Umutlara Veda

 

Aklındaki sorular süratle ve birbirleriyle bağlantılarını koparmış bir şekilde koşturuyordu. ‘Yazmam gerekli, hemen başlamam gerekiyor artık. Evet ama ne kadar, neyi, ne zaman? Ne kadar: çevre dediğimiz bizi boğan dipsiz kuyunun sansürünü bırak, kendi sansürümden geçecek kadar nasıl yazabilirim? İnsanların tepkilerini önemsemesem bile mutlaka ‘önemser gibi gözükmem’ gerektiği öğretildi bana, hem de sanırım doğumumdan itibaren. Sonra annem beni nasıl da azarlayıverir; üstelik iş-güç sahibi, kırk yaşını aşmış biri olduğum halde. Geride kimseyi üzmeyecek, zedelemeyecek, bunu bize neden yaptın dedirtmeyecek, iyi anılar bırakmalıyım sadece.

 

Anlatacak, söyleyecek çok şeyim var. ‘Hayatım roman’ klişesi ne bayat gelir aklıma, ruhuma. Herkesin hayatı bir roman zaten. Roman dediğimiz bazı önemli, ilginç olayların iyi bir şekilde betimlenmesinden başka birşey değil ki. Yüzyılın en iyi eserlerinden biri de aslında sadece bir günü anlatmıyor mu?* Beyninde adeta bir kovalamaca sürüyordu.

 

Pahalı olduğu belli olan arabanın korna sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Acı bir fren sesi izledi, sonra da ön camın arkasındaki adamın muhtemelen küfürle karışık nefret saçan tükürüklü bağırışlarını ve el kol hareketlerini gördü. Oysa yayalara yeşil ışık yanarken yaya geçidinden karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu ama tabii ki paralı adam kural tanımıyordu. Basit trafik kuralları bile onun için değildi. Derin bir nefes aldı. Nefes alarak rahatlama teknikleri ile ilgili bir kursa katılmıştı. Doğru nefes ‘hayattaki cennet’e giden yoldu. Derin, düşüncelerden sıyrılmış, devamlı bir nefes. Nefes al ve hayallerindeki dünyaya kavuş. Ne kadar kolay. Kendi kendine gülümsedi. Kursa katılan orta yaşı epeyce geçmiş ama ‘mihrap yerinde’ tanımlamasına tıpa tıp uyan kadın, aldığı derin nefesler sonrasında fenalaşıp aman benim kalbim sıkışıyor dediğinde kursun katılımcılarından olan bir doktor bey acaba kendini göstermek için ukalalık mı etmişti yoksa haklı mıydı: ‘böyle dakikalarca derin nefes alırsanız hissettiğiniz uyuşma rahatlama değil aslında vücudunuz için tehdittir. Oksijeni zorla arttırmaya çalıştığınızda damarlarınızda daralma olur, eller ayaklar uyuşur hatta kalp krizi geçirmenize bile neden olabilir’ dediğinde. Zaten sadece derin nefes alarak hayatın engebelerinin aşılmasına imkan yoktu. Bunu katılımcıların hepsi biliyor ama bilmezden geliyordu. Herşeyi seviyorduk ve herşeyi deniyorduk yeter ki hayallere dair olsun. Her an yaptığımız nefes almayı bile paylaşmak istiyorduk. Çaresiz yalnızlıklarımıza umutsuzca aradığımız çözümler, acımasız dürüstlükler ile yıkılıvermişti yine aniden, yeniden.

 

Arabaya yol verdi ve karşıya geçti. Neyi yazacaktı? Onu son aylarda en çok düşündüren konu buydu. Hayatını yazmak istemiyordu, benim hayatım bir roman diyenlerden olmak istemiyordu ama her yazarın kahramanları aslında biraz da kendisi değil miydi? Ayrıca herkes kendini bulmaya çalışacaktı yazdıklarında ama bu boşuna bir uğraş olacaktı. Kendini alıp, duvardan duvara vurup, içini dışına çıkaracak kadar yaralayıp arta kalanın tozlarını üfleyecekti kahramanlarına. Hayatına girenlerin hiçbiri olmayacaktı anlattıklarında ya da belki karşılaştığı herkes olacaktı, en çok da kendisi…  Yazmak biraz da sırları açığa çıkarmak değil miydi, tüm çıplaklığıyla herkesin önünde korkusuzca soyunmak? Dar zamanda yapması gereken çok işi vardı. Yıllardır söylenmeden yaptığı ve üzerine adeta yapışıp kalan, ‘birilerinin hayatını düzene koyma işi’ni devredecek birini bulması gerekiyordu önce.

 

Tüm yazarların yazdığını; yalnızlığı, yalnızlığını yazmalıydı. Aslında artık yazılmamış bir konu, resmi yapılmamış bir manzara, filme alınmamış bir sahne kalmamıştı. Taptığı oğlu, sevdiği, saydığı kocası, her zaman ona destek olan anne, babası, devamlı görüştüğü dört kardeşi, başarılı mesleği ve arkadaşları ile yapayalnızdı. Bunu bir türlü anlayamıyordu. Yalnızlık hissi son yıllarda ruhuna daha çok hakim olmuştu. Ne yapsa kiminle görüşse bitmeyen, kurtulamadığı bir yalnızlık. Hani o çok bilinen şarkılardaki gibi ‘‘Yalnızlık ömür boyu’’ veya ‘‘Yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin’’ deki tür yalnızlıklardan.

 

Aniden yalnızlığı ben istedim diye düşündü. Hani o en çok satanlar listesine giren; kitaplarını değil ama hayatını, özgürlüğünü kıskandığı yazar gibi bir kıyı şehrine veya yurt dışında bir şatoya kısa süreliğine sadece yazmak için gitmek, gezginliğin, sorumsuzluğun tadını çıkarmak istediği için yerleşmek istediğini söylediğinde karar vermişti buna. Kendisiyle başbaşa kalmayı istemişti, planlarını yapmıştı. Çalıştığı yerdeki arkadaşları burun kıvırırdı mutlaka. Ne yazabilir ki diye düşünürlerdi kesin. Hele patron olacak o sevimsiz gaga burun arkasından kimbilir neler söylerdi. Bu yaşına kadar yüzüne söyledikleri ve yaptığı onur kırıcı davranışları yetmiyormuş gibi. Bu macera hayali ne yazık ki birkaç saat önce başlamadan sona ermişti. Bu bitişe üzülemiyordu artık.  Aslında değişen sadece odalar, sokaklar ve penceredeki manzara olacaktı, onun dışında herşey aynı kalacaktı. ‘Ben yine ben olacağım, kendinden kurtulamıyor ki insan’ diye düşündü teselli bulabilmek için.

 

Birkaç saat öncesini düşündü. Hayat nasıl saniyeler içinde değişik bir yöne doğru akmaya başlıyordu. Tıkanmış bir damar geçit vermediğinde kan bile başka yönden akıveriyordu. Verdiği karardan dönmek zorunda kalıvermişti işte, yeni hayatına başlayamadan bir veda. Şimdi, yeni hayat hayallerinin yerine geçiveren ölümün yakınlığı gerçeği her yanını sarmıştı. Bu düşünce aklına göğüslerinin güzellikten çok ona ölümü yaklaştırdığını öğrendiği birkaç saat önce girmişti. Ofisindeki masada mutluluk göstergesi olarak yerleştirilmiş fotoğrafta doktoru, önlük yerine mavi bir tişört giymiş, yeşil çimenler üzerinde  kızı, karısı ve köpeğine sarılmıştı. Gülücüklerle genişlemiş ağızların hakimiyet kurduğu bu fotoğrafa bakarken ölümün ona koşarak geldiğini öğrendi. Doktor adeta Tanrı gibi ona bakıp bir ömür biçmişti, aylarla sınırlı bir ömür. Planlarını, bedenin düzenine karşı koyan birkaç hücre bozmuştu. Ağlayamadı, gözleri bile dolmadı. Tek düşündüğü ‘yazmadan olmaz, iz bırakmadan dünyadan ayrılmak olmaz, yapamam’dı.  

 

Oğlunu doğurduğu gün yaşadığı yaratma mutluluğunu yazacağı kitabın geri vereceğine emindi. Kıyı şehrine yerleşme kararını kimsenin aslında kendisine muhtaç olmadığının farkına vardıktan sonra vermişti. Kararı vereli yıllar geçmişti ama evinden, işinden, hayatından ayrılamamıştı daha önce. Güvenlik vadeden, penceresiz ama kitaplarla kaplı odası tek sığınağı olmuştu. Tam verdiği kararı uygulayacağı sırada göğsündeki şişlik onu durduruyordu, aile engelinden daha kuvvetli bir geçitsizlik. Nedense aile dediğinde hâlâ kendi anne, babası ve kardeşlerini düşünüyordu. Yoksa kocası ve doğurduğu yavrusuyla ‘aile’ olamamış mıydı hiç? ‘Ne geç bunları düşünmek için’ diye geçirdi aklından. Acelesi vardı artık. Önündeki sınırlı sayıdaki günler birbirinin aynı olmayacaktı. Tedavi sürecini reddetmişti ama bunu da tekrar düşünecekti.

 

Belki de beklediği, artık gelmesini istediği, kendisini kendisinden kurtaracak çözüm onu buluvermişti. Dayanamıyorum dediğinde kimsenin kulak asmadığı herşey, kırklı yaşlarında sonlanıyordu. Kimseye haber vermedi. Arayıp ‘ben ölüyorum’ veya ‘ölüme hızla koşarken sana haber vermek istedim’ veya ‘son günlerimin seyircisi olmak ister misin?’ demek zor gelmişti. Üzmemek için mi, gerçekten üzülmeyeceklerini bildiği için mi, yoksa üzmenin üzülmenin anlamını yitirdiği bir halde olduğu için mi kimseyi aramak istemedi, bilmiyordu. Kocası yine iş için yurt dışındaydı. Yıllar önce ona taptığını söyleyen ama onu aniden sebep söylemeden terk edip giden sevgilisine haber vermek istedi. Keşke telefonunu silmeseydim kayıtlarımdan diye düşündü. En çok o öperdi göğüslerini, o severdi sanki.

 

Tam tepede parlayan güneşin, sıcaklığı otuz beş dereceye yükselttiğini gördü tabeladan. Askılı elbisesi göğüslerinin üzerine yapışmıştı. Yıllardır sadece arabayla geçtiği, hiç yürümediği sokakta yürürken aç gözlü erkeklerin kendine bakışları artık rahatsız etmiyordu. Nasılsa bitecekti artık. Sorun yoktu. Bu akşam eve gidip ne pişirecekti. Hiçbir şey. Güzel bir şarap eşliğinde dışarıda yiyecekti. Şenlik gibi geçecekti bu gece. Şimdiyi düşünmeliydi. Sokaklarda yürümek istedi. Yoksa hemen bir kafeye oturup yazmaya başlamalı mıydı? Yazacaktı elbette, belki romanı yarım kalacaktı, günleri yetmeyecekti ama içindekilerin bir kısmını bile dökse yeterliydi. Hayatta, sevdiklerine sarılmak ve anılar bırakmaktan daha iyi yapacak ne vardı? Kaldırımlar dar ve kalabalıktı. Sıcakta ter kokuları ile ucuz parfüm kokuları birbirine karışıyordu. Yürümeliyim, amaçsız, varış noktasız, yorgun düşene kadar yürümeliyim diye düşündü.

 

Birden o dehşet verici sesi işitti, kulakları uğuldadı, sağırlaştı, etrafındaki insanların bir film sahnesindeki gibi havaya uçtuğunu gördü. Kendisinin ayakları da artık yere basmıyordu. Anlam veremedi. Tam anlayacaktı ki etrafını ılık bir kızıllığın kapladığını fark etti. Birkaç metre ileri fırlayan kolunu üzerindeki saatinden tanıdı. Yeşil elbisesinin rengi hızla koyu kırmızılaşıyordu. Mavi gözlerini bir kaç defa kırptı, yine ani bir plan değişikliği olmuştu. Hayat, ertelerken yok olma tuzağına yakalanıvermekti. Gözleri kapandı.

 

Kocası telefonla ona ulaşamayınca önceleri tedirgin olmadı. Yıllardır uğramadıkları bir semtte bombalı bir terörist saldırısı gerçekleşmişti. Karısının bu sıcak günde orada olacağı aklına hiç gelmemişti.

Müge Yemişci

Haziran 2012

*Ulysses

 

23-04-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210543
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.