Şairin hası Sabri Altınel'i unut(tur)mamak gönül borcumuz olmalı
Sabri Altınel, sıkı şiirseverlerin ,
ömrünü şiire yatırmış şairlerin bile çoğunun hiç tanımadığı, şiir
izlerçevresinden bence “Elit Edebiyat Tiranlığı”nca “taammüden” uzakta tutulmuş
bir şair. Çok önemli bir şair. Çok değerli bir şair.
İlk kitabı “İnsanın Değeri”ni 1955’te, ikinci kitabı “Kıraçlar”ı 1959’da
yayımlamış.1962’de, Lorca’dan çevirdiği, “Seçme Şiirler” adlı bir kitabı daha
varmış. Benim burada sözünü etmek istediğim “Zamanın Yüreği” (Adam Yayıncılık,
Ocak 1982) adlı kitabı ise, sanırım 1950’lerin sonlarından 1980’lere değin
süren uzun suskunluğundan sonra yayımladığı son(uncu) kitabı. Ben, burada bu
kitabından örneklemelerde bulunacağım.
Edebiyatımıza kalıcı katkılarda bulunan eleştirmenlerimizden Asım Bezirci’nin,
Sabri Altınel’in şiirine ilişkin yargısı şudur:
“…anlatımı etkili bir havayla donatır. Belki bu taşkın bir duyarlık değildir,
ama derindir. Alttan alta kanayan bir yaraya benzer: Ağrısı gitgide içine
oturur insanın. Buna iyice arınmış esnek bir dil, sesleri ustaca değerlendiren
bir orkestra tekniği ve ağıtlara özgü o iç sızlatıcı etki de katılınca şiirler
alımlı bir evrene çekiverir bizi. (…) Bu eşsiz hikâyeyle (Kıraçlar) Altınel,
şiirimizde bağımsız bir ada gibi durur.” (Kitabın arka kapağındaki tanıtım
yazılarından)
Bezirci’nin, “Altınel, şiirimizde bağımsız bir ada gibi durur.” sözleri üstünde
uzunboylu konaklamak gerekir. Önemli, yerliyerinde bir saptamadır bu… Altınel,
sâhiden de, “bağımsız bir ada”dır. Toplumsal sancılanmaların edebiyattaki
izdüşümlerini yakından izleyenlerin bildiği gibi, 1950’lerin Türkiye’sinde,
kültürel / düşünsel atmosfer, büyük ölçüde Batı kaynaklı felsefelerin,
özellikle Sartre’cı (yer yer Camus’çü) “Varoluşçuluk (Eksistansializm)” akımının
rüzgârlarının etkisi altındadır. Var-oluş’un “öz”den önce geldiğini ileri süren
bu akıma göre, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımları, “insanlık ailesi”ni
psiko-sosyal bakımlardan derinlerden sarsmış, umutsuzluk girdaplarının en
bunalımlısına sürüklemiştir. “İnsan”, tutunduğu dalların teker teker
kırıldığını görmekten, neredeyse onulmaz bir “yeis bataklığı”na düşmüştür.
Hitler ve Mussolini faşizmlerinden başka, Sovyetler Birliği’nde sözüm ona
toplumculuğun başkomiseri Stalin,“temerküz kampları”nda dünya halklarına
ölümlerden ölüm beğendirmektedirler. Artık, “demokrasi hayalleri”nin üstünü
kapkaranlık bulutların kuşattığı ve belki de aşırı derecede ülküselleştirilmiş
“demokrasi rüyâları”nı karabasanların işgal ettiği bir çağdır yürürlükte olan.
Bu manzaradan umut, bu manzaradan iyimserlik, bu manzaradan “gelecek güzel
günler”e hasret şarkıları çıkamazdı. Avrupa çapında bir insan kırılmışlığına
sarmalanmış umutsuzluk, kaçınılmaz olarak “bunalım”lara dölyataklığı ediyordu.
İnsan ve onun yüce ideallerinin tuşla yenildiği bir dünyada, insana
"sıkıntı"dan, “bunalmak”tan başka ne kalabilirdi. Olan olmuştu bir
kere, “bunala bunala yürümek”ten, “sıkıla sıkıla yaşamak”tan başka çare yoktu…
İşte, bu "çepeçevre yenilmişlik duygusu"nu körükleyen, körüklemekle
kalmayıp bu duyguyu, anlamsızlık ideolojisiyle çelişirmiş gibi görünse de,
“anlamsal çerçeve”sine oturtmaya savaşan bir dünya-görüşü, bir felsefe de
vardı: Varoluşçuluk! Kendi kültürel kaynaklarına eğilmeyi aklının kıyısından
geçirmeyen, Yalçın Küçük’ün çarpıcı saptamasıyla “tercüme odası’nda doğmuş
aydınlarımız” da bu felsefeye sarılmayı, kurtuluşu orada aramayı seçti. Şiiri
ve hikâyeyi başta olmak üzere, edebiyatın ve sanatın hemen bütün koridorlarını,
odalarını, bu felsefenin üçüncü, beşinci dereceden taklitleri doldurmaya
başladı. “Anlamsızlık”, “albatros’un kanatları”na dönüştü birden. Madem ki,
iletişimsizlik sinmişti hayatın bütün gözeneklerine; öyleyse, felsefe ve
estetik, bu iletişimsizliğin öncülüğüne ve sözcülüğüne soyunmalıydı.
Konumuzu, Sabri Altınel’le, bir şairle sınırlayacağımız için, şiir bağlamında
konuşalım biz: İkinci Yeni Akımı, belki çıkış gerekçelerinin tamamen tersine
evrilerek, “anlamsızlık duvarları”na abanmıştı. Bir dolu şair, içeriği tümden
boşlamanın ötesinde, yalnızca biçimci hünerlerle yazmayı şairliğin şanından
sayıyordu. Adıyla-sanıyla zikretmek gerekmez, bu şairlerin çoğu, “dünyanın
sonunun geldiği” yanılsamasının sınırlarını var-güçleriyle zorlayarak; “Şiir
geldi kelimeye dayandı” diyen Cemal Süreya çapında bir şairin ne demek
istediğini hiç mi hiç anlayamadan, uğraşılarını “harflere takla attırarak
ilginçlik gösterisi” sergilemeye kadar taşıdılar. Şiir ortamı, “hezeyanlar
galerisi”ne döndü. Şiirde, yaratırken hiç bir mantıksal tutarlılık kaygısı
taşımayan, uzun erimli estetik emeklere sırt çevirmiş bir anlayış, iktidarını
ilân etti. Siyasal düzlemde Amerikancı Bayar-Menderes Diktası’nın kitlelere ve
muhalif aydın kadrolara yönelik baskılarının ateşlediği genel bir “yılgı
havası”, bu anlayışı daha da tetikledi; çünkü: sınıfsallıktan boyluboyunca
istifa etmiş, devlet ve hükümet erkinin kıyıcı tasarruflarına boyun eğen, hem
politik, hem poetik olarak “bir şey demeyen”, demediği gibi demeye kalkanları
da haşlayıveren bir zihniyetti revaçta olan.
Sabri Altınel, böylesi “yenilgilerle / yılgılarla yaralı” bir dönemden, alnının
akıyla, yüreğinin şafağıyla çıkmasını bilen bir şair. İnsan ve insanlık
ülküleri alabildiğine çökertilirken, insan’a ve insanlık ülkülerine ilişkin her
kımıltı, her kıpırtı hunharca bastırılırken; O, “İnsan’ın Değeri” diyerek, hak
bildiği yolda inancını ve direncini dipdiri tutmuş, “şiirin nâmusu”na gölge
düşürtmemiştir. “Kötülük dayanışmaları”nın ayyuka çıktığı çağlarda, “Kıraç”ları
yeşertme çabasından bir kıdım caymamıştır. Benim sıklıkla işaret ettiğim
“toplumcu şair / toplumsalcı şair” ayrışmasında, safını ve sınıfını, şiirsel
nitelikten asla taviz vermeyen toplumsalcı şiir’den yana belirlemiştir.
Düz-toplumcuların çokluk, öğretmenliğe özenen, güncel'le sınırlı, duruk ve
tıknefes şiirlerine bilinçli biçimde bitişmemiş; Şiir’i Hayat’a ve Hayat’ı da
Şiir’e nakşetmesini ustalıkla, ulaşılamaz bir özgünlükle başarmıştır.
Sabri Altınel’in, Şiir Oligarşisi’nin politbürolarınca dışlanmasının,
yoksanmasının, görmezden / duymazdan gelinmesinin gerisinde, onun bu tepeden
tırnağa etik, tepeden tırnağa estetik bütünselliğinin işlediği günahlar(!)
vardır. Güç odaklarının her türlüsüne minnetsizliğin şerefi vardır. Her boydan,
her renkten tekkenin, takımın, dirsek temaslarının, al gülüm-ver gülüm
oyunlarının dışında "bağımsız bir ada gibi" durmasındaki devrimci
inadın "Sistem"den beslenenleri çıldırtan etkisi vardır.
1950’lerde henüz genceciktir, 20’li-30’lu yaşlarındadır (1925 doğumlu).
Delidolu çağlardır bu çağlar, insanın dinamizminin etkilerin her çeşidine açık
olduğu çağlardır. Öyleyken, Altınel, ne fildişi kulesine çekilerek egoizmini
semirtmiş, ne de gelgeç akımların iğvâsına kapılarak popülizmi seçmiştir. 60
yaşına, ölünceye değin sürdürmüştür bu kararlı tutumunu. Sonuncu yapıtı
“Zamanın Yüreği”ni okuyunca anlarsınız bunu.
“Ürkmüş bir at gibi deli
Denize geçen bir rüzgâr gibi
Bir salkım üzüm gibi güze kalmış
Kıraça düşen bir tohum gibi
Savurun oraya savurun beni”
(Çözülüyor Yaşamın Gizi, s.7)
“Dünyayı alıyor sevginin ağırlığı
Kapılarda bekleşen bebeler
Sürecek aydınlık topraktaki izi
Tuzun ve gücün şafağında yıkanmış
Geniş adımlarınız var artık güvenli sesiniz
Özlediğiniz bir yaşam var”
(Dünyayı Alıyor Sevginin Ağırlığı, s.9)
Bakın nasıl sorguluyor, karanlığın bekçilerini; yapmacıklığın, şiirbazlığın
tuzaklarına düşmeden hiç:
“Kim getirdi bu ıssızı bize
Kim verdi soğuk külünü günün
Kapkara bir nehir gibi akan acıyı
Yavaşlığını türkünün
Yüreğin demirini kim”
(Taştan Sesten Bir Denize, s.21)
Asım Bezirci, onun şiirinde “orkestra tekniği” bulurken, o denli haklı ki.
Sözgelimi, şu dizelerdeki ses, insanın aklını başından alacak kertede uğultulu:
“Ey unutulmuşluğun insanı
Sabah sisinde, Anadolu yazılarında, sevincin acıyı yendiği yerde;
Ayağın, üstünde bir diri toprağın, bir düşüncenin derinliğinde;
Tozların üstünde büyük umutlu izler insanın ayağı,
Çekingen, kararsız bir ırgat ayağı değil artık o,
Suya düşen bir çınar yaprağı değil,
Taşlaşmış bir iz değil;
Yaşamımızda, düşümüzde yürüyor insanın ayağı,
Gecenin içindeki sesi yürüyor, karanlıktaki ışıltıyı,
Çoğala çoğala kafamızda,
Anılarımızda çoğala çoğala.”
(Ey Unutulmuşluğun İnsanı, s.55)
Değerli şair, edebiyat tarihçisi Şükran Kurdakul, Sabri Altınel için,
“Yalnızlığı, içine kapanan bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını işlerken
bireysel ve toplumsal tepkileri özümlemede güç rastlanır bir düzeye
ulaştı." (Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazılarından) diyor.
Haktanırlığın çok hoş bir örneğidir bu. Keşke, çoğalsa Sabri Altınel’in şiiri
üstüne konuşmalar! Sabri Altınel’in şiirini okumalar, anlamalar, yorumlamalar,
sarmaşık arsızlığıyla artsa! Eminim, dünya daha katlanılır bir yer olur o
zaman.
Kitaba adını veren ve "Toprakta oturuyorduk güneşli bir günde keçiyolları
sarıyordu dağlara doğru" diye görkemli bir anlatımla başlayıp,
"Gitgide yayılır toprakta özgürlüğün kanı
Yavaşça arıtır tuzu ve iner ince bir sızı belleğe
Yaşanmış ve yaşanacak her şey adına ey
Bizim olan yarın adına"
dizelerinin insanı cezbeden cezbeye yollayan manyetik iklimiyle sona eren, beş
bölümlük "Zamanın Yüreği" (s.60-65) şiirini anmadan geçmek, nankörlük
olur.
Boyutça küçücük, ama salınımlarınca kocaman bir şiirinin tamamını yazarak,
noktalıyorum:
“Yüreği sıkan kırık su acının ağzı
Nereye gidilir söyle
Bırakılmadan soğuk anılara insan
Nereye gidilir söyle
Umudun ince eli ıssız bir sokakta
Nereye gidilir söyle”
(Umudun İnce Eli, s.69)
Şairin hası Sabri Altınel’i unut(tur)mamak, gönül borcumuz olmalı.
Bünyamin Durali