Yol boyu içimde depreşen duygularla nefes nefese okulumun önüne geldiğimde,güzelim konuk sever duvarlarına,yeşil demirler ve paravanlar çekilmiş,yüzü soldurulmuş,küstürülmüş görünce,coşkum da heyecanım da öfkeye dönüşüverdi

Fahri Hocam

 Yıllar sonra, yol boyu, içimde depreşen duygularla, nefes nefese okulumun önüne geldiğimde, güzelim konuksever duvarlarına, yeşile boyanmış paravanlar çekilmiş, duvar dipleri, çöp atıklarıyla kirletilmiş. Boyasız, bakımsız cephesiyle, yüzü soldurulmuş, küstürülmüş. Okulu bu hâliyle görünce, coşkum da heyecanım da öfkeye dönüşüverdi.

“Ne olmuş bizim okula böyle?”

Oysa bu okulun yapı sanatı dersi gören öğrencileri var. Duvarları bu hâle getirildiyse, içindeki eğitim, kimbilir ne hâle dönüştürülmüştür. Yaz sıcaklarında, tüm duvarlarını saran şebboylar, akasya ağaçları, zakkumlar gölgeleriyle öğrencilerden başka, pazar gören köylü kadınlarına ve onların çocuklarına da kucak açardı.

Her bir ağaç sökülüp atılmış. Oysa biz onları, ta nerelerden getirmiş, dikmiş, çocuğuna yürümesini öğreten bir ana gibi, i emekle, sabırla, diplerini sulamış, toprağını havalandırmış, hoyrat rüzgârlardan sakınarak büyümelerini coşkuyla izlemiştik.

 

Yeşile boyanmış, biçimsiz, soğuk, çirkin görüntülü paravanlar çekilmiş duvarlarıyla, neyi birbirinden ayırdınız? Ya, içindeki eğitim? Felsefeyi, mantığı, matematiği, edebiyatı, sosyal bilimleri, dünyayı, gezegenleri, aklı ve aşkı nereye koyacağız? Neyle boyayacaksınız bilimsel gerçeği? Erdinç Hoca’nın, duvarlarına özenerek, emek verdiği, güzelim resimlerin yerine, hangi manzarayı asacağız? Hangi eşitlikçi, insan emeğine ve haklarına saygılı renk, daha güzel yakışıyor okul duvarlarına? Önünden geçen cadde, otomobiller için, ücretli parka çevrilmiş. Yaşamın her alanını,  her katmanını, kâr amaçlı bir getirime dönüştürülerek, bedeli ödenen, kocaman bir park alanına çevrildiğini, öğrencilere hangi dersle anlatacaksınız?

 

Fahri Hoca’mızın koltuğunda oturanların, nelerle uğraştığı belli deyip; gerisin geri dönüp yürüdüm.

 

Onu, böyle güzel havalarda, parkta oturuyor bulacağımı düşünerek, parka yöneldim.

Yanılmamışım. Her zamanki yerinde, sandalyesine kurulmuş, yılların yalnızlığını başından savarcasına, dimdik, delikanlı duruşuyla bir başına oturuyor buldum onu.

 

Başında siyah kasketi, gözlerinde kalın çerçeveli gözlüğü, sırtından hiç çıkarmadığı meşin yeleği, masasında gazetesiyle hiç değişmediğini düşünerek, ona doğru yürüdüm.

Yaklaştıkça yaşlanıyordu Hocam.

 

Yanaşıp elini öptüm, hâlini- hatırını sordum. Kendimi tanıttım. Bir- iki ipucundan sonra beni tanıyabildi. Coşkuyla sarılıp öpüştük. Ellerinin üzerindeki mor damarları, gözlerinin altındaki torbacıkları görünce üzüldüm.

 

“Buyur otur evladım,”dedi.

Gözleri ve sözleri bir hayli yorgundu. Akasyalar, taze baharı soluyordu başımızın üzerinde.

” Maşallah, iyi gördüm sizi,”dedim.

Yüzüme baktı. İç çekti. Yaşlanmışsın, diyemeyeceğimi anladı sanırım.

“Eee, yana- döne kavgayla geçip gitti işte koca bir ömür,”dedi.

 

Garson, konuşmasını böldü. Bir çay söyledi. Akasyadaki iki serçe kanat kanata verdi, yerdeki su birikintisine indi.

Sustuğumu görünce:

”Önümden hızla geçen bir trenin penceresinden gördüklerime benzetiyorum ben yaşamımı”dedi.

Derin bir soluk aldı.”Mola vermeye hiç olanak bulamadan”…

 

Onu hüzünle ve saygıyla dinliyorum. Başını gelip geçenlere çevirdi. Bir süre onları izledi. Sonra yerde su içen ürkek iki serçeyi… Bakışlarını yüzüme yöneltti.

“Bayrak sizin artık. Sıkı sıkı sarılın yaşama. Aşk gibi, arkadaş gibi. Alnınızın akıyla çıkın her kavgadan. Üstüne üstüne gidin sömürünün, yolsuzluğun, talanın, yalanın, yalancının.”

Bilincimden geçenleri okur gibi bir solukta boşalıverdi.

 

Çayımı karıştırırken ona neler söylemem gerektiğini düşünüyordum.

”Daha gençsiniz Hocam, sizden çok şeyler bekliyoruz”dedim.

Göz göze gelince,  geçiştirdi.

“Sıkılmıyorsun işinden değil mi?”dedi.

”Dediğiniz gibi Hocam, insan yaşadığı yeri güzelleştirebiliyorsa, sıkılmıyor”dedim.

 

Bakışlarım, gözlerinde, gözlerinin altındaki mor torbacıklarda ve kasketinin altından taşan beyaz saçlarında dolaşıyordu.

“Sigara içmiyor musun sen? Bana bir sigara ver”dedi.

Lâfı ağzımda geveleyince kaşlarını çattı.

”Hadi ver ver, sen de yak bir tâne!”dedi.

Sigara paketini cebimden çıkarıp uzattım. Titreyen parmaklarıyla bir sigara aldı, dudaklarına götürdü. Sigarasını yaktım. Sırtını sandalyesine yasladı, dumanı içine çekmeden savurdu. Benim yakmadığımı görünce:

“Saygı olsun diye yanımızda içmezsiniz, arkamızdan küfredersiniz. Hadi yak, yak, sigarayla saygı olmaz”dedi.

Ben de yaktım. Başımı yana çevirdim dumanı üflemek için; duman, zehir- zıkkım oldu. Utanç dolusu bir öksürüğe tutuldum. Bastım kül tablasına sigarayı. Oysa mezun olduğumuzda, yüzlerine yüzlerine üflerdik sigaramızın dumanını, sevmediğimiz hocaların.

 

“Yürüyelim biraz”dedi.

Kalktık.

Tanıdık yüzler arıyorum yürürken. Kimseler yok. Yalnızca, bu kentin caddelerinde yürüdükçe, ardımdan gelen ergenlik sesim kalmış. Bu sokaklar, bu caddeler, bu meydanlar, nelere tanık olmamıştı ki. Kulağımda sesleri çınladı durdu türkülerin, şiirlerin, marşların, sloganların. İlk Adım’da, Korali’nin yerinde, Havuz Başı’nda harâretli tartışmalarımızı anımsadım. Biz, meydanların çömezleri, uzun miting kortejlerinin artçıları…

 

  Fahri Hoca’m yorulduğundan; meydandaki, gölgesinde dinlenilen, havuzun kenarındaki, bir akasya ağacının altındaki bir banka oturduk. Ben eski günlere döndüm.

 

O, aşk üzerine bir şeyler anlatmaya koyuldu. Aramızdaki yaş farkını gözetmeden, bana,  ilk aşkını anlatıyordu. Beni kendisine yakın bulduğu için seviniyordum.

Anlattığı kadının kitapçı dükkânına gittik. Kadından, yeni boyattırdığı anlaşılan uzun,  simsiyah saçları, hafif makyajı,  sempatiyle gülen yüzü, samimi bakışlarıyla yaşam sevinci fışkırıyordu. Ayaküstü konuşurlarken, ben, raflardaki kitapları inceliyordum. Onun, çay teklifini nâzikçe geri çeviren Fahri Hoca’m, beni yanlarına çağırdı ve kadına beni övgüyle tanıttı. Hocamın gözleri parıldıyordu sevinçten konuşurken…

 

İzin isteyip çıkarken, kadın kapıya kadar, ardımızdan uğurladı bizi.

 

Sonunu bekleyen, yaşlı bir ceviz ağacına benzetiyordum Fahri Hoca’mı. Dirençle, onurla taşımış kendi yalnızlığını. Zaman bulamamış, buluşamamış bir sevgiliyle, bir kavşakta. Olmamış, bir türlü becerememiş evlenmeyi; az önceki, sohbet ettiği, ilk göz ağrısıyla.

 

Dar sokaklardan, yüksek, alımlı binaların arasındaki, boynunu bükmüş ahşap evlerin önünden geçtik. Pencerelerine sıralanan saksılar, yoksulluğun cıvıltılı, cömert, renklerini haykırmasalar, kimseler dönüp bakmayacak yüzlerine ahşap evlerin.

 

Eski bir evin bahçe kapısını açtı. İçeriye girdik. Bahçede, erik ve dut ağacı, duvar diplerinde sardunya, begonya, küpeli çiçek saksıları sıralıydı. Merdivenlere yöneldi Fahri Hoca’m. Başını çevirip, gel gibilerinden bana işaret etti. Anahtarsız açtı kapıyı. Küçük odasına girdik. Onun kocaman dünyasının küçücük bir odaya sığınmasına üzüldüm. Hücre evini andırıyordu odası. Pencere önünde bir sedir, üzerinde bir yatak. Yatağın üzerinde, bir iki kitap, bir edebiyat dergisi vardı. Duvarlarda, gazete kesikleri, dergilerden kesilmiş resimler. Atatürk, üç fidanın fotoğrafları, Uğur Mumcu, Ruhi Su, Nâzım Hikmet… Pencere pervazında kavrulmuş bir fesleğen vardı.

Duvardaki resimlere baktığımı görünce:

”Yalnız sesleri eksik, tüm dostlarım yanımda”dedi, tebessümle.

Gözümü yumup açtım, başımı salladım ben de, tebessümle.

 

Bir fesleğen getirmiş köyünden. Suyunu sevgisini eksik etmemiş, güneşi iyi alsın diye, camın önüne bırakmış; havası yaramamış burasının, kurumuş.

Duvardaki resimlere döndü:

“Çocuklar, hâlâ, hâlini- hatırını soruyor bu yaşlı çınarın, merak etmeyin, dedi.

 

Bir kadın, giriverdi içeriye. Telâşlıydı. Elindeki tencereyi masaya bıraktı.

”Cereyanda kalma, hasta olacaksın yine”dedi. Beni sordu, eski bir öğrencisinin hocasını arayıp sormasına sevindi kadın.

Kapıyı, pencereyi kapattı. Ortalığı bir güzel toparladı. Sıkı sıkı nasihat edip çıktı.

 

İyi kadınmış Neriman teyze. Üşütüp hastalandığında, çok kahrını çekmiş. Bir gün çok ağırlaşmış. Ateşler içinde yanmış. Üç gün, üç gece başında beklemiş kadıncağız. Ebe Hanımı çağırmış, iğne yaptırmış. Babası, eskiden Dâhiliye Nâzırlığı’nda üst düzey memurmuş. Von Papel avucunu yalayıp gitmiş. İsmet Paşa, İkinci Cihan Harbi’ne sokmamış yurdu. Ama Demir kırat Amerika’nın bir sömürgesi yapmış ülkeyi. Bir ümmeti ulus yaptı Kemal Paşa; ne çâre, şimdi Von Papen’in ruhu tepemizde diye, söylenir dururmuş. İyi bir kadın, aydın kadınmış, Neriman Teyze.

 

Duvarın dibinde duran ahşap sandıktan, resimler, kitaplar, dergiler çıkardı. Okul yıllarına gittik. O, bilinçli, dirençli, ne istediğini bilen, tuttuğunu koparan,  aydın ve üretken gençlerin, el ele vererek, okullarında, yurtlarında, mahallelerinde, köylerinde halka mesajlarını nasıl verdiklerini, yaşadıkları yerleri nasıl güzelleştirdiklerini anlattı.

 

İzin isteyip kalktığımda bırakmadı. Yatağının altındaki ahşap bir kutudan, bir kızın fotoğrafını gösterince şaşırdım. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi görünce, fotoğrafın arkasını çevirdi. Silinmek üzere olan yazıların üzerlerinden bir kez daha geçilmişti.

”Uçuyor turnalar al şafağa ozanım. Vurulup düşecekler, vurulup düşecekler diye ödüm kopuyor. Tarih 1973.”

Fotoğraftaki kadın oydu, anladım. Fotoğrafı, yerine, özenle yavaşça bıraktı.  Düşüncelere daldım. O, kitapçı kadının gençlik fotoğrafına,  baktıkça, anılardan anılara sürüklüyordu hocamı.

 

Gitmem gerekiyordu. Âni bir kararlıkla kalktığımda, ısrarıma aldırmadan, o da kalktı. Birlikte çıktık. İstasyona doğru yürüdük.

 

Bilincimi, anlarımı ve anılarımı alıp, bilinmedik bir yerlere götüren bir karatren geçiyordu gözümün önünden. Işığın düştüğü raylar parıldıyordu. Tüm istasyonları, gürül gürül bir efiltinin içinde, kavak ağaçlarının yaprak hışırtıları altında, anasından ayırılıp, trenle, bilmediği bir kente bırakılan, sancıya tutulmuş bir öksüzlük gelir aklıma. Her tren gördüğümde, Hasan İzzettin Dinamo’nun, yazdığı, o, kaybolan,  çok merak etiğim,  Tren adındaki şiiri için, dört yıl hapis cezasını anımsatır bana. Sansaryan Han’da, cehâletin, bilime ve aşka prangalar vurarak işkenceden geçirildiği düşer aklıma. Her istasyonda, bir kavak, hep çığlıkla, hışırdar hâfızamda.

 

Suskunluğa gömülmüş bekleme salonuna geçip oturduk. Tanıdık bir yüz arar gibi yüzümüze baktı, birkaç dalgın göz.

Ağrıyan dizlerine aldırmadan, beni yolcu etmeye geldi, onca yol yürüdük. Ben de alışık değilim böyle uğurlanmalara. Hoca’m ile benzeştiğimiz yanımızla, yine bir yalnızlık yaşardım tek başıma giderken. Gocunmadım, küsmedim bu yüzden kimseye. Fahri Hoca’ma mı küsecektim?

“Belki önümüzdeki yaz, belki daha erken, yine görüşürüz”dedim.

Bacağıma usulca dokunup gülümsedi:

“Teşekkür ederim Hocam, hem evini, hem yüreğini açtın bana,”dedim.

 

Yaşlı ve yorgun elleriyle, ellerimi sıcacık kavradı. Güçsüz ellerinde yorgun yüreğinin atışını hissettim. Tüm sevgisiyle, dostça kavrayıverdi gövdemi, ellerinin yerine gözleri.

 

Tren geliyordu.

Kavak ağaçlarının yaprak hışırtıları sustu. Soğuk bir efilti, bacaklarımdan yukarıya doğru tüm vücuduma yayıldı. Ürperdim.

 

Oysa günlük güneşlikti hava.

 

Fikret Kemal Tekin

 

11-01-2016
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210506
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.