Title

HAY

 

 

sabah çarşıya çıktım

kendime biraz kötülük almaya,

votka, kola, porno dergi...

havada tatsız bir yaşama sevinci vardı,

sanki herşey iyi olabilirmiş gibi...

müreffeh seyyar satıcılarında levent’in

bir bayram tebriği heyecanı,

bayramlık takımını giymiş

kuru yemişçi,

kasanın arkasında

demircan ağbi görünümünde,

pazar, sabah, bayram demeden

“teşekkürler, iyi günler”

isa efendimiz iyi niyeti gösterdi

erken votkaseverliğime...

bir reklam klibi gibi

geçti gözümün önünden;

karım, ailem, çocuklarım,

sabah tertemiz arabam,

köpek, gazete,

pırıl pırıl dişlerim,

sevgili işim,

margarin, top salata, çocuklara

yumuşak terlikler alasım geldi,

canım sıkıldı eni konu

sabah sabah,

döndüm evime,

sevgili boş şişeler,

bayat kuruyemişler,

sigara izmaritleri,

saygıdeğer hüznüm,

güvenli çaresizliğim,

hoşgeldim !

 

 

 

 

Yazıhanemde kalıyordum. Ne sabah uyandığında yanında beni görmek isteyecek biri vardı, ne de müşterim. Traş olurken çatlak aynada kendime baktım, yakışıklı sayılmazdım, açıkçası bir boka benzemiyordum.  Çıplak ampulün ölgün ışığında, dar alnım, fırça saçlarım, çukura kaçmış koyu kahverengi gözlerimle yaşlı bir goril olabilir ya da televizyondaki tartışma programlarına katılabilirdim. Bir seksene yakın boyum eskiden fena sayılmazdı, şimdi ise manitaların yarısı uzundu benden. Düşük dar omuzlarım ve bira göbeğimle hala kadınların suratına nasıl bakabildiğime şaşıyordum. Mamafi her kör satıcının bir alıcısı olduğu gibi bu kör dövüşünde illa ki acılarını gezmeye çıkarmış, birine intikam yazacak, anlaşılmak ya da kendini cezalandırmak isteyen, macera ya da aşk meşk artığı bırakmayacak cinsellik arayan, ya da basitçe yaşlı maymunları seven türlü manita düşüyordu.

Zulamdaki altılı paketten bir bira çektim, sabah kahvaltımdı bu. Saat onikiyi geçmişti, nasılsa işler her bakımdan kesattı. Kasppiciler piyasayı ele geçirdiğinden beri yeni mal akışı kesilmiş, bununla bağlantılı olarak da yurtdışı alım ve pazarlıklarda  teknik ayrıntılarla ilgilenmek, yurtiçi tanıtımlarda fikir önderliği etmek, ekibi eğitmek gibi işler büyük ölçüde suya düşmüştü. Gelen az sayıdaki parti de ya Kasppiciler arasında dönüyor ya da Kardioccilerin yeni patronu Cozanonun işaret ettiklerine gidiyordu. Eskiden tanıdığım elemanların çoğu ya başka sektörlere yönelmiş ya da orta düzey yönetici olmuşlardı, aralarında işletmenin başına geçenler dahi vardı. Fakat bunlardan ekmek çıkmıyordu, bir araya geldiğimizde lüks bir restoranda yemek ısmarlıyor, işlerin ne denli daraldığından, kaç adam kovmak zorunda kaldıklarından dem vuruyor, Kasppicileri imalarla eleştiriyor –bunlardan söz etmekten kaçınılır olmuştu, kendilerine ne deneceğini bile onlar belirliyordu zira, patronları Nemelazım diye anılıyordu örneğin-, benim özgür gamsız hayatıma ne kadar gıpta ettiklerini sarhoşluklarının derecesine uygun kelime ve jestlerle ifade ediyor, sonra giderek modeli ve markası yükselen arabalarına atlayıp, basıp gidiyorlardı. Bana lazım olan işler onların seviyesine çıkmıyor ya da onlar bana layık görmüyordu. Aşırı kalifiye olmuş, kısacası eskimiştim. Kasppiciler de çok acaipti, en büyüğünden en küçüğüne her işte parmakları olsun istiyorlardı. Geçenlerde bir umumi hela işi için bizzat Nemelazım”ın bir akrabası araya girmişti. Daha da garibi, kendi başlarına hiç bir işi doğru dürüst beceremiyorlar, tuvalet dahil neye el atsalar bok ediyorlardı. Büyük bir sorun oluşturmuyordu bu durum, her işe koşacak, sıranın kendine gelmesini, destenin yeniden karılmasını, zarların yeniden sallanmasını bekleyen her evsaftan çakaldan geçilmiyordu. Bu treni de kaçırmış, ancak ufak tefek araştırmalar, para getirmeyen soruşturmalar ve raporların oluşturulmasıyla yetinmek durumunda kalmıştım. Buna da şükürdü, daha önce işlere hakim olan aileler hep merkezdeki Hacetsky ya da Angorylerden danışmanlık alırlardı, gerçekten de şimdilerde denildiği gibi merkeziyetçi ve atgözlüklüydüler. Bunlar hiç değilse ayrım yapmıyor, her yerden hanutu götürüyor, her yere ufak tefek avanta uçlanıyorlardı. Vizyonları genişti ve köksüzdüler.

Tuvaletten çıkınca sifonu çekmeyi mi unutmuştum?

 

Arkada küçük bir yatak odam, banyom ve mutfağım dışında ofis olarak kulladığım bir salon vardı. Oraya geçtim, eski gazeteleri karıştırdım. Pek akıllı değildim ama yine de ara sıra gazete, hatta kitap okurdum. Televizyonum da vardı ama beni pek sarmazdı. Ara sıra siyah beyaz aşk filmi ya da müzik kanallarında sağlam bir eski tip rock konseri denk gelirse izlerdim. Kasppiciler televizyona da hakimdiler. Hemen her kanalda Nemelazım’ın o basbariton sesini, ağır ve ağdalı konuşmasını duymak mümkündü. İnsanlar ikiye bölünmüş gibiydi, sürekli televizyona bakanlar ve sürekli bilgisayar ya da akıllı telefon başında olanlar. Nemelazım’ın takımı hayatı televizyondan izler ve öğrenir gibiydi. Bunların büyük bir kısmının okuma yazma bilmediği, televizyon dizilerinde olanları gerçek sandığı iddia edilirdi. Nitekim kamuoyunun etkilenmesi gerektiğinde, örneğin at yarışı bahisleri esnasında televizyonda her gün saatlerce süren ve canlı yayınlanan dizilerde anlık senaryo değişiklikleri olur, halk dopingli sütçü beygirlerinin peşine takılırdı. Bazı dizi karakterlerini gerçek sanan ahali, yolda oyuncuları çevirip, karısının onu aldattığını fısıldardı kulağına. Diğer, okumuş ve kendini seçkin sayan kitle ise sürekli sosyal medya denen şeyin başındaydı. Burada birbirlerine mesajlar atar, resimler gönderir, kendi feys sayfalarında yazılar döşenir, alıntılar paylaşırlardı. Sanki internetin içine kaçmış, burada yaşar olmuşlardı. İşte burada kurguladıkları, neredeyse internetteki role playing game’ler gibi bir ortamda kendi kendilerine gelin güvey olmuşlar, takipçileri, takip ettikleri ve paylaştıkları kendilerinden başka kimsenin umurunda olmayan metinler, teypler, filmlerle kendilerini şövalye, büyücü, sokak savaşçısı, kuramcı, militan sanmış, neredeyse sistemi yerinden oynatmanın eşiğine gelmişlerdi. Oysa dışarıdan bakan biri, ekran karşısında sabahlamış, gözleri kan çanağı gibi, beti benzi atmış, kamburu çıkmış, saç baş perişan tiplerin ertesi sabah bezgin, yarı kendinde, yine aynı sokaklardan, aynı işlere ayaklarını sürüdüğünü, gemisini yürüten, ve bu seçkinlere bıyık altından gülen Kasppicilerin arkasından yarışlarda nal topladıklarını görebilirdi. Her neyse, horoza sormuşlar “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan ? ben anlamam işime bakarım” demiş.

Kedinin kum kabını mı temizlememiştim acaba? O pe….nk de haftanın beş günü sokaklarda geziyor, arada kum kabını doldurmaya ve içki bardaklarımı yalamaya geliyordu…

 

Derin düşünceler içinde altılı paketi yarılamışken kapı çaldı. Uzun donum temiz sayılırdı ve önemli birini beklemiyordum, yavaşça doğrulup kapıya seğirttim.

 

-               Hay, seni hayvan, aylardır aramıyorsun! Bak sana 69 votka ve meummar bizonu pastırması getirdim!

-               Hagenna, aşkım! Kızıl saç sana ne kadar yakışmış, içeri gel.

-               Höst, şimdiden leş gibi bira kokuyorsun, ortalık da darmadağınık. Neyse işten atıldım yine, canım sıkkın ve azmış durumdayım. Koy şu votkayı bardaklara da ufaktan götürelim, limonun var mı?

 

Onca bakımlılığına az önce burnuma gelen kokuya aldırmaması hayret vericiydi. Dert etmedim, mutfaktan önceden de renksiz bir sıvı içilmiş iki bardak seçtim, dolaptaki yegane limonun küflü kısmını attım, inceden buzları da ekleyip salona yöneldim. Çoktan kırmızı yüksek ökçeli pabuçlarını çıkartmış, eteğiyle beyaz bacaklarını yelliyordu. Yapacak daha iyi bir şey yoktu…

 

Buradan sonrası sizi ilgilendirmez, çapsız yazar bunları tarım toplumu ahlakçısı bir mecmua için kaleme alıyor.


KASPLI ZİMMET

 

 

“HERKESE YARABBİ ŞÜKÜR, BİZE ŞAPUR ŞUPUR”. Kasplıların şakadan anlamadıkları, eğlenmedikleri doğru değil idi. Bir araya geldiklerinde bu özdeyişi terennüm eder, at gibi güler, neş’e içerisinde raks... haşa, bayanlar (kadınlara verdikleri addı bu) gibi raks edilir mi, horon teperler idi.

Belli bir dine bağlı oldukları söylenemez idi. Zira cümle muteber dinde cari olan tanrıya hesap verme, kul hakkı yememe, yalan söylememe, tevazu, hakkaniyet, vicdan, tokgözlülük nev’inden hasletler bunlara vız gelir tırıs gider idi. Filhakika gayet ceberrut kaideleri olan ve bu kaideleri mütemadiyen tebdil edilen bir itikadları mevcut idi. İtikad bu adamlar için ahaliyi ve yekdiğerini zapt-u rapt altına alma, hasım ve şirk peyda etme ve biribirlerini tanıma, tefrik etme vasıtasından başka bir şey değildi. Tek sabit olan akideleri betona olan azami muhabbetleri idi. Mes’ud-u-can İbn-i Sımirna bir kasidesinde bunun cümle semavi dinlerin çöl ikliminde tebarüz ettiği keyfiyetinden hareketle, taht el-şuurlarında  betonun muhtevasındaki kum ile mukadddes toprakların kumu arasında bir analoji tesis etmek suretiyle bir nevi ikame ameliyesinde bulunup, sembolik olarak taharetlendikleri, böylece gönül rahatlığıyla her bir haltı yiyebildikleri şeklinde izah buyurmuş, dahası - iyi saatte olsunlar- hiç bir iktibasda bulunmamıştı. Binaenaleyh gördükleri her yeşili betona döndürme, eski güzelim binaları yıkıp yerine beton heyullalar dikme, aveme tabir ettikleri puthaneler inşa edip adeta ve neuzubillah buralarda musafahaya koşma konusunda kimse ellerine su dökemez, dökse oracıkta beton karmaya koyulurlardı.

Bu adamlar haddızatında betonu inşaat şantiyesinde bırakmayıp, içtimai hayatın her safhasına sirayet ettirmek temayülündeydiler. Bir erkek çocuğu akıl-baliğ olduğunda onun kafasını betonlatmak da bir vecibe olmasa da an’anelerin en mütebarizi idi. Mevzu merakına mucib olanlar kifayetsiz muharririn BETONKAFA nam makalesine müracaat edebilir.

 

Kasplılar için hayatta yedi adet fazilet mevcut idi. Hiç şüpheye mahal yok ki bunlar da kadim dinlerden bunların paşa keyfine göre tersyüz edilerek istihsal olunmuştu. Bunlar sırasıyla:

 

Süperbiyya yani Kibir,

Avarisiyya yani Tamah,

Luksuriyya yani Şehvet, 

İnvidiyya yani Haset,

Guliyya yani Oburluk,

İriyya yani Gazap ve

Akediyya yani Miskinlik idi.

 

İşte bu hasletler Kasplıların hayat boyu peşinde koştuğu, bunlardan birini ya da fazlasını deruhte eden kavim önde gelenlerine menkıbeler düzdüğü idealler, cemiyyet hayatlarının temel direkleri, adeta tutkalı idi. Bu adamlar hiçbir şeye göstermedikleri ihtimamı bu mevzulara teksif, el hak bu yolların ilmini, sanatını, simyasını ve metafiziğini hıfz eder, kibirin kongresini, tamahın festivalini, hasetin bienalini tertipler, bu yedi dalda olimpiyatlara her yıl evsahipliği yaparlar, yenidünyalıların sepettopunda ekseriya namağlup olmaları ve beyzbolü kimsenin iplememesi gibi bu alanlardaki kompetanlıklarıyla yedi düvele parmak ısırtırlar, ecnebilere madalya bırakmazlardı, bir yenidünyalılar müstesna.

Henüz yürümeye, konuşmaya başlayan sabi-sübyanlar, her biri bu ihtisaslarda birer allame olan kariyer analistleri ve yaşam koçları tarafından muayene, murakebe ve muamele edilir, kaabiliyetlerine göre hemen tedrisata başlanırdı. Meşhur mes’eldir: Beton yaşken dökülür. Böylece her Kasplı uzakdoğu dövüş sanatlarında olduğu gibi tekamül derecesine göre kuşak kuşanma hakkına sahip olurdu, şüphesiz ki en yüksek mertebe kahverengi kuşaktı. Bu mertebeye ulaşan ustalara aslen çırakların taktığı beyaz kuşak takılır, serserinin (o sanattaki üstad hocalara böyle denirdi) vücudundaki ifrazata temas eden kuşak behemahal bu rengi alırdı. Elbette bu tedrisat aynı uzakdoğu sanatlarında olduğu gibi hususi dojolarda tatbik edilir, spor dalına mütenasip kıyafetin yanında çıplak ayak, ya da çorapla iştirak mücbir tutulurdu. İşte bu da Kasplıların o meşhur nev-i şahsına münhasır ayak kokularının, hemcinslerini görmeden tanıyıp sezebilme kaabiliyetlerinin - karanlıkta kimse Kasplılarla boy ölçüşemezdi- ve eşi menendi bulunmaz çorap işçiliklerinin yıllar içerisinde tekamülünü mümkün kılmıştı.

 

Mehk-u Teranî risalesine göre Kasplıların şeceresinin taa Lût kavmine dayandığı rivayet olunsa da bunlar gayet asrî ve musavî olup ırk, dil, din, milliyet, renk hatta tür tefrik etmezler, yeri gelir düşeş tutarsa insan olmayanları da içlerine alır, hüsn-ü kabul gösterirlerdi.

 

İmdî bunlara bu kerte verip veriştirilmiş olmakla beraber, yiğidi öldürüp hakkını vermek, hırsızın hiç mi suçu yok demek icap etmektedir. Zira Kasplılar aslen ve münhasıran bir kavim, bir zümre, bir içtihat, bir tarikattan ibaret değildiler. Bizzat senin benim gibi ben-i adem olup, icabında ekosistemlerinden ayrılıp normal insanların arasına konulduklarında kumaşlarıyla mütenasip muayyen bir vakit geçtikten sonra senden benden ayrılamazlardı. Aksine sıradan bir adem de bunların toprağına ekildi mi, her türden avantanın kokusunu alınca araziye uymayanına nadiren tesadüf edilirdi. İnsan tabiatı mateessüf böyle bir şey idi.

 

Bahusus bunların filiz verdiği vasat bu nevi inkişaf için mükemmel idi. Evvelki babda Kasplıların erkeklik mevzuundaki hassasiyetlerinden bahis olunmuş idi. Ne kadar bahsolunsa az gelecek bu hususiyet yalnızca mezkur haşerat için değil, onların rakipleri, hasımları ve zıddı olma iddiasındakiler için de cari idi. Ezcümle, içtimaiyetçiler, iştirakiyyuncular ve envai çeşit muadilleri dahi kibir, tamah, haset ve gazap ile maluldüler. Hatta miskinlikte Kasplıları sulu götürüp susuz getirebilirlerdi. Daha da şayan-ı hayret olanı, bunların, hatta hatunîler dahil olmak üzere her amel ve beyanda pederşahiyet aramaları idi. Binaenaleyh en ufak tereddüt, ezberden en küçük tenakuz, bir yumuşaklık, hassasiyet, naiflik, nhafiflik,  “halh” diye zikredilen o muhayyel ve mübarek yekundan bir lahzalık mesafe, latife, tebessüm, lakaydi duruma göre zahiri recm ile neticelenebilirdi. Bunların arasında farz-ı muhal garb musikisine gönül düşürenler kitaralarını saz kutusunda taşımak, mizah varekparelerini kıraat etmek isteyenler, bunları klasik tabir edilen ilmi eserlerin içinde okumak, bir fikir beyan etmek isteyenler her on cümlede bir besmele çeker gibi bu eserlerden iktibas yapmak mecburiyetinde idiler.  Aceb o asarın muellifleri bu ahval ve etvar içinde olmuş olsa idiler halleri nice olurdu? Ve elhak, her şeyi Kasp’lılara kaptırdıkları meyanlarda dahi bu düsturlarından zırnık feragatta bulunmazdılar.  Lebbeyk...

 

Ninemin dedesinin, dedesinin, dedesinin, dedesinin beşiğini primatların salladığı o çok eski devirde, Kaf dağının ardındaki o uzak ülkede bir zelzele, zaten pamuk ipliğine bağlı içtimai hareketleri hak-ile yeksan eylediğinde, elinde divit kalemi ile o büyük inkılapçı, Rahmetsiz Azöl çıkagelmişti. Azöl zaten payandasız kalan içtimaiyatçı temayülleri elinin tersiyle itmiş, yerine hürriyetçilik, müteşebbislik, ez cümle “at binenin-kılıç kuşananın” umdelerini ihdas etmişti. Azöl bazılarına göre çok erken, bazılarına göre çok geç bu dünyadan göçünce, içtihadı sahipsiz kalmamış, ezelden beri müsait olan bir toprağın içinde kaynayan, üstü çalı çırpıyla örtülmüş, etrafı  derme çatma çitlerle çevrilmiş o memba bulduğu mecrasında çağlamaya devam etmişti.

 

Bir Öbürya efsanesinde şöyle denmektedir:

 

Şunu bilin ki Prensim, Kabaran okyanusların eski düzeni ve onun köhne prensiplerini yutmasından hemen sonra, Dünya’da o güne kadar görülmemiş bir çağ başlamıştı.

Herkesin üçer oğlunun doğduğu bu çağda, Dünya üzerindeki imparatorluklar ve uygarlıklar, gökteki yıldızların mavi pırıltıları kadar dağınık fakat belirgindi.

İşte bu sıralarda Kasplı Zimmet geldi. Çelik bilekli elinden mikrofonu bırakmayan bu seyrek saçlı, şahin gözlü yiğit, tüm uygarlığı ve garnitür olarak da yeşil alanları sandallı ayağının altında çiğnemek istiyordu.*

 

Her zaman olduğu gibi bazı münafıklar metnin aslının bu olmadığını, yenidünyalı bir müellifin eserinin Zimmetten çok Zimmetçi pişekarları tarafından aparıldığını, üstelik kuruş telif de ödenmediğini iddia etmişlerdir. Velev ki öyle olsun, müellifin derdest edilip meydanlarda halka gösterilerek şerefyab edildiği vak”ayı âdiyedendir.

 

Kim ne derse desin, Zimmetin her bakımdan muazzam olan kaabiliyetleri daha çocukluğunda tezahür etmeye başlamıştı. Kibirse kibir, gazapsa gazap, tamahsa tastamah, hasetse haset. Evden kaçtığı günlerde bir akrabasının bostanında türlü hayvanı kovalar, onları kendisine biat ettirmeye çalışırdı. Bu mahlukat arasında müstesna ve musibet bir mevkii olan bir cenabet vardı ki; o da kedi idi. Bu mendebur biata, tehtide, rüşvete, riyaya, takiyyeye, takunyaya gelmeyen serdengeçti bir hayvan olduğundan her seferinde o kürek gibi ellerden kaçmış, boş bulunup yakalandığı bir anda ise Zimmet’in o mübarek sıfatına tırmığı basmıştı. İşte Zimmetin sol yanağındaki karizmasına karizma katan yara izinin aslı budur. Kendisi sonraları bunun bir gece vakti yaşlı birini tenhada kıstıran ateistlerle giriştiği müsademeden kaldığını ifade etmiştir ve elbette ve muhakkak o haklıdır. Mamafi her türlü canlıyla arasında mağrur bir mesafe olan Zimmet’in özellikle kedilere olan garezi ve onlardan neredeyse tırsması bir vakıadır.

 

 

 

 

* Barbar Conan, Robert Ervin Howard’dan uyarlama, çeviren S. Emre Taşkıran?

12-04-2014
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210530
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.