Editör Notu: Aşağıdaki "anlatı" aslında tam bir öykü değil, o biçimde yazılmamış. Buna edebi tür olarak "gezi yazısı", "deneme" veya "anı" diyebiliriz. Ya da öykü, anı, gezi yazısı, deneme, belgesel yazının ortasında bir yerde...

 

GEZİCİ DİYABET EKİBİ  

14 Kasım Dünya Diyabet Günü olarak kutlanıyor ve süre gelen günlerde çeşitli etkinlikler yapılıyor. Biz de diyabet ekibi olarak bu güne kadar benzerlerini yaptık. Çoğunlukla güzel lokantalarda aileler ve sağlık çalışanları yemek yiyor, müzikler çalıyor, balonlar havada uçuşuyor, çocuklar oynuyor, duygusal anlar yaşanıyor. Herkes birbirine “iyi ki varsın” diyor.

Yine böyle diyabet haftası etkinliklerini planlamak için bir araya geldik. Hocamız bu sefer farklı bir şey yapalım dedi; pek çok ilde takip ettiğimiz diyabetli çocuk vardı. Onlar yaklaşık olarak üç ayda bir kontrole geliyorlar, bazen de gelemiyorlardı. Etkinliklere ise hiç katılamıyorlardı. Nerede yaşıyorlar, bize nasıl ulaşıyorlardı hiç bilmiyorduk. Sabah erkenden gelip poliklinik girişi yaptırıyorlar, kanlarını aldırıyorlar; hastane koridorlarında,  poliklinikler arası işlerini yetiştirmek için koştururken görüyorduk onları. Bizim de zamanımız kısıtlıydı tabii, tek tek hepsinin derdini bilemezdik. Beklemeleri gerektiğini, vakit bulursak onlara da zaman ayıracağımızı söyleyip duruyorduk. Biz ekip olarak bu eksiği kapatmak için hastalarla Perşembe toplantıları yapıyor, mümkün olduğunca çok vakit ayırmaya çalışıyorduk ama, yine de bilmiyorduk, bu insanlar bize gelene kadar hangi yollardan geçiyordu.  

İşte bu nedenle bir farklılık yapalım dedik, yaşadığınız yerleri bulalım. Hep siz hastane ve sağlık sisteminin karmaşasında kayboluyordunuz. Sistemin karmaşası ve bir sürü sebepten dolayı uzun beklemeleriniz oluyordu elbette. Anlamak, deneyimlemek için her şeyi ters çevirmek istedik. Tam da bu sebepten bu sefer biz size gelelim dedik. Biz de sizinle buluşmak için ara sokaklarda kaybolalım. Buluşma noktasında sizi bekleyelim. Hep siz kayboluyordunuz sağlık sisteminin karmaşasının içinde, biz kaybolalım sizi bulmaya çalışırken...

Hemen bizim takip ettiğimiz çocukların adreslerine bakıldı, yaşadıkları yerler tespit edildi. Bunun üzerine üç ilde yoğunlaştık. Evet gidecektik, nasıl olacak diye düşünmedik. Zonguldak, Ereğli, Bakacakkadı, Çaycuma, Bolu, Yeniçağa, Mengen, Adapazarı, Kuzuluk... Kafamızda yerler uçuştu, kim nerede hangi köyde oturuyordu, nasıl buluşurduk, böyle konuşmaya devam ettik. Fikir uçuşmaları, tartışmalar, itirazlar sonunda yola çıkmaya karar verdik. Üniversiteden yardım istedik. Yazışmalar, telefon konuşmaları sonucunda bize 30 kişilik bir otobüs temin ettiler. Başlangıç Ereğli, Ören, Ilıksu, Kozlu, Zonguldak, Bakacakkadı, Kilimli, Çaycuma. Çocukların aileleri arandı, biz size geliyoruz dedik. Bir şaşkınlık vardı ama herkes, “aa bize gelin, herkesi getirin, bizim fındıklıkta piknik yaparız...” Kimi, “bizim orda çok güzel sahil var çay içeriz, falanca yerde şöyle güzel bahçe var içinde lokanta var biz orayla konuşuruz...” Daha yola çıkılmadan herkes bize gelin bize gelin... bazı ailelere haber verdik bazılarına daha bir şey söylemedik. Pazartesi oldu, otobüs ayarlandı sabah saat 7: 00, Sonnur hoca beni evden aldı. Bir gün önce buluşma yerini belirlediğimiz Sermin’i almak için yola çıktık. Sermin ve annesi ile Kalıcı Konutlar bağlantı yolundaki köprünün altında buluşacağız. Köprünün altına geldik kimse yok, Sermin’in annesini aradık. Biz köprünün altındayız sizi göremiyoruz. Biz de köprünün altındayız, hangi köprü bu şimdi. Konuşmalar devam ederken hareket halindeyiz, sonunda anladık ki E-5 karayolunun üstünden geçen köprünün altı. Çıktık oraya, yine kimseyi göremiyoruz. Dörtlüleri yaktık, E-5’te bekliyoruz. Anladık ki Bolu istikametinde bekliyorlar ama biz ters istikametteyiz. Uzunca bir telefon trafiğinden sonra,  köprünün üstündeki benzin istasyonunda buluştuk. Sermin, küçük erkek kardeşi üstlerini sıkı sıkı giyinmişler, yüzler gülüyor her şeye rağmen.

Bu arada Sermin ve annesinin hikayesi ilginç. Sermin’in annesi eşinden ayrılmış, Kahramanmaraşlı kendisi, eşi de oralı, eşinden boşanmak istemiş. Çünkü eşi içiyor, para yok, şiddet var, başka kadınlar vs. Anlatmış ailesine, babası gelmiş, eşine damat sen hele bir şişe aç konuşalım karşılıklı demiş. Konuşmuşlar, erkek adam ne yapacak kızım seni kötü yola itmiyor, kadınsın kocan iyi karar çıkmış evliliğini bozmayacaksın. Sonunda boşanmış kadın ama bütün aile peşine düşmüş. Uşaktan çıkmış yola o sığınma evi, bu sığınma evi, Uşak, Ankara ve son bir yıldır Düzce’de bulmuş kendini. Tabii başta çocukları vermemişler. Sermin babaanne ile birlikte, yemek yapıyor, bulaşık yıkıyor, okula gidiyor, baba tekstil işçisi, halalar, amcalar hep Uşak’ta, sürekli hastalanıyor, şekerler tavan yapmış. Ege Üniversitesi’nde takip ediliyormuş. Kontrole götürmek sorun, çocuklar ayak bağı, hasta çocuk işe de yaramıyor, sonunda dayanamamışlar annenin yanına postalamışlar. Bir yılın sonunda izini sürmekten vazgeçmişler ama aile üyelerine karar çıkmış, aile üyelerinden kimse anneyle görüşmeyecek, yardım etmeyecek, o bu dünyaya hiç gelmemiş gibi davranılacak.  İki çocuğu ile burada yeniden bir yaşam kurmuş kendisine, çocuklarına baktığı için devlet yardım bağlamış. Tam gün ve sigortalı bir işte çalışamıyor, o zaman çocuk parası kesiliyormuş. O da bu yüzden lokantalarda bulaşık yıkamak, temizliğe gitmek gibi işlerle yaşamını sürdürüyor ama,  mutlular. Bu arada Sermin 11, kardeşi 6 yaşında. Onlarla bir hafta önce tanıştık. Buluştuk bindiler arabaya, konuştuk, çocukların sabah kahvaltı yapmadıklarını öğrendik. Hareket noktamız olan, hastane poliklinik binasına geldik, otobüsümüz de gelmiş. Saat 8: 30 oldu. Yeni tanı diyabetli Serkan bekliyordu. O da 15 yaşında, hatırladığım kadarı ile tekstilde kesimci olarak çalışıyor. Zaten ağır abi. Demir’i babası arabayla getirmiş.  Sermin ve kardeşine tost aldık, arabada yiyorlar. Demir pompasını ayarlıyor. Otobüsteyiz ama bir türlü hareket edemiyoruz. Yazışmalar eksik yapılmış.  Yeniden düzelmesini bekliyoruz. Ama bir türlü yapılamıyor. Sonnur hoca telefonla Ahmet bey, Mehmet bey arıyor bekliyoruz. Sonunda şoförümüz dayanamadı Rektörlük merkezine gittik, eksik yazışmalarımızı tamamladı.  Ve biz hareket edebildik. Üniversiteden çıktık.

İlk hedef Ilıksu, orada buluşacaklarımız var. Kozlu’dan önce küçük bir koy. Okan Ergül’ün babası Hasan, Gökay’ın babası ve annesi Korkmaz ve Gülce Kuşçu, Sercan yoktu, okulda sınavı varmış, annesi Göksel Mert, Ayşe ve annesi Şehide Eray, bizi bekliyordu. Bilmem hiç bu taraflara geldiniz mi? Akçakoca Ereğli arası sahile sıfır yolculuk edersiniz. Sol tarafınız alabildiğine deniz, sağ tarafınız orman manzarası, hele bir de sonbaharda sarı, kırmızı, denizin ve gökyüzünün mavisi birbirine karışır. Bir anda nerede olduğunuzu unutabilirsiniz. Biz de bu halde denizi seyrederek ve sohbet ederek yola devam ediyoruz. Sis de kalktı, güneş pırıl pırıl. Sonnur hoca Ilıksu’da bizi bekleyenlerle konuşuyor, yaklaşık 10: 30-11:00 arası oradayız. Bu arada Güher İntes ve ablasını Ereğli Zonguldak yolu Ören köyü sapağındaki Keleşler Petrolden aldık. Güher arandı, petrole abisi patpatla getirmiş. Sonnur hoca soruyor; Güherciğim Nazigül yok mu? Ya hocam ablam her zamanki gibi gelmiyor. Sonnur hoca kurban Nazigül’ü de hayata katmak istiyor. Güher ama biz konuşmuştuk, annenle de konuştuk. Hocam evin camları değişecekti. Tamam biliyorum annen söyledi. Ustalar gelip takacakmış. Ben annene rica ettim bir gün sonra da takılabilir demişti. Hem Nazigül ne yapacak ki. Ya hocam ablamı bilmiyor musunuz, o böyle dayanamadı kaldı, ben yardım edeyim dedi.

Güher ve ablasının hikayesi de bir başka. Abla 35-38 yaşlarında çok güzel bir kadın. Hiç evlenmemiş. O da şeker hastası, hatta bu hastalıktan görme yeteneğini kaybetmiş. Hayattan umudunu kesmiş biraz. Köyün okulunda mevsimlik işçi olarak hademelik yapıyor. Fakir aile, anne şeker hastası, bir abi daha var onda da hastalık var. Uzun süre çalışamıyor. Yorulunca bayılıyor. Bundan iki yıl önce Sonnur hoca eski kayıtları inceliyor, Güher isimli bir diyabetli çocuk tespit ediyor. Tanı konmuş, hastanede yatmış çıkmış yıllardır yok. Acaba takip ediliyor mu? Birlikte aradık, yaşadığı yeri öğrendik, muhtarlığı arıyoruz burada öyle bir aile yaşamıyor diyorlar. Sonunda Sonnur hoca biniyor arabaya gidiyor Ereğli’ye, yeni çıkan yasada köyün adı değişmiş, aileyi buluyor. O zaman Nazigül’ü görüyor. Yıllardır şeker hastası, sadece sağlık ocağına gidiyor, insülinlerini yazdırıyor. Güher’in zaten hemoglobin A1c si 15’lerde. Nazigül böyle giriyor hayatımıza, biz onu da takip ediyoruz. Kardeşi hastaneye geldikçe onu da getirtiyoruz, ama bu sefer onu gezmeye götürmek istiyoruz. Biraz evden uzaklaşsın, biraz açılsın istiyoruz, olmuyor. Üzgünüz. Sonnur hoca pes etmiyor, anneyle konuşmak istiyor. “Hocam gidivesin didik emme gelmeye nedeyin, beni de biliyan işte git kızım didim kıyamaya uşak herhal. Başka zaman gelivee, olumu.”  Yapacak bir şey yok, Nazigül kurban. Neyse sonunda Güher’i de aldık. Süslenmiş, güzel olmuş, gayet keyifli. Biz üzgünüz tabii ki. Bir yandan köye mi gitsek acaba aile ile konuşsak, Nazigül’ü de yanımıza alsak. 

O sırada Sonnur hocanın telefonu çaldı. Diyabetli bir çocuğumuzun babasıydı arayan. “Hocam Zonguldak’ta bir çocuk varmış, bir yıl önce tip bir diyabet tanısı konmuş, o zamandan beri doktora gitmemiş, anne yarı felçli ve konuşma yetisini kaybetmiş. Çocuk 500 şekerlerle dolaşıyor. Babası Rusya da çalışmaya gitmiş. İlgilenecek kimseleri yok onu da alır mısınız, iletişim için komşusu Metin bey’in telefonunu vereyim?” Sonnur hoca Metin beyi arıyor, karısı çıkıyor, soruyor, nerede yaşıyorlar? “Zonguldak ……mahallesinde”. “Biz alırız da Zonguldak’ta buluşma yerimiz olan Kan Merkezi’nin önüne siz getiremez misiniz?”  “Hocam getirirdim ama ben de kanser hastasıyım, dün 4 saatim acilde geçti. Bir başkası yok mu ?” “Dur, ben sizi arayacağım.” Hocanın telefonu çalar, genç bir kadın, “Ben Metin’in kızıyım, siz bizim sokağa giremezseniz askeri lojmanın karşısına gelin.” Orayı da bilmiyoruz ki, şoförümüz huzursuzlanıyor… “Siz getirseniz” “Benim de çocuğum okuldan gelecek” “Yok mu mahallede arabası olan bir esnaf, bir komşu, iki dakikada atıverse” “Bizim buralarda hiç öyle dayanışma yok ki” “Peki siz taksiyle getiriverin, biz taksi parasını veririz”. 

Bunları konuşurken biz Ilıksu’yu kaçırdık. Kendimizi Zonguldak’ın girişindeki ilk tünelde bulduk. Döndük, bir yarım saat geciktik. Sağ olsunlar Gökay’ın ve Okan’ın babaları bizi karşılamaya geldiler. Onlar önde biz arkada Ilıksu’ya indik. Mis gibi bir koy, giy mayoları gir denize o kadar güzel ki. Herkes bizi bekliyor. Heyecan dorukta ama, bir çay içsek manzaraya karşı hiç fena olmaz yani. Benim canım gidiyor çay da çay… Masalar dizildi. Konuşmaya başlandı. Anneler babalar çocuklar diyabetten sorunlardan yaramaz kızlardan kerata oğlanların yapmadığı insülinlerinden, ölçmediği şekerlerinden. Yeni buluşlardan, yeni aletlerden.

Her şey çok güzel geliyor kulağıma, sanki hastane dışında hastalıktan konuşmak da  eğlenceliymiş gibi. O kadar da kötü değil sanki hasta olmak.  Kimse kan kuyruklarında beklememiş. O kadar uzun yollardan gelip gerilmemiş, hocalar doktorlar, hemşireler beklenmediği için mi, yoksa hocanın ağzından çıkan altındır derdimize devadır diye bütün sorunlarını biriktirmiş anneler babalar yokmuş da böyle normal sohbet için bir araya gelmişiz gibi. Hiç kimsenin sesi bağıracakmış gibi çıkmıyor, herkes birbirinin yüzüne bakıyor. Yine hastalık ve onu yarattığı sorunlar konuşuluyor. Yine anneler şikayet ediyor ama. Bir farklılık var, ne biz ne onlar, hiç birimiz kızgın değiliz. Birbirimizi gördüğümüz için çok mutluyuz. Anladım ki, çıkmak lazım bazen soğuk yüzlü binalardan. Ortaokuldaki edebiyat öğretmenimiz geldi aklıma, iki hafta da bir bahçede yapardık derslerimizi. Hiç zil çalsın istemezdik. Dersin bittiğini teneffüse çıkan çocukların çığlıklarından anlardık. Hastalarla ortamında buluşmak benim düşümdü, ondan mı bilmem ağzım kulaklarımda. Konuşmalar devam ediyor, benim içim kıpırdıyor, çocuklarla oynamak istiyorum, bir an önce sahile inmek istiyorum.

Annenin biri soruyor: Bazen bizim oğlan iğne olmak istemiyor, üstüne gitmeyin diyorum. Okan’ın babası konuşuyor: Bizim Okan sizin yaz okulundan sonra adam oldu. İyi bir çocuk oldu diyor. İlk tanıştığımız gün aklıma geldi Okan’la; kafası yerde, hiperakvitesi için ilaç kullandırılıyor, ilaçların mekanizmasını öğrenmiş, parapsikolojiye sarmış, çılgın bir zeka, ağzımdan çıkandan korkuyorum, şimdi ters köşe yapacak beni diye. Bir de baba izin vermiyor Okan’la konuşmamıza, Okan şöyle Okan böyle, Okan yaramaz, Okan eve gelmez, Okan evden kaçar, Okan Sigara içer, Okan çok suçlu, beş para etmez. Valla biz baş edemiyoruz.  Diyabet Yaz Okulu’nun  ilk günü canımıza okumuştu baba, Okan  kalmasın hocam, Okan yurttan kaçar, valla ne yapacağı belli olmaz. Belki tersi olur babası diyorum, Okan’a güvenmek zorundayız. Ben de korktum adamın anlattıklarından ama denemek gerek yine de. Kişiyi görmek lazım bütün anlatılanlara rağmen.

Sonuçta Okan yurttan kaçmadığı gibi oradaki bütün çocukların sorumluluğunu aldı, hepsini topladı, yatırdı. Bir de güzel sesi var ki Anadolu rak grubuna girer yani. Kızlar hayran kaldılar ama o hep ağır abi… Kamp işe yaramıştı Okan’a, sosyalleşmiş, arkadaş edinmişti. Kampa gelmesi için çok zor ikna etmiştik. Gelmem ben ne işim var bir sürü çocuğun arasında demişti. Sen bir gel bir gün kal, bir bak istemezsen uymazsa gidersin demiştim.  Şimdi ise beni görür görmez; Ya Gülşen abla bu sene ne zaman yaz okulu ben hazırım, geleceğim yine diyor. Okan ben, Demir, Sermin, Serkan sahile yürüdük.  Arkamızdan Sonnur hoca ve diğerleri de geldi. Suda taş sektirdik. Fotoğraflar çekildi.

Zaman geldi, Zonguldak’takiler telefonda: Biz geldik bekliyoruz... Tekrar otobüse bindik, Gökay’ın annesi babası bizden ayrılacaklardı. Muhabbet çok sardı onları, ya hocam biz de gelelim sizinle hem size kılavuzluk ederiz. Düştüler önümüze. Geçtik Zonguldak’ın gizemli tünellerini, sahili seyrede seyrede yola devam ettik. Şoförümüz anlatıyor: Hocam sabah erken gelebilseydik Yunus sürüleri ile karşılaşırdık. Her şey çok güzel ve keyifli, ama akıp giden telefon görüşmeleri devam ediyor. Biz geldik, geliyoruz. Bakacakkadı’dakiler arıyor, hocam biz geçtik lokantaya, herkes burada, siz neredesiniz? Anlatıyor Sonnur hoca, Kan Merkezi'ndeyiz, bizim çocuklar geldi ama yeni bir çocuk bulduk, gelmesini bekliyoruz. Bir komşu kızı çıktı biz rica ettik onunla gelecek. Neyse beklenen an geldi. Busegül Toron ve annesi göründüler. Otobüse bindiler, kocaman bir alkış koptu, cimcime bir şey, anne konuşamıyor, bir tarafı tutmuyor. Buse de okula yeni başlamış. Soruyor Sonnur hoca, tokluk şekerin kaç? Buse 3,2,7… rakamları tek tek okuyor. Çünkü anne konuşamıyor.  Ama söyleneni anlıyor. Oradan Gürol Akkol ve annesi, Busegül Toron’u da aldık, Bakacakkadı’ya doğru yola düştük.

Bu arada hoca ikna konuşmalarını sürdürüyor. Gülenay Tapucuoğlu’nun abisi, onlar da Çaycuma’nın Eğerci beldesinde oturuyorlar. Abi, hocam n’apacaksınız Gülenay gelse ne olacak, Gülenay aynı kafa, ya niye öyle söylüyorsun niye bişi değişmesin arkadaşları ile oynar, zaten amacımız Gülenay neyi iyi yapamıyor diye denetlemek değil. Tamam öyle de hocam şimdi evde kimse yok, annem babam abimi ziyarete hapishaneye gittiler. Evde ben varım şimdi işe gideceğim, Gülenay okulda izin almak lazım. Lütfen bir dene bize haber ver biz onu almanın bir yolunu buluruz. Hiç ses yok, arıyoruz cevap da yok.  

Sonunda Bakacakkadı’ya geldik. Yüzüncü Yıl parkına girdik. Kocaman çınar ağaçları, içinde oyun bahçeleri, açık yüzme havuzu olan bir güzellik. Karınlar aç tabii. Girdik içeri yemekler geldi. Ama hâlâ ulaşamayanlar var merkeze. Devrek’ten Nebiye telefonda, hocam ben de geliyorum. Babaannemde kalmıştım zaten. Devrek’ten Çaycuma’ya geldim, şimdi dolmuşa bineceğim. Okan: Hocam ya gelemiyorsa gidip alalım o benim yaz okulundan arkadaşım. Yemeğe de başlamayalım, ayıp olur şimdi.  Neyse Korkmaz  bey gidelim alalım hocam dedi. Çocuk bize tarif ediyor dolmuştan indiği yeri. Baktık yolun kenarında bekliyor bizi. Hop onu da aldık, parka getirdik. Sonra bir telefon daha. Gonca Aktül’ün annesi Çaycuma Perşembe’ye yakın  Nebioğlu Beldesi Yeni Pazar Köyü’nden geliyor. Otobüs onları bulunduğumuz yere gelmeden indirmiş. Gonca Aktül, annesi ve yakışıklı kardeş Güney (2 yaşında). Yine düştük yola. Bu sefer imdadımıza Belgin ve Nida  Çilcioğlu’nun babası yetişti. Ben yolu bilmiyorum. Nihat Seyranusta’nın annesi Tekgül hanım Bakacakkadı’lı, ben sizinle gelirim dedi. Bindik arabaya, onları da bir 20 dakikalık yoldan aldık geldik tesislere. 

Gonca Aktül, kardeşi ve annesi yemeklerini yerken gözümüzü alamadığımız bahçeye attık kendimizi. Düzce’den arabaya koyduğumuz hulohoplar, ipler, balonlar, toplar bahçeye geldi. Bir baktım ki  Sonnur hoca, çocuklar, anneler sandalyeleri yuvarlak dizmişler, dans ederken oturmaca oynuyorlar. Sandalye sayısı oynayandan bir eksik. Müzik durunca oturamayıp ayakta kalan şarkı söylüyor. Bir taraftan çocuklar balonları şişiriyor. Oyunlar oynanırken gelemeyeceğini söyleyen Fulya Küçümen’in üvey annesi, babası, yeni doğan bebekleri ile görünüyorlar. Fulya 3 yıldır diyabet. Kendi annesi kanserden ölmüş. Üvey annesinden hoşlanmıyor. O gitsin diye yapmadığını bırakmıyor. Film senaryolarını aratmayacak korkuları var, ablaları ile komplo teorileri kuruyor. Ama nafile çaba, Yasemin hanım giderek evlerine yerleşiyor ve bir kardeşi daha oluyor Fulya’nın. Yasemin’ine gelince, her şeyi bilmek ve kontrol etmek isteyen mükemmel anne, hatta zaman zaman benim ve Sonnur hocanın ne yapmamız gerektiğini de kulağımıza söylüyor. Sayamadıklarım var mı bilmem ama toplam 41 kişiydik. Hatta gelenlerin bazıları çocukların akrabası bile değildi. Tekgül hanımın bir komşusu da gelmişti, kızının bir sorunu varmış, endokrin uzmanının bakması gerekiyormuş, ama bir türlü bir yer bulamamışlar. Tekgül hanımdan duyunca takılmış peşine gelmiş. Yemekte anlattı derdini. Bahçede bir yandan oyunlar oynandı, bir yandan diyabetle ilgili konuşuldu. Aletler, ölçümler, uzun etkili kısa etkili, açlığı ölçüyor, tokluk ölçülmüyor, ölçmeden insülin oluyor, pompa taktırmak isteyenler, pompa takılı çocuklardan onlara deneyim aktaranlar. Her şey bir arada…

Belgin ve Nida’nın babası, “benim küçük daha iyi de büyük siğirli hocam, ölcümleni yapıvemiyo, emme makyaj disen o biçim onu yapmanca okula bile gitmiyo, hine bak saçla fönnü  gine. Kızım deyom gözel kızım deyom makyajı da yap emme ölçümleni de  yapıve deyom. Kendine işte yüzü kızıven acık şuna”. Gülüşmeler yükseliyor. Bizim oğlan da öyleydi. Böyle oluyor ergenlikte çocuklar. Geçen sene yaz okulunda düzeldi artık daha iyi, geçiyor diyor başka bir baba. Konuşuyoruz, sözler alıp veriyoruz karşılıklı, yapacak şimdi insülinleri Belgin, çünkü saçları güzel olsun istiyor, bi de boyu uzun. O zaman diyoruz, insülinleri bu dönem aksine daha sıkı takip etsek daha güzel bir genç kız oluruz.  

Gün kararıyor, çocuklar gitmek istemiyor, aileler ne güzel oldu diyor. Herkes vedalaşıyor, tekrar yola çıkıyoruz. Önce Gonca Aktül’leri dolmuşa bindireceğiz ama öğreniyoruz ki araba yok. Çaycuma’ya kadar götürmemiz gerek,  yarım saat Çaycuma garajına bırakıp tekrar Zonguldak istikametine doğru yola çıkıyoruz. Tekrar Kızılay kan merkezinin önü, oradan aldıklarımız iniyor. Hava çok kirli Zonguldak’ta, her yerde karanlık, Zonguldak tünellerinden çıkıp Kozlu’da Okan’ı, Ilıksu’da Ayşe’yi bıraktık. Annesi Şehide yeni ehliyet aldı, kızını bekliyor. Onlar da dolmuşu olmayan bir dağ köyünde yaşıyorlar. Hatta köyde iki hane var suyu yok, suyu başka bir yerden elle taşıyıp eve kurdurdukları depoda biriktiriyorlar. Ereğli Yoluna dönüyoruz, hava daha güzel. Güher’i bırakacağımız Ören köyü yol ayrımını kaçırmamamız lazım. Anneyi arıyoruz yola çıksınlar diye, karanlık, “bişicik olmaz hocam diyo, abisi geliverir patpatnan”.   

Buralar hiç düzlük değil, hep dağ tepe, uzaktan bakınca masal köyler gibi, evler ağaçların arasından masal evleri gibi görünüyor. Bilmiyorduk ki suyu olmadığını, bilmiyorduk bizim kızların cindili odaları olmadığını, kışın soba ile ısınırmış evler ondan ortak alanda yatmak hasta olmamak için gerekli. Cep telefonlarımız var tabi. Biz hep onları bize gelmiş halde buluyorduk,  yolların köylere bu kadar uzak olduğunu bilmiyorduk. Herkesin arabası var biliyorduk, pat patın da bir ulaşım aracı olduğunu bilmiyorduk. Bilmiyorduk bize gelirken en yeni elbiselerin giyildiğini, bilmiyorduk kışın evde taşıma suyla yıkanmanın nasıl zorlaştığını.  Biz daha bir sürü şeyi bilmiyorduk. Tek bildiğimiz neden zamanında gelmediğinin hesabını tutmak, eksik yanlış yapılan işlerde kızmak.

Gülşen Aytar

24-11-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210538
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.