FEN
İçkiyle arası yoktu Fen’in, billa kazı yavan ve geldiği çiftlik kadar yalandı, arkadan sunulan tatlıyı ve Suey Terha’yı nazikçe reddetti, tipik Simburu salüstü hanının kapısının önünde borha tütünü dolu bir çubuk yakmak geçti içinden, sonra hatırladı, artık tütün de içmiyordu…
---
Sonuç olarak o gece verimsiz geçmemişti, Terha yutup şurubu ve kösnüllükten peltekleşen konuşmasıyla ihtiyacı olan bilgiyi vermişti; efsaneye göre sistem gemisinin kalıntıları üç tarikat tarafından saklanıyordu; Be-dre-din’in İlkeli (Terha İlkel gibi söylemişti ama ilkeli olsa gerekti) Takipçileri, Heveskar Meşgul Avareler ve Bilginin Hazcıl Kevaşeleri. İşi çok zora benzemiyordu, yaşamının bir bölümünde bu gruplarla teması olmuştu, birincilerden biraz çekinir, sonunculardan hafifçe tiksinir, ortancalar ise çoğu zaman beraber çalıştığı arkadaşları idi. Efsaneye göre kalıntılar bir araya getirilirse gemiyle bağlantı kurmak mümkün olabiliyordu. Şarkıları bilmekle birlikte Fen bu gemilerin varlığına pek inanmıyordu, iletişim kurunca ne yapacağını da bilmiyordu ama öğrenmek istiyordu. Zaten pek bir işi gücü yoktu, o geceden beri Sim iyiden iyiye düzelmiş, kendi işleriyle meşgul oluyor, küçük Nel ise bir Zinda okuluna başlamıştı, yüklüce bir ücret ödemek gerekiyordu ama önceden olan birikimleri ve Terha’nın ayarladığı ateş kıdemli eğitmenliği pek bir işlevi olmasa da belli bir gelir getiriyordu. Üstelik tanıdığı tanımadığı herkes sanki tüm işler Kasplıların kontrolünde değilmiş gibi büyük bir yoğunluk ve meşguliyet içindeydi, para eden alanlardaki meslektaşları işi iyiden iyiye ticarete vermişler, diğerleri ise ucu bucağı gelmez misyonlar icad etmişlerdi kendilerine.
Ertesi gün kayığını ilk önce şehrin içindeki küçük adalardan birinde olan Heveskar’ların mabedine yöneltti, hem belki bu eski arkadaşlarıyla bir kahvaltı ederlerdi. Mabedin önündeki iskeleye kayığını bağlarken mabed bekçisi yanaştı,
- hop hemşerim nereye?
diyerek. Fen kendini tanıttı ve arkadaşlarını sordu, bugün uğramak için kendilerine bir enimu kerkeneziyle pusula ilettiğini söyledi.
- beyim şimdi onlar çok yoğundur, kerkenezlerine bakmazlar ki…Bak feysbukta girip forumlarına katılsan anında ulaşırdın. Tamar Sarkun her zamanki gibi büyük misyonların peşinde, sabahlara kadar iletişim aynasında etrafa verip veriştirir, öğlene doğru gelir. Bugün fakat, yakınlık kurmak istediği nüfuzlu bir kişi gelecek buralara, o zaman erkenden damlar, bu gibi durumlarda büründüğü siyah ceketini bırakmış kapının arkasında, ondan anladım. Merdeserd dersen, zaten yüzünden onu pek iplemediğini anlıyorum, yine lüzumsuz bir kongrededir, gelince de çocuklarıma vakit ayıramıyorum diye ağlamaya başlar. Kalan iki duygusal nazabayı ise al birini vur ötekine…
Ah Fen, bunlar eski takım kendinden menkul misyonerlerdir, hiçbir şeye vakti olmayanlar. Bunların kendine hayrı yok, her şeye geç kalanlardır bunlar, her şeye özenir, hiç bir şeyi tam yapamaz, sen önlerine bir şey koyarsan beğenmez seninle sidik yarıştırırlar amma, eski zaman, şimdi, gelecek, gençlik, yaşlılık, herşey karışmış, şımarık, yaşlı, sevimsiz ergenlerdir, ne kadar çabalasalar, ağlasalar, günah çıkartsalar, büyük adamlık etseler beyhudedir beyhude, avaredir bunlar. Oldukları yeri terketmez, ne ileri ne geri gitmezler, bir ayakları çukurda gençlik hayalleri kurar, bir adım atmaz, önlerine gelsin diye beklerler. Mabedin ortası, serin ferah, iyi kötü bir şeyler inşa etmiş eskiler. Ve orta yerde kaybolup gidenler, belki daha kıymetli, daha verimliler. Onların arasında Erken Ayrılan’ın kabrine yaklaş Fen. İki karanfil bırak. Kaç yıl oldu, ne ona, ne ana babasına uğradınız, yedi yıl ne kadar meşguldünüz. Ama ötekiler, daha yakın gibi olanlar? Onlar da unuttular değil mi Fen? Bu mudur mazeretin? Ağlayamazsın sen. Bırak, Tamar her lafı geçişinde ağlıyor. Belki gözüne kaçan bilgisayar tozlarıdır çoktandır işine geleni görüp, gelmeyeni görmemesini sağlayan. Yine de saygıyı eksik etmemişler, bak o mezarın başucunda parlayana. Taş değil o, üzerindeki bildiğin yazı değil. Varan bir! Demek böyle bir şey yıldız taşı, sistem gemilerinin ışıltılı metali? Niye almayasın, Erken Ayrılan’ı vermedin mi buraya? Al ki ruhu çıksın metalin altından, karışsın havaya. Belki hikayenin bir yerinde lazım olur…
MEDILOGUE
dert etme bu kez çuvalladığında;
sözlerim bi fısıltı,
senin sağırlığınsa bi çığlık.
hissettirebilirim belki,
ama
düşündüremem seni...
tohumların lağımda,
çamurda aşkın...
çayırların üzerinde
at sürer,
hayvanca işler
yaparsın.
ve senin bilge adamın
bilmez
nasıdır olmak,
tuğla kadar kalın!
...
ve hissettiğim aşk
o kadar uzak ki, bu gün gördüğüm
kötü bi rüyayım sanki...
ve salla başını,
de ki;
çok yazık!
Thick as a Brick, Jethro Tull*
Çeviri: Yazar
Barsakları yuttuğu tuğlalarla düğümlenen yazar yeni bölümü ilerletemezken acaip şeyler gördü düşünde. Psikoloğun birinin kapısında bilinmez birini beklerken psikoloğun papağanı kapının önünde sıkıştırdı bunu... Az buz değil, dev gibi bir şeydi bu, hani mağazaların tanıtımında içine adam girenler gibi... İttire ittire yaşlı kaknem psikoloğun önüne attı. O da deri beyaz bir kanepede başka bir sıkıntılı adamın yanına oturttu bunu. Öteki tipik aile sıkıntılı otuzlar sonu normal adama benziyordu, yani karısını boşasa ya da az daha parası olsa biterdi derdi. Ama oturduğu yerde sessizce sıkılıyor, işin fenası bizimkine yer açmıyordu. Koltuk da eğimliydi üstelik, eski Murat 131’lerin arka koltuğundaki gibi adama doğru kaykılmak zorunda kaldı yazar. Beli ağrıdıkça ağrıdı, uyandı en sonunda. O bel ağrısıyla bir çişe gitti, “ne acaip rüya, birilerine anlatmalıyım” diye düşündü, yeniden yattı ve kaldığı yerden devam etti. Kedi mi desen, bebek mi, parmak kadar bişey kalmıştı psikoloğun yanında, kendi yolu bulurdu gerçi ama yine de bi baksa iyi olurdu. Aslında lacivert 80 ler model bir amerikan vanıymış orası, yanından geçti arabayla, geri yapması gerekti, hay aksi, arkadan arabalar geliyordu. Burada bitti rüya.
O halde şair ve ressam suyun üstüne gölgeler dökmeliydi, güneş denizden dönen piyadelerin üzerinde oynarken*…
YAZAR
vişne bunlar herhalde,
ama tatlı,
erikler olmuş,
dallar adam boyuna sarkmış,
ama Cin var,
Alman kurdu Cin.
kimse giremiyor
bahçeye.
bahçe,
erikler,
vişneler,
köpek
mahzun.
Dede, huzur evinde,
çıkamıyor
bir kaç hafta sonudur,
hasta…
Dede,
ev,
içeride müzik,
çöpte aşk,
kafada olasılıklar
mahzun…
ya ne var,
soluk suratlı
sünger kıçlı
heriflerle toplanmak,
hesap-kitap
yalan-dolan
istenmeyen yazılar,
seyahatler,
görüşmeler,
yazışmalar
güç dengeleri
ayak oyunları
niye?
sinsiliğe vermiş
eş dosttan kalma diye
hayat gailesi…
hadi len!
böyle yaşlanır,
böyle ölürsün.
DİM
n’apalım küçük kız
seninki de bir
karanlık yıldız
kimininki kuyruklu
çoğunun hiç yok
seninki
yanına yaklaşamayacağın
göğe baktığında göremeyeceğin
hiçlikle çevrili
bir
karanlık
yıldız ...
kalbinde
uçuşan renkler
ah dokunamam
isteyemem bile seni
yörüngemde dolanır
ölüm gezegeni
ötesi
olay ufkudur
ışık bile
dönemez geri...
olay ufkunda
güneşler batar
doğmamacasına
yer gök
birbirine girer
zaman mekan karışır
her aptallık
her yalan
büyütür
yokedici gücünü
heyhat
görmeyen
anlamayan
etkilenmez
ortalamalar
korunur
her zaman
vurulur
içine girmeye çalışan
ah
küçük prensin
kırılgan çiçeği
çok yakınından geçtin
karanlık yıldızın
ama o
yanlış yıldız
yok yıldız
o ancak
burbon sokağının üzerinde
ay parlarken
yokeder
sevdiği şeyi
ve sever
yokettiğini !