluğun insanları kemirdiği, tükettiği yerde, okyanuslar zenginliğinde

doğan âşığı.                                                                

Kaçan karısının kundurasına para koyan Veysel’i yarattın.

İnsan sevgisinin pınarı çağlardı o yürekte.

(Sizinkiler size de kalsın! Mutlaka daha muhteşem örnekleriniz vardır.)

 

Kaçan karısına yol azığı koyar gibi, mis gibi insan sevgisi koyar o kunduraya.

İnsana özgü bu inanılmaz duyarlı, ince davranışı, kaçan karına yapabiliyor musun,

yapamıyor musun?

O parayı, sevgini koyar gibi koyuyor musun kunduraya, koyamıyor musun?

Test edin kendinizi!

Ben pezevenk miyim diyorsun, yoksa o hümanizmanın bir parçası mı?

Daha ötesi, şöyle telli duvaklı düğünü için yardım istese kaçan karın

senden, paylaşır mısın cebindeki parayı? Sevmişsen eğer, ya da sevmemişsen

ne fark eder ki? Karşılık beklemeden bir duygu yaşa! Zaten vermek değil mi sevgi?

Saygı değil mi? Yüceltme değil mi? Anlamadınız mı? A canım, neleri pas geçtiniz

bunu da anlamayın!                                                                                           

     

Rabbim, daha çok Veysel, daha çok Veysel’ler ver!

 

Nicesi mesellerde yaşarken, kulaktan kulağa akan nicesi, kalemlerde

ete kemiğe büründüler. Her çağda idol olmanın mutluluğuna ulaştılar!

 

Yarattığın kulların, kurgu kahramanlarını hiç sevdin mi Tanrı'm,

senin var ettiklerinle yarışan! Ya da hep küçümsedin mi?

Sahi küçümsedin mi Tanrı’m?

 

Ne olur biraz da hayat, benim kahramanlarımla zenginleşse!

 

 (Bilirdik Tanrı’m kendi kahramanlarımızın gerçekliğini,

 anlardık ne demek istediğini, kuşku duymazdık onlardan.

 Senin kulunla konuşmak, yoldaşlık etmek, çoğu kez sonu bilinmez,  

 tuzaklarla dolu yollarda olmak gibi bir şey. Çok çarpanlı bir güvensizlik.

 Ya seni yanlış anlar, ya da hiç anlamaz, çeker sözü istediği yere.

 En berbatı, düşmanca anlama ihtimali çok daha yüksekti.                     

 Seni sevsin diye diller dökersin, o yaltaklanma anlar, dokuz doğurursun

 sevdiğin bir şeyi doğru anlasın diye, hayır, nuh der, peygamber demez.

 Tanıdım der güvenirsin senin kuluna, yıllar sonra her şeyi mahvederek

 gider. Oysa kurgu kahramanları yanıltmaz Tanrı’m insanı,

 Alyoşa’ya ne anlatsan, ne desen ilgiyle dinler, sendeki iyiliği, hoşluğu

 gördükçe mutlanır. Gaskonyalı Cyrano yanıltmaz seni, sürpriz bekleme,

 aymazlık bekleme, alçaklık bekleme, soyluluk akar her ediminden.

 Ve erdemi, bir güzellik anıtı gibi koyarlar yüreğin en işlek, en güzel yerine!                          

  

 Ya senin kullarının, neyi ne zaman yapacağını bilmek mümkün mü?           

 Bir bakarsın korkunç bir alçaklık, ya da sevgi dolu bir serçecik.

 Kim pusudadır, kim elinde gülle bekler bilmek mümkün mü?)

 

Bu renklerle birazcık çiçekler açsa! Lütfen Tanrı'm, biraz da onlar

umutlarımızı tâzelese, dualarla biteviye yormasak seni!

 

Ve senin gerçekliğinde, onlarla yeryüzü bir başka ışırdı sanki!     

 

İçimizdeki şeytana itiraz ederken, kahrolsun derken,

bir kez olsun köle ruhumuza isyan etsek ve doğaya biraz umut

versek.

Ölüm pazarlayan cehennem tâcirlerini artık sevindirmesek.

Nefreti sevgiye, şenliğe dönüştürsek! Böylesi dileklerimize, işte o  

kurgu kahramanları, çoğu zaman ışık oldu. Nice kötülükten korudu,

nice güzelliğe kapı açtılar.

İsyanımıza, umutlarımıza, sevgimize esin verdiler. Doğa biraz da bu yüzden

belki, daha hoşgörüyle baktı bizlere!

 

Seni sevdiğimiz ne kadar gerçekse, onları da sevdik rabbim.

Bağışlanacak bir şeyse bu, bağışla bizleri!   

 

Mete Demirtürk 

 

01-04-2016
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210498
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.