ÇINÇIN PLAK

                          -Müslüm Baba’nın aziz ve çilekeş hatırasına-

1.

Kar yağıyordu, kristal bir avizeye dönüşmüş şehre .

Buz tutmuş kulübenin sokağa bakan puslu camından ıssızlık ve soğuktu içeri dolan, insanoğlunun soğuk karşısındaki mağlubiyetini ve dahi acziyetini yüzüne vururcasına. Nefes alıp verirken ağızlarından buhar çıkaran bütün canlılar ve hatta cansız olduklarına dair bilimsel şüphe bulunmayan sarkıtlar bile üşüyordu dersem meramımı bir nebze anlatmış olurum umarım. Ki size meramımı aktarayım derken buharın içine saklanarak ağzımdan kaçan kelimeler takriben bir metre sonra buz tutup hece hece kırılır, duymazsınız duyamazsınız beni bu yüzden. Daha da anlamadıysanız müthiş bir icat olan termometre denen aletin dilinden konuşmam gerek.  Şöyle ki. Dar bir borunun içine sıkışmış cıva soğuk artıkça alta doğru akmış, eksi on sekiz derecesinin hududuna dayanmıştı. Ve ne yazık ki bize nicelik bildiren o kırmızı kıl hiçte yukarı çıkacakmış gibi gözükmüyordu. Mutat, her sene tekrarlanan bildik senaryodan başka bir şey değildi bu yaşananlar. Hiç şaşırmadan beklenildiği üzere zemheri çıkış kapılarına nöbetçiler koymuş, şehri kar hapsine mahkûm etmişti atalarımızın sahih rivayetlerine göre kurulduğu o talihsiz günden, biraz tarih malumatımızı yoklayacak olursak ta kadim Roma’dan beri. Sırf bu sebeple yani soğuğun bütün azalarımıza özelliklede azalarımızın uç kısımlarına öngördüğü bu kısır döngüyü kırabilmek umuduyla küresel ısınma için kendinden geçmişçesine dua eden, cezbeye girip tir tir titreyen yeni bir zümre türemişti. Müritleri sobalı evde yaşayan garibanlardan müteşekkil bu sosyal gurup kendileri post modern oldukları halde modern bir isimle, kendilerinden utanmama cesaretini gösterip isimlerini zikredecek olursak, küresel ısınma tarikatı diye adlandırıldı sıcacık kaloriferli evlerde oturan insanlar tarafından. Şehrin kurtuluş çaresi bundan başka bir şey olamaz diye düşünen bu gariban güruh bin bir hatim yapılan camilerin nar kesilmiş kuzine sobalarının etrafına huşu içinde üşüşürler ve aralarındaki homurdanmalara kulak kabartan cemaate küresel ısınma duasını fısıldarlardı, tıpkı yeni doğan çocuğun kulağına tekbir eşliğinde adının okunması gibi. Heyhat ki beyhudeydi bütün bu iç çekişler, yakarışlar, gayretler. Çünkü bu soğuk şehir soğuk olduğu kadar içine kapanık ve tutucuydu da. Onu asla ve kata değiştirmezdiniz. Ve unutmadan söylemeliyim ki kar kış kıyamet bu şehrin kadim bir süsü, belki de yeryüzü kurulmuş kurulalı kıraç olan bu topraklarının halk tarafından kabul görmüş bir ziynetiydi. Hulasa onlar olmadan bu şehirde yaşamak abesle iştigaldi. Ah bu küresel ısınma evhamına kapılan meczuplar ne büyük bir yanılgı içindeydiler.

Köşe başlarını tutmuş kestanecilerin kesik kesik haykırışları: Kestane kebap, yemesi sevap. Tek sıcak şey buydu sanırım sokakta.  Soğuğu ve buz kesmiş aydınlığı delerek etrafa hayatın devam ettiğini müjdeleyen yegâne emare bu buğulu sesten başkası değildi evet. Sıcak kestanelerin tavada çıtırdayan sesleri bir de.

Dayımın boğuk sesi ağzından buharlar saçarak yankılandı kulübede: Odunları atmayı unutma sobaya, birazda kömür üstüne, yarım saatte bir yoklamayı da ihmal etme, yoksa ateş geçer, donarız vallahi.

Bütün istekler ve talepler soğukla bire bir alakalıydı. Hayallerin kuytularında bile onun donduruculuğu saklıydı.

Yarı kuru yarı ıslak odunları sobaya atar atmaz gözüm pencereye ilişti ve mozaikleri cam gibi parıldayan medresenin kış manzaralı bahçesindeki o enfes minaresini seyre daldım. Mavi mozaikli biraz kalınca bir minareydi bu. Gökyüzünün ıssız maviliğini andırıyor, ölçüleri biraz orantısız olmakla birlikte süslemelerinden tarihi bir zarafet akıyordu. Bir müddet kıpırdamadan seyrettim bu güzel manzarayı ve şöyle seslendim günahlardan azade çocuk kalbimle: Cennette bu medreseden de olsun.

Cenneti tıka basa dünya nimetleriyle doldurduğumu anlayıp kendime kızdığımda başıboş bir rüzgâr karları havaya püskürterek hayallerimden teğet geçti ve yarı hayal yarı hakikat bu görüntüde yalnızca birkaç insan yokuş aşağı,kalın paltolarına sarılmış, nerdeyse birbirlerine sarılarak, kaderlerinin donuk çizgilerine doğruayakkabılarından karlar sıçratarak yürüdüler.

Ve ben o gelene dek, yani hikâyesini yazacağım o çocuğu kastediyorum, soğuğun ve yalnızlığın yakıcılığıyla didiştim durdum.

Nerdeyse yedi kat buz tutmuş Hemşin pastanesi sokağından pantolonu yamalı ayaklarında Trabzon lastiğiyle bir çocuk kayarak indi.  Kırmızı kazağının düğmelerini zorladığı bir ceket, boynunda solgun lacivert atkı, kalın yün çoraplarının gözüktüğü kısa pantolon ve bakışlarında bir müphemlik belki de fukaralık. Benim yaşımda bir çocuktu. Büyük, yayvan burnu kara yağız çehresinden dudaklarına doğru çatıdan sarkan sarkıtlar gibi muntazaman iniyordu. Soğuktan sertleşen siyah düz saçları yana doğru taranmış, yer yer donmuş tepe kısmı çiğ tutmuştu. Kahve gözlerinin lekeli akı uzaklara, hayallerinin müphemliğine dalmıştı. Kalın dudakları arasından sızan bir tebessüm bütün caddeyi turluyordu. Muşmula kesilmiş yüzü üşüdüğüne işaretti. Zaman zaman ellerini ceplerine götürüyor, sonra çıkarıyor ve olmadı yeniden aynı hareketi tekrarlıyordu. Bizim kulübeye doğru baktı. Puslu camın ardından beni gördü sanırım. Fakat nedense umursamadı. Kısa adımlarla yürüyerek Çın çın plakçısının önüne geldi. Camdaki eskimiş afişlere dikkatli dikkatli baktı. Yüzü asıldı. Caddeye doğru döndü. Bir müddet olanı biteni gözetledi. Plakçının önünde zemine çivilenmiş gibi kımıldamadan durdu.Bir şeyler arıyor ya da birilerini bekliyordu belli. İyice üşüdüğünden olsa gerek daha fazla beklemedi. Ellerini ceplerinden çıkartıp medrese istikametine doğru yürüdü, gözden kayboldu.

2.

Öğleden sonra yumuşayan hava sarkıtları eritmiş, bu harikulade kristal yapılar üzerinde şebnemler teşekkül etmişti. Sıcacık evlerin sofalarından sokakların sahipsiz, pejmürde, is kokan boşluğuna doğru yer değiştiren hayat cıvıldaşan insan sesleriyle birlikte işte ben buradayım dercesine göstermeye başlamıştı kendini.

Kulübeden biraz ötede ise…

Durağın kapalı kısmına sıkışan kalabalık soğuktan korunmaya çalışıyor, her gün muntazaman geciken otobüsün gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Mecburiyet caddesinde ikili üçlü sıralar halinde yürüyen hem soğuğun hem caddenin müdavimi gençler onuncu kez durağın önünden geçiyorlardı. Süslü Niyazi folklorik kıyafetlerini kuşanmış Havuzbaşı istikametine ilerliyordu. Geleneğin heybesine gizlenmiş kesif bir peynir kokusu Erzincan Kapı’dan caddeye doğru tıpkı biber gazı gibi insanların genizlerini yakarak yayılıyordu. Şehir bugün karı, buzu, soğuğu ve kokusuyla hulasa her şeyiyle çokluk yaptığı üzere tekerrür ediyordu kendini.

Öğle ezanı biter bitmez Çın çın plak, camekân önünde amele pazarındaki gibi üst üste istiflenmiş kalabalığa, yeni icat müzik setine koyduğu arabesk kaseti ön arka çevirerek tekrar tekrar dinletiyordu. Acılı ve hüzün kâr feryatlar hem uyuşmuş beyinlerin hem yılların çilesiyle kirlenmiş sokağın buzlarını usul usul eritiyordu. 

Zaman akıp gidiyordu bu hengâmede buz yarıklarının arasından, arabeskin kekremsi kokusu üstüne sinmiş hatıraları peşinden sürükleyerek.

Erzincan Kapı istikametinden caddeye doğru başıboş sürüklenen kalabalığın içerisinde yine onu gördüm. İnsan selinin arasından pejmürde haliyle rahatça seçilebiliyordu. Kalabalık Mumcu istikametine güya dertlere şifa dağıtan hekimlerin muayenesine doğru ilerlerken o sola dönerek çın çın plağın kaldırımına yöneldi. Trabzon lastiklerinin buz tutmuş kenarlarını kaldırımın sivrilmiş tarafına sürtüp temizledi. Kaldırıma çıkar çıkmaz sanki bir evin içine girmişçesine paltosunun düğmelerini açtı. Yere düşen atkısını havada çapraz çizen eliyle son anda yakaladı. Belini doğrultarak dikeldi. Bu iki ani devinim arasında farkında olmadan gerindi. Geçen seferki gibi ellerini pantolon ceplerine koydu. Durduğu yerde ritmik hareketlerle bir müddet kaykıldı. Ah şu yıkılası can sıkıntısı çehresinin tam orta yerinde, henüz derinleşmemiş alın çizgilerinin arasında raks ediyor, kalın dudaklarının arasından içinin sıcaklığı sokağa doğru buharlaşıyordu. Döndü. Durakta bekleyen insanlara manasız bir bakış fırlattı.  Kendi hayal havuzunun derinliklerine daldı yeniden ve plakçının camekânına gövdesini paralel hale getirdi. Bakışlarını üç boyutlu bir resme bakar gibi sabitledi cama.Beklemeye koyuldu. Saray önlerinde nöbet tutan askerler gibi hiç kımıldamıyordu.

Dayıma, şey, şu camekânın önündeki çocuk neyi bekliyor dedim, sabahta gelmişti üstelik.

Dayım camekânın puslu ve hatta buzlu engelini gözlerinin keskinliğiyle aşarak dışarıya baktı. Bir müddet durakladıktan sonra kendinden emin bir tavırla ha o çocuk mu dedi. Evet, cevabımı beklemeden sanki çok önemli bir şeyi bilmişçesine şöyle bir kurumlandı ve sigara dumanından boğuklaşmış sesiyle her zamanki çocuklardan işte, ne olacak, yeni çıkmış bir kaseti dinlemeye gelmiştir dedi.

Kalın battaniyelerin serilmiş olduğu kerevetin üstünde dikelerek nasıl yani dedim?

Yeni bir kaset çıktımı müdavimleri dinlemeye gelir bu da onlardan birisidir.

Hımm.

Bu aralar kimin kaseti çıktı peki?

Orasını bilemem, onlarca kaset çıkıyor her gün.

Sorsam mı kendisine?

Nasıl istersen, kapıyı açık unutmada, ne yaparsan yap.

Arkadan yaklaşıp ensesinde nefesimi hissedecek bir yakınlıkta durakladım. Şey dedim. Ürpererek döndü. Korkudan kısılmış gözlerini gözlerimden ayırmadan baktı. Bu hayırdır ne var manasında bir bakıştı. Özür dilerim merak ettim sadece derken, utangaç bakışlarını aramızdaki boşluğa çevirdi. Ne demek istediğimi, neyi sorduğumu anlamıştı.

Müslüm Gürses’in Küskünüm adlı kaseti çıkmış onu dinlemeye geldim.

Neden satın almıyorsun diye soracaktım ki, gözlerim eskimiş ayakkabılarına takıldı, cevap solgun boyaların arasında eriyip kayboldu.

Kaseti çalması için rica edeyim mi plakçıya?

Modası geçmiş geniş yakalı yeşil ceketinin üzerindeki karları eliyle temizledi. Bu hengâmede kalın dudakları arasından kaçışan belli belirsiz bir tebessüm fakirliğin resmini çizdi boşluğa. Galiptir bu yolda mağlup teranesini şeytani bir hazla mırıldanan ta Kabil’den beri umudun düşmanı olan küstah bir hüzün bin bir gayretle çehresine oturttuğu bu gülücüğü hemen boğdu oracıkta kıskançlık urganıyla. Bu duygu yüklü anlardan ustaca sıyrılıp sırtını geriye yaslayarak ayaklarının ucunda dikeldihiçbir şey olmamış gibi. Derin bir nefes alıp üfledi ardından. Başını öne eğerken gözlerinden fırlayan buz kesiği bakışları bütün yok etme gayretlerine rağmen gizleyemedi bir müddet önce sorulmuş sualin cevabını.  Ki bu cevap iyi olur, çok sevinirim cümlesinin lal kesilmiş haliydi.

Kaset çalmaya başladı. Müslüm Gürses afyon ruhlu sesiyle aynada baktığım yüze küskünüm diye dertli dertli söyleniyordu.

Bir müddet yan yana dikelip dinledik şarkıları sonra ona doğru dönerek; ismin neydi.

Arif senin ki

Ben de Akif, memnum oldum, isimlerimiz ne kadar birbirine benziyor değil mi?

Evet!

3.

Üst üste birkaç gün daha geldi.

Kâh çın çın plağın önünde volta attı, kâh otobüs durağında bekler gibi yaptı, kâh kulübenin şefkat dolu sıcaklığına sığındı.

Çın çın plak bir fakire yardım etmenin hazzında ve dinginliğinde Müslüm Baba’nın yeni kasetini koydu teybe her seferinde.

Son gelişinde…

Kulübeden çıkıp yanına gittiğimde arabeskin acılı ve hüzün kâr ritmine öyle kaptırmıştı ki kendini hipnotize bakışlarını camekândan bir an bile olsun ayırmıyor, samimiyetin sıcak dehlizlerinde yoğrularak gövdesini manyetik bir dalga gibi kaplayan bu müzikle soğuktan ve düşüncelerden hâsılı her şeyden izole ediyordu kendini.

Merak içinde beklemeye koyuldum.

Seni kalbime gömdüm şarkısı çaldığında tir tir titredi. Ağlamaklı gözleriyle şarkının sözlerini mırıldandı. Trabzon lastiklerini zemindeki kara bastırarak buzdan heykel edasında sabitledi kendini bu soğuk manzaraya. Dokunsan kırılacak, konuşmaya yeltensen ağızdan çıkacak buharın sıcaklığıyla eriyecek zannederdiniz.

Müslüm Baba bütün bu olan bitenden habersiz kan kırmızı bilekli gençlerin ciğerlerini dağlayacak bir ritimde devam ediyordu şarkısına:

Yakıp bütün aşkımı

Külü maziye gömdüm

Yaşanılan sevdayı

Seni kalbime gömdüm

 

Öyle günler geçirdim

Ne yaşadım ne öldüm

Kadeh kadeh sevgilim

Seni kalbime gömdüm

 

Ömründe hiç gülmeyen

Dertli kullara döndüm

Sevgi nedir bilmeyen

Seni kalbime gömdüm

Afyon ruhlu sesiyle Müslüm Baba çilekeş sokakları arşınlayıp arabeskin dip koridorlarına koşar adım indikçe dudaklarında ki acı yer yer tebessüme devşiriyor, yer yer manasız bir ifadeye dönüşüyordu. Ve usturası kahır yivli bu ruhsal başkalaşımda cüzzamlı bir hasta gibi bakışlara, seslere, dokunuşlara ve hatta kıldan ince kılıçtan keskin jiletlere duyarsızlaşıyor, hiçbir şey duymuyor, hissetmiyor, hiçbir şeyi görmüyordu. Bir fanusun içinde yalnız ve yalnız kendi ruhunun gizemlerini yaşıyor, gizli kaçamak bakışlardan müteşekkil fakirlik zenginlik tezadında bocalayan aşklarda her daim kaybetmeyi, kaybetmenin çok daha ötesinde acının her türlüsünü kutsallaştıran bu şarkıyla bizim daha önce tecrübe etmediğimiz- edemeyeceğimiz ona fakirliğini unutturan sırların keşfine muvaffak oluyordu.

Daha ne isteyebilirdi ki!

Ve kerameti kendinden menkul arabesk dervişi Müslüm Baba tüm bu yaşanılanları hissetmiş gibi gırtlağını yırtarcasına haykırıyordu şarkısının eksik kalmış mısralarını Çın Çın plakçısının buz kesmiş boşluğuna:

Gittiğin günden beri

Dertsiz bir gün mü gördüm

Artık arama beni

Seni kalbime gömdüm

 

Bu şarkımda sen yoksun

Artık kendime döndüm

Yüreğim kabrin olsun

Seni kalbime gömdüm

 

Ömründe hiç gülmeyen

Dertli kullara döndüm

Sevgi nedir bilmeyen

Seni kalbime gömdüm

Bu sefer kasetin sonunu beklemeden telaşlı adımlarla yürüyüp Erzincan Kapı istikametine saptı. Beni hiç mi hiç görmedi.

4.

Kesme taş binaların eskimiş pervazlarından sızan şehrin o kendine has kokusu soğuğa karışıp genzimi sızlatırken çoktan takip etmeye başlamıştım onu. Plakçının önünde ne kadar dingin ve yavaşsa çöp yığınlarının karların altına saklandığı bu perişan sokakta bir şeyden kaçıyormuşçasına hızlı, yaramaz bir çocuk gibi hırçın, ne yaptığını, nereye gittiğini bilmeyecek kadar tekinsiz yürüyordu. Soba küllerinin karın üstünde cısladığı ve külden bir tepenin teşekkül ettiği köşe başından önce hafifçe sola ardından otuz derecelik açıyla sağa dönerek şeyhler hamamına doğru adımlarını hızlandırdı. Karanlığın bağrına ıssızlığın kör bir bıçak gibi saplandığı bu tarihi mekânda gölgelerimiz şeyh ve mürit esrarında birbirini takip ediyordu. Sırtımı nemli duvarları buz tutmuş hamamın medreseyle bitişik köşesine dayayıp ciğerlerimdeki sıcak buharı şehrin kül kokan havasıyla kardım ve bu kısacık zaman diliminde subay lojmanlarına doğru ilerlemesini gözlerimi keskinleştirerek seyrederken, hızlanan kalbimin ritmini yavaşlatmak maksadıyla ağzımı şehrin buz kesmiş havasıyla doldurdum. Derin bir nefes alıp verdim. Kıpırdamadan ve gözlerimi bu ruhani gölgeden bir nebze olsun ayırmadan donmuş nemin sırtımı iyice ıslattığı o ana dek öylece bekledim. Bu kısacık sürede kurşuni bej rengi lojmanların arasından sıyrılarak Ali Ravi caddesinin ışıltılı dünyasına yöneldi. Şehrin dokusuyla pek uyuşmayan bu beton evlerin arasından hızlıca geçtiğimde, o, kütüphanenin caddeyi dik kestiği alanı çoktan geçmişti. Artık beni görmeyeceği için rahatlamıştım. Onun yürüdüğü kaldırımın karşına geçip çapraz takibe başladım. Sokak lambalarından yansıyan ışığı vakumlayan tenhalığın alacakaranlığına vardığında adımlarını yavaşlatması evine yaklaştığını anlamama yetti. Yıllar sonra şehrin en zengin tayfası arasına girmeyi başaracak o pejmürde baklavacı dükkânının köşesinden döndü ve tıpkı ruhu gibi uzlet soluyan bu ıssız sokakta kayıplara karıştı.

Şu köşedeki mavi kapılı, köhne, sıvaları dökülmüş pir ket ev olmalı dedi içimden bir ses. Yalnızca tek bir odasında ışık yanan şu bodrum kat, evet hislerim beni asla ve kata yanıltmaz, kesinlikle o ev olmalı.

Apartmanın kapısını usulca açıp göyermiş patates kokan merdiven boşluğuna bir hırsız gibi sessizce girdiğimde bakışlarım karanlık bir zindana girmişçesine köreldi ve sonra, etraf pürüzsüz bir şekilde aydınlandığında, Trabzon lastikleri sefillik kokan, beton zemine sımsıkı yapışmış şemailiyle karşıladı beni.

5.

Biri tiz ve oldukça saldırgan diğeri daha tok ve ihtiyatlı iki ses çelik kalkana indirilen kılıç darbesi gibi evin içinde çınlıyordu. Fakat her iki tınıyı da sarıp sarmalayan, yer yer boğuklaştıran, kimi zaman soluksuz bırakan bir çaresizlik evin mahremiyetini mühürleyen kapı pervazlarından taşarak dışarıya sızıyordu.

-Bu kadar da olmaz canım, maaşımın tümünü sana veriyorum, cebimde kuruş para kalmıyor, biraz insaf et gayri, genç kızım anne, benimde kendime göre ihtiyaçlarım var, sadece bilet parası veriyorsun,  başka da bir şey yok, Allah’tan kork yahu.

-Sizin iyiliğiniz için yapıyorum kızım, ilerde işinize yarayacak bu paralar, o zaman bana hak vereceksiniz.

-Hangi gelecekten bahsediyorsun anneciğim, o günleri göremeden açlıktan öleceğiz- ağlamaklı ses tonunu bir hıçkırık kesti, duraksadı-şu elbiselerimin haline bir bak, hepsinin renkleri solmuş, ayakkabılarımın altı yırtık, ayaklarım nasıl üşüyor biliyor musun?

-Anneciğim diye atıldı kalın tok sesli bir erkek sesi, Arif’in tonlamasında değildi bu ses, abisi olmalıydı, anneciğim nasıl söylesem, sanki abartıyorsun biraz.

-Ne birazı, dedi ablası düpedüz cimrilik yapıyor, hem de en alasından.

-Size göre hava hoş, benim neler çektiğimi biliyor musunuz? Şehir yerinde tandırda ekmek pişirdim, gündeliğe gittim, eğer böyle yapmasaydım çoktan avuç açmıştık ele, eğer biriktirmeseydik...

-Tamam, anne, sen haklısın, nasıl istiyorsan öyle yap.

Cimriliğin cömert pazarında yok pahasına satılan bir hayat. Yaşanmamış günler, tadılmamış zevkler, kurulmamış hayaller ve geleceği her daim şüpheli hep o puslu yarınlar için! Evet, güzel günler göreceğiz çocuklar diyordu ya şair,  sırf bu mısradan mütevellit güzel günler hep yarınlardaydı. Onun için harcamamalıydı, biriktirmeliydi,  daha çok biriktirmeliydi, daha güzel yarınlar için.

İçinde Müslüm Gürses’in küskünüm kaseti ve içi yünlü kışlık ayakkabıların olduğu paketi evlerinin eşiklerine bırakıp, fukaralığın karanlık ve iç karartan o boğucu zindanlarından gökyüzünün karla hareli hür aydınlığına doğru kapı arkası şahitliklerine bin bir tövbeler ederek kaçtım.

Kendimden kaçıyordum belki de kim bilir?

Ahmet Cemal Çobandede

19-01-2016
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210505
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.