Ziya Osman Saba, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ndeki öykülerinde 1940'lı ve 50'li yılların İstanbulu'nda insanların bir karabasan gibi gelecek korkusuyla yaşadıklarını bize anlatıyordu: “Zilini bile çalmak hakkım olmayan bu yabancı ev gibi, benim için neler hazırlamakta olduğunu bilmediğim istikbali de karşısında...
2000'lerin başından itibaren “tarih romanı”nıyla birlikte tarih kitaplarına da özel bir ilginin bulunduğunu hemen herkes görüyor. Yayınevlerinin bütün öteki dizileri arasında bu dizilerden çıkan kitapları her zaman daha çok ilgi
Uzun bir geçmiştir şimdiki zaman. Toplumsal ve bireysel tarihiyle yaşamaya tutkun insan için böyledir. Zamanı kendimizin kılmak için, onu bireysel tarihimizin bir yerinde durdurur ve bütün o tarihi takvimlere, defterlere ve saatlere yükleriz. Tarihimizin aktığını düşündüğümüz mekânlar; takvimler,
“Zamanı” bir metin olarak kabul edersek Tevfik Fikret, ona bir “zeyl”di. Yazdığı şairinden ayrılmaz; ama bir an için ayırdığımızı düşünürsek bu zeyl doğrudan doğruya Fikret'in kendisidir. Süleyman Nazif'e 1899 yılında yazdığı o ünlü mektubunda ne diyordu: “Herkes namuslu
Şiir Sunağı'na şiirleriyle uzun zamandır konuk ettiğimiz şairlerimizden Fatih Akça'nın yeni şiir kitabı “Taşlar ve Avlular” (*) yayımlandı. 1984 doğumlu şairin bu ikinci kitabı. Kitap; coşkulu ve heyecanlı, insan olma mücadelesinin acısına alttan alta keskin bir zekânın ürünü
On dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başları... Yaklaşık 250 yıl boyunca, yeni kıtalar fethetmek, fethedilenleri sömürmek, var olanları sömürgeleştirmekle süren kapitalist gelişme, “emperyal arzu”ların yarattığı tarihsel gerilim, kaçınılmaz olarak büyük bir savaşa dönüşecektir. Bu savaş aynı zamanda yine
Kendi çıkarı için karakterini iki paralık eden, bireysel ikbali için bir soytarıya dönüşen insanın komedisini izlerken yüzümüzde hiçbir zaman bir kahkahanın ışıltısı görülmez. Gülümsememiz yarımdır, ifademiz karışımızda gördüğümüzü küçümser bir hal alır. Komedinin altında bir “insani trajedi”nin yaşandığını
Soyut “defter” üzerine düşünmek, “somut” kendi defterlerim üzerine yazmaktan daha mı kolaydı acaba? Hele bir deftere “kendi defterlerin” üzerine yazmak... Sonra da yazdıklarını defterlerinle “hurufat” dışında bir ilintisi olmayan bilgisayar ortamına aktarmak az zorlu bir iş
Hepimiz biliriz Akira Kurosawa'nın unutulmaz filmi Dersu Uzala'yı... Yalnız avcının yaşlandıkça doğa ile kurduğu dostluğun, ona duyduğu büyük tutkunun altında aslında nasıl bir var olma mücadelesinin yattığını gösteriyordu bize Kurosawa. Tek taraflı bir dostluk ve adanıştır
Her türlü sanat edimi zamana karşıdır da. Tanıklık etmesi için, tanıklık ettiği zaman dilimini dondurmak zorundadır; ama bu tanıklıkta kazanan zaman ve hayattır. Onun için sanatın “kalıcılığı” yoktur. Kalıcılığa kanıt gösterilen sanat eserlerinin, zamana karşı verdiği mücadeleyi kazandıkları
“Duygusal cehalet” kavramını daha önce de kullanmıştım. Özellikle günümüz Türk romanlarının kahramanlarının “özne” olarak; romanın atmosfer, zaman ve mekân boyutları içinde devinmesine sıra geldiğinde, ilişkiler ve olaylar karşısında gösterdikleri insani ve duygusal reflekslerin sığ kaldığına, dolayısıyla “duygusal cehalet”
Türkiye Cumhuriyeti tarihi aynı zamanda yeni bir sınıf yaratma projesinin tarihidir. Bu sınıfı yaratma yönünde ilk adım İzmir İktisat Kongresiyle atılır. İzmir İktisat Kongresi Lozan’ın bitmesi bile beklenmeden 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında
Gecenin sessizliğinde ben bu yazıyı yazmaya otururken dünyanın birçok yerinde -tabii benim ülkemde de; kadınlar, işçiler, köylüler, memurlar, sermaye sınıfı hariç bütün toplumsal katmanlar- insanlar ağır bir saldırı altında. Gecenin bu saatinde, küçücük odalarında bazı öykücüler, içinden geçtiğimiz
Şimdi ben de bir “ödül” hem de “prestijli bir ödül” öyküsü anlatmak için yazıyorum bu yazıyı.
Bildiğiniz gibi Duygu Asena 30 Temmuz 2006 tarihinde öldü; hemen dört gün sonra P.E.N Türkiye Merkezi'nin o günkü yönetim kurulu toplanıyordu. 03.08.2006
Artık “Ne demek edebiyatın görevi? Sen edebiyata görev mi yüklüyorsun, o bilir kendini, edebiyatın edebiyattan başka görevi yoktur” diyen kaldı mı bilmiyorum. Kaldıysa eğer bu savları dinletebileceği birilerini de bulmakta zorluk çekecektir. Çünkü savları dillendirdiği “asude bahar
Daha önceki iki yazımda basılı medya, internet medyası, internet teknolojisinin hızlı gelişimiyle ortaya çıkan yeni iletişim kanalları ve boyutlarına göz atmaya çalışmıştım. Bu olgular karşısında konumumuzu anlamaya yönelik yazılardı ve yazılmaya da devam edecek gibi gözüküyor. “Anlamak gideni
Fotoğrafta Yunus Nadi Ödülleri jürisinin toplantısı görülüyor. Jüri üyeleri: Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Behçet Necatigil, Azra Erhat, Haldun Taner. Fotoğraftaki jüri üyelerinin "okumadan" ödül verdiği gibi bir izlenim ediniyor musunuz? Yüzlerindeki bezginlik
"Uzun yol" hep tarihin, insanlık tarihinin nitelemesi olmuştur. Tarihsel insanın toplumsal belleğinin taşıyıcısı olmakla “yol”a yapılan bu vurgu aynı zamanda "yolda olmanın" da çağrışımını içerdiğinden, insanın tarihi yaparak ilerleyen bir canlı olduğuna işaret eder. Bellek de yol
“Basın”dan “medya”ya geçtiğimizden beri “medya” üzerine binlerce tartışma yapıldı. Artık çeşit çeşit kolları da var. Sanalı, sosyali, görseliyle acımasız bir bombardıman altındayız. Bu öyle bir bombardıman ki “medya” yalancılık işlevini yürütürken “belleksiz” insanlar olmamıza her zamankinden daha çok
Bazı dostlar yazdığım eleştirilerde metinden çok yazardan yola çıktığımı vurgulayıp yazarı eleştirdiğimi, edebi metnin kendi başına bir gerçekliği olduğunu, bunu biraz geri plana attığımı söyler. Bir yere kadar haklılar; ancak bir yere kadar. “Yapısalcı eleştirinin” buğularının tüttüğü bu türden
Kapana kapan
Sokal Kapanı diye adlandırılan olayı bilen bilir. Çok uzatmadan anımsatarak başlayayım: Bin dokuz yüz doksan sekiz yılında fizik profesörü Alan Sokal ve fizik kuramcısı Jean Bricmont birlikte “Son Moda Saçmalar/Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları”(*) adlı ortak bir
Heraklit’in ünlü sözüdür: “insanın karakteri kaderidir,”. Çoğu zamansa bir ülkenin kaderi o ülkenin insanlarının da kaderi olur. İnsanın karakteri değişmez belki ama ülkelerin kaderleri değiştirilebilir. Yusuf el Kaid’in Mısır Topraklarında Savaş (1) adlı romanının kahramanı, yoksul bir köylünün
Bu uzun yorumu yazı sonundaki kutucuklara yazmaktan çok, bütünlüğün korunması için böyle göndermeyi tercih ettim. Metin 2004 yılında yazdığım Estetik ve Politika adlı eleştiri yazımdan bir bölüm.
Markar Eseyan’ın Şimdinin Dar Odası’nı (2) okurken bir kum saatini sürekli çevirip duruyormuşum gibi duyumsadım kendimi. Kum saatleri ne güzeldir oysa. Zamanı nasıl gösterdiğinden çok, üstteki yuvasından, (ben ona “oda” diyeyim) hızla akan kum tanelerinin aşağıdaki
Zavallı küçük burjuva,
tarihte her zaman aynı nedenleri saptar; kendininkileri…(1)
Bertolt Brecht
Yukarıya alıntıladığım tümcenin üç noktasından sonra devam etmek gerekiyor. “Öğleden sonra kahve içer insan, tabii karısını kıskanır, kuşkusuz meslek edinmek ister,(…) yirmi yıl öncesine göre karısına daha sevimsiz
Bu yazıda yazacağım her şeyi herkes biliyor. Yazının sorunsalını; bilen bilmeyen televizyonlarda, gazetelerde, sanal medya ortamlarında, internet sitelerinde yazarak, konuşarak açıklamaya, anlatmaya çalışıyor. Anlatmaya çalışırken bir yandan da alttan alta anlamaya çalışan halleri, hallerimiz gözlerden kaçmıyor. Ben de
Açık – kapalı defter,
Bedenimiz nasıl geçmiş (tarih) ile geleceği bir arada barındıran bir mekânsa “defter”in de yazılmış sayfasıyla bir geçmiş, yazılmamış sayfasıyla da “belirsiz” bir geleceği içinde barından tıpkı bedenimiz gibi bir mekân olduğunu yazmıştım. Bu tanımla, bir
-TÜM DİLLERDE VE DÜNYADA “A” HARFİNİN DURUMU NEYMİŞ, İNCELİYORUZ.
-OĞUZ ATAY’IN KISA FİLMİNDE OYNAMIŞ EMEL DENİZ’LE İLK KEZ KONUŞTUK! YAZARIN KIZI ÖZGE ATAY’DAN ALDIĞIMIZ, YAYIMLANMAMIŞ
"İnsan ihtiyacını aramak için dünyayı dolaşır ve bulmak için eve döner."
George Moore /
Enver Topaloğlu'nun kısa bir zaman önce yayımlanan şiir kitabı Aşk Kayıtları. (Yitik Ülke Yayınları, Kasım 2013) Kitaba adını veren şiirinde:
fırtınanın dönmek için aradığı kuytu değil
aşkın
İnsanın kendi bireysel tarihinin ve geleceğinin toplandığı bir mekân var: O mekân “beden”idir. Bedenimizde geçmişimizi ve geleceğimizi birlikte taşırız. İçinde bulunduğumuz an bu iki uzamın birbiriyle kesiştiği andır. Bir yanımız, deneyimlerimizle varlığımızı dünya içinde anlamlı kılmaya çalışan bir
Önce bir düzeltme yapmak gerekiyor belki de. Burada “büyük siyaset” derken kastedilen ve anlatılmaya çalışılan olgu aslında “gündelik siyaset”. “Büyük siyaset" tarihsel materyalist ilerleyişle hızlı ya da büyük bir adım atmaya yönelik ilerici ve devrim amacına yönelik siyasetin
“Bugün” yaşananları açıklayabilmek için tarihe başvurmak her zaman geçerli bir yöntem olmakla birlikte, -basit gelebilir ama- tarih bugünü açıklamak için yaşanmamıştır. Biz öyle görmek istediğimiz için öyledir. Oysa tarihe, bugünün kavramlarından yola çıkarak, şimdiki anı ve
Sürekli “tarih”i ve “aydın”ı tartışıyoruz. Neden? Birçok “çelişki”nin birbirini kestiği bir dönemden geçiyoruz da onun için. Bir yandan “tarih”in modernliğin icadı olduğu saptanarak bir tarihsizlik içine itilmeye çalışılırken, “sosyalist devrimlerle” rayından çıkmış bir dünya tarihini yeniden
Oysa seçim Mustafa Kemal Erdemol'un da Notabene Yayınları'nda çıkan “Suriye Denklemi” adlı kitabında anlattığı ve tanıklık ettiği gibi dünyadan gözlemcilerin, gazetecilerin gözleri önünde gayet sağlıklı bir şekilde yapılmıştı. “Bir gazeteci
Abdullah Öcalan, Sünni-etnik mesajına ülke solundan gelen tepkiyi hafifletmek için Denizlere, Mahirlere selam göndermişti. "Kesme"diği görülmüş ki, Ertuğrul Kürkçü ülke solunun İslamla ilişkisine teorik zemin bulma işini üstlenmiş ve Türkiye