AÇ PENCERENİ

KİMSİN SEN

 

Hangi erdem, hangi kibir sırtlamış götürdüğün, sırtındaki bu kambur? Hangi bilinçaltısın sen? Hangi günahın ürünüsün? Bu kavgacı asi çocuk sen misin? Bu dünya sana göre değil. Bu kavga senin değil.

                           

Kendini,  rüzgâra verip,  saatlerce orada kalabilirsin. Saçların uçuşup savrulurken, düşlerinin derin kuytularında uyuyan yorgun bedenin, bilincinle uyum içinde olmayabilir. Yaşamın, gerçekler ile düşler arasında bir yerlerde olduğunu düşünürken;  kendini, bir öykünün kahramanı gibi düşünebilirsin o an.  O an, duygularının ve düşüncelerinin akışına göre yaşam,  anlamlanabilir de anlamsızlaşabilir de…  Ya varlığını, kendi sesini dinleyerek sürdürür gider, var olursun, ya da; başkalarının sana biçtiği yaşam koşullarını seçer,  yok olursun. Seçimini yapmak için kendi öz benliğinle geçmişe bir yolculuğa çıkarsın.

Kimsin sen?  Kimliğinin üzerine inşa edilen bu kimlik kimin? Sen, sen misin?

 

Hangi çağda kaldığını düşünürsün oyunlarının. Oyuncaklarını nerede yitirdiğini… Bakir aşkların kirletilmiştir.  Homeros’a ve İlyada’ya ihanet edildiğini düşünürsün. Nereye dönsen;  nefreti kusar geçmişin.  Nereye baksan;  hummalı bir sancı sarıyordur bedeni. Demirci Kawa,  yarım bırakmıştır işini.  Spartaküs’leri şanlı kahramanlıkları yasaklıdır her dönem,  her devir,  her daim. Turna sürüsü küsmüştür dağlarına.

 

Küçük bir im, küçük bir ayrıntıyla yaşamın bir kıyısına ilişebilirsin. Onca yaşanmış güzel günlere açılan bir pencerenin önünde, kendinle baş başa oturuyor bulabilirsin kendini.

 

Neyin yansımasıdır bu iç yangınların?  Sorgularsın.  Bedeninin içindeki seni tanıyamazsın.  Hangi uygarlığın gölgesinde, kimin masallarını dinleyerek büyüdüğünü düşünürsün.  Umay’ın memeleri değildir emdiğin memeler. Ülgen çoktan terk etmiştir seni. Arabî çöllerinde, uykuya dalmıştır dervişlerin. Ötügen, kuraklık getirmiştir yurduna.  Gök Tengri,  sarpları geçememiştir, kalmıştır Altay’larda.  Dede Korkut, anılmaz olmuştur, Edibali,  unutulmuştur, Araplar istila etmiştir dilini. Ortadoğu’nun kirli kara bulutları gölgeliyordur ülkenin coğrafyasını. Amerikan patentli bombaların sesleri dayanmıştır sınırlarına.

Cennetin gizli anahtarları vaat edilmiştir halkına. Yeni yalanlarla, yeni saltanatlar kurulmuştur.  Tasviye edilmiştir akıl.  Bilim, küçümsenmiştir. Kadın,  lanetlenmiştir. Kerbela, 12 Eylül, 12 Mart, işkence,  cop,  hücre, Maraş, laik, alevi, Sünni, Kürt, Türk, Madımak, 28 Şubat…  Zulüm ve kıyım, arttıkça;  küçülmüştür insanlığın boyutu.

 El değiştirmiştir zenginlik. Fukara yine aynı fukaradır.  Mercedes’i başkaları sürüyordur şimdi.  Bizim el ele, gönül gönüle,  sömürüsüz, yalansız, çıkarsız, kardeşçe,  paylaştıkça çoğalmamızdan, çoğaldıkça paylaşmamızdan korkuyordur birileri.

 

Her şey öyle hızla değişiyor ki;  Seni kaygılandıran, her şeyin hızla değişmesi mi? Değişimin özden koparak, çürümeye dönüşmesi mi? İki saptama arasında anlamlara, anlamlar yükleyerek,  yaşamı, dünyayı, bilimi, aklı,  aşkı ve gerçeği tekrar tekrar tanımlamaya çalışırsın.  Oysa kitaplar başka yazıyordur tarihi, sen başka okuyorsundur gerçeği. Galileo’nun, Bruno’nun akıbeti ne oldu? İbn-i Sina, terk etmedi mi yurdunu? Hallac-ı Mansur, kime anlattı derdini? Deniz’ler, Yusuf’lar, Mahir’ler kimin sesiydi? Hasan’lar, Hüseyin’ler neye biat etti? Ömer’in diliyle konuşanlar, adaletini hep kendilerine dağıtıyorlar? Bu talan bitmeli, bu kirli savaş bitirilmeli, bu düzen yıkılmalı, Dünya yoruldu ve yıprandı. Senin ve çocuklarının da bir yarını olmalı artık. Topla, tankla değil,  eğitimle, sağlıkla, bilgiyle,  kısacası; adil gelir dağılımıyla sağlanmalı güvenlik.

 

Hangi aşkın doğurduğunu düşünürsün seni. Hangi tanrının bahşettiğini yaşamı sana.  İçindeki kin ve öfkenin nedenini anlamaya çalışırsın. Kavganın nedenini bulmaya çalışırsın.

Kendinle barışık değilsindir.  Neden sana düşman olduğunu düşünürsün ezberletilen her sözcüğün.

 

Tam bu sırada, bir yerlerde bir ibibik kuşu öter. Bir kertenkele, vırt diye geçiverir önünden. Bir söğüt ağacı, yerlere değercesine salınır rüzgâra karşı. Bir bulutçuk şekilden şekle girer. Bir ceviz ağacı dimdik ayaktadır, göğsünden aldığı yaralara karşın. Serviler mezar taşlarını gölgeliyordur. Ne çok mezar taşları dikiliyor şu sıralar, renkler hızla değişirken…  Gaz, Molotof, cop, panzer, Kürt, taş, dayak, gözaltı, özgürlük, bayrak, millet, ezan, vatan…

Yalnız ölümlüler ölmüyor, yaşarken ölenleri düşünürsün.

 

Sen, bir şeyleri, bir şeylerle bağdaştırmaya, bir şeyleri, bir şeylerle, tanımlamaya çalışırsın. Kurbağalar vıraklar, Güneş kızıl bulutlar arasında batarsa, Ay gece boyu çevresinde haleyle parlar, yıldızlar çakmak çakmak çakarsa; yarın hava güzel olacaktır. Ama içindeki sen, seni sorguluyordur durmadan. Durduramazsın onu.

 

“Hangi Tanrının ayak izisin sen? Hangi uygarlığın iz düşümüsün? Tanrılar cehennemi boyladı, şarlatanlar cennetten kovalı seni. Lahitlere sığmıyor ölüleriniz farkında mısınız? Sorarsın.  Kadavralarınızı tekmeliyor cinleriniz. Yok, edemediniz işte beni siz,  karanlığınızdan çoğaldım da yeniden geldim “diye düşlerken.

 

Kafan karma karışıktır. Dünle bu gün arasında gidip gelirsin. Sömürüye ve talana karşı her attığınız slogan, onların duvarından yankılanır geri döner sana. Tüm sosyal alanlarda, sosyal adalet isteyen, Sosyalistler, “Komünistler Moskova’ya…” sırça köşkleri silkeleyen, dürüst dindarlar,”Mollalar İran’a…”diye, bağırtılır.  Emeğin ve sömürünün bir vatanı yoktur oysa.  İnsan, her yerde, her zaman, her iklimde,  eğer; zalimin ve zulmedenin, karşısında dimdik, topyekûn ayakta duramıyor ve direnemiyorsa;  iliklerine kadar sömürülür.

İnsan gibi, barışık, birlikte, özgür, ortak değerlerde, adaletli ve hoşgörülü yaşamak için, kimse kimseyi kendi öznel kimliğinden ve kişiliğinden, düşüncesinden dolayı tartmadığı, ölçmediği ve yaşam şekline müdahale etmediği sürece, akşam yatağına karnı aç yatmayacaktır.

 

Yarınki havanın güzel olacağı değil; yağmuru düşünürsün. Yolların çamur içinde kalışını, sokaktaki insanların çamurlu yola ve belediyeye beddualar ederek, bata çıka yürüyüşlerini… Bazı evleri su basacağını, kuşların, kedilerin, köpeklerin ve seyyar satıcıların yağmurdan korunmak için, kendilerine sığınaklar arayacağını...  Evsizleri, barksızları, işsizleri, fakiri, fukarayı, garibanı düşünürsün…

Tanrılar, merhameti terk etmiştir binlerce yıl önce.  Dank diye vurur kafana. Birileri hep ezmiştir, birileri hep ezilmiş, sömürülmüştür tanrılar adına.  Nöbet kutsaldır’a, çok şükür karnımız doyuyor’a, vatan sağ olsun’a,  inşallah, maşallah’a,  emek kutsaldır’a odaklamıştır senin bilinçaltını,  duygu ve düşünceni sömürmüştür.

 

Yollardaki kaza oranlarının artacağını, haberlerde;  hep değişmez tablolar sergileneceğini… Nezle, grip salgınlarını… Yağmur değil;  kentlerin üzerine adeta çamur yağdığını. Aşı, ilaç, doktor, pazar…  Hastalıklar bile, birilerinin çıkar aracı olacaktır. Bu talanın ve sömürünün vicdanı, merhameti ve yüreği yoktur.

 Amerikan menşeinli, ömrü kısa süren yalancı Arap baharları geçer ana haber bültenlerinden… Özgürlük, devrim, medya,  oy, anket, yandaş, yalaka, hapis, tank, asker, kurşun, milis, işgal… Hala çocuklar ölüyordur oysa…  Çocuklar ölüyorken, birilerinin çıtası yükseliyordur durmadan. Bu, kirli, pis, kokuşmuş, vıcık- vıcık yapışkan kirlilik, aldırılmazken, mide bulandırıyordur…

 

 Bu çağrı, bu davet, böyle değildi insanoğluna. Doğa Ana’nın nimetlerini, eşitçe paylaşın, birlikte, beraber,  dostça barış içinde, kardeşçe yaşayın diyen dervişlerin ve bilgelerin şimdi zindanlarda çürüdüğünü fark edersin. Tanrılara sunaklarda kurban edilen senin alın terindir. Ve onlar şatafatlı gösterişli sırmalı köşklerde devr-i âlem içindedir. Hainlik,  puştluk,  kalleşlik, hep pusudadır ve hep senin payına düşmüştür. Cömertlik, erdemlilik,  güç, iktidar ve namus onların tekelindedir. Vurur seni gözünün yaşına bakmadan adalet, özgürlük, hak, eşitlik ve adil bir yaşam üzerine dair, tek bir laf ettiğinde haramiler.

 

Düşüncelerin duygularının duldasından çıkıp savrulurken, barajları, gölleri ve ovaları düşünüp, bu yağışlardan kendilerine pay çıkaran beceriksiz politikacılara küfredersin.

 

Sen, ne kadar kaçtığını sansan da, yaşamın penceresine bir kuş konacaktır. O kuşa duygular besleyeceksin. Ona uçmayı öğreteceksin sana bıyık altından gülenlere aldırmadan.  Şahinlerin, atmacaların ve doğanların cirit attığı gökyüzünde,  ne kadar özgür olabileceğinizi düşüneceksin.  Sonra; çoğalacaksınız.  Siz çoğaldıkça onlar azalacak. Sizi kendi düşüncelerine mahkûm edenler, ezberinizi bozmak için her kılığa gireceklerdir.

Analarınız sokak ortasında hunharca katledilirken,  onlar memur ve işçi zamlarının maliyeye ağır yükler getireceğinden dem vuracaklar ve mümkün olduğu kadar zam vermeyeceklerdir. Durmadan müfredat değiştireceklerdir. Kafa karıştıracaklardır. Bu bir taktiktir. Ne zaman bir şeyler yolunda gitmezse; başka bir şeyleri ne zaman devreye sokacaklarını onlar çok iyi bilir. Senin adına kararlar alacaklar, ruhsuz, sessiz, emre amade, kimliksiz, kişiliksiz, etkisiz, kendilerinden bir talepleri olmayan yığınlar yaratacaklardır. İnsan ömrü tüketen, asgari ücretli, fabrikalar, tüketici çılgınlığı pompalayan Avm’ ler açılacaktır. Ya Allah,  ya Bismillah…

 

Nesimi’nin sesi nerede kaldı, derisini yüzmediler mi diri diri? İbrahim’i, kim yaktı Harran ovasında? Hangi dağın yamacında sabahladı Saru Sal tuk? Kalender Çelebi’yi kim katletti? Yunus’u nerede yitirdik? Pir Sultan Abdal’ı asan neden neydi? Mevlana boşuna mı nefesini tüketti bu coğrafyada? Şeyh Bedrettin, ısrarla paylaşalım dediği için darağacını boylamadı mı? Doğru söyleyen, doğru çalan kopuzunun sesi, nereden yankılanır Karacaoğlan’ın? Türküleri kim kirletti, kim tüketti insanın insana olan aşkını. Bir hasır bir hırka, bölüşme ve paylaşma fukaraya, bölme, parçalama, ezip geçme ve talan, onların tanrılarına mı yaraşır?  

Kimin türküsü dilindeki bu ıslık? Kimin sesiyle konuşuyor senin Tanrın? Kimsin sen, dilindeki bu kakofoni ses kimin?

 

Rüzgâr, saçlarını dağıtırken, o bulutçuk, bir kuş olup uçup gidecek. Sen, değneğine yaslanıp, felçli bacağının yerini değiştirirken, felçli bacağını sürüklediğin ovalarda kuşlar el ele uçuşup, şarkılar ve türküler söyleyecek. Öykünün kahramanı, bu kuşlarla ovalarda, kırlarda, kanat çırpacak. Ardından sessizce yürüyenlere dönüp, sesin çatallaşıncaya kadar bağıracaksın.

 

Onlar diretecek. Azimden, güçlü olmaktan, erdemden, savaştan söz edecekler. Sen kahkahalarla kulakları çınlatana dek güleceksin. Sonra değneği takma bacağına var gücünle vurup bağıracaksın; “Bakın görüyor musunuz, acıyor mu bacağım? Hiç merhamet var mı bacağımda? Kesseniz, koparıp atsanız acı duyar mı? Diyetimi ödedim ben. Rahat bırakın beni! Çakallar!”

 

Parlak yaldızlı çerçevelerdeki, insanı, insana kul ettiren, sırlı yazılara gülüp geçmeyi öğrenmişsindir artık. Aldanmazsın kahramanlık türkülerine, senin sesinden ve dilinden söylenmedikçe.

 

Tek başına insan, hiçbir şeydir gibi laflar edecek. Kuş sütü eksik sofralarında kahramanlık türkülerini, marşları meze yapıp ego tatmininden öte gitmeyecek nutuklar atacak haramzadeler. Vatan, namus, toprak, bayrak, Amerika, Amerika, Amerika… Bir yanın gülümserken onların yüzlerine, bir yanın, nefretle dolacak.

“Ben böyle çaresiz değildim. Böylesine yenilmemiştim aşka. Kim çaldı paylaşımcı düşlerimi. Kim tüketti beni daha ilk merhabada. Tanrılarınınız lanetlemedi mi sizi daha hala? Karnım tok artık benim bu laflara” deyip yürüyüp gideceksin.

 

Kendini rüzgâra verip saatlerce kalabilirsin orada. Saçların uçuşup savrulurken düşüncelerinin derin kuytularında, uyuyan yorgun bedenin, bilincinle uyum gösterir. Kalkıp koşarsın da istesen, nefes nefese…

 

Yeter ki aç pencereni, o gücünü yitirme…

 

Fikret Kemal Tekin

 

Editör Notu: Yazar bu metni “öykü-deneme” nitelemesiyle yolladı bize. Bu metnin öykü olmadığı ortada. Ama “deneme” olarak güzel bulduğumuzdan yayımlıyoruz.  

09-12-2015
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210510
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.