ŞİİR HÂLÂ YAKIŞIYOR DÜNYAMIZA

ŞİİR HÂLÂ YAKIŞIYOR DÜNYAMIZA

Evet; şiirin artık dünyamıza yakışmadığını düşünüyordum. Daha doğru ifadeyle şiirin sınırlarına geldiğini. Bunun için yeterli nedenler vardı; hâlâ da var. Böyle düşünmemin birinci nedeni şiirin tarihi ve kullanım değeriyle ilgili. Tarihi ile ilgili, çünkü şiir insan tekini alıp götüren, sarsan, egemenlerce korkulan, lanetlenen bu yüzden de kâğıtta değil ezberlenerek ötekine aktarılan bir anlatım aracı değil artık. Böyle olması gerekiyor mu? Tabii ki hayır, ama şiiri toplumsallaştıramadığımız açık. Yirminci yüzyıl başında modernist şiirin insanlar üzerindeki yıkıcı ve sarsıcı etkisini görebiliyor muyuz? Çok uzağa gitmeyelim: Tevfik Fikret'in, Nâzım Hikmet'in devrimci şiirleri... Böyle bir ölçüt kullanıldığında buna bağlı olarak “kullanım değerindeki itibarsızlaşma” geldi arkasından. Şairler bile şiirleriyle kendilerini anlatamazken, kabız bir duyarlılığın içinde geliştirilmeye çalışılan yeknesak bir söylemle şiir insanlarla ne kadar buluşturabilirdi. Buluşturamıyor artık. İkinci bir nedense şiirin “evrensel” duyarlılığının yıkılması. Yalnızlaşan şiir, insanın “gündelikliğinin” uzağına düşüyor. Tezgâhtar, kapıcı, işçi, hizmetçi uzağından kalıyor şiirin. Peter Maiwald’ın İşçi B’nin Hikâyeleri’nden bir şiir:

Hoşnutsuzluk

 

Bir akşam sanatçılar

Sömürüye ve baskıya karşı çıkan

Ürünlerini sundular. İşçi B.

Hoşnutsuzluğunu gizlemedi:

         Eserleriniz aklıma uygun

Sağ olun.

Ama duygularım da var benim

Onlara ne diyeceğim? (*)

Şairlerimiz acaba o insanların dünyalarına girersek, şiirin bir lalezâr içinde terennüm edilen seçkin söylemini yakalayamayız diye mi korkuyorlar? Basit insanların “basit şiiri” mi olur diye düşünüyorlar. Trajedisi olmayanın şiiri olmaz mı? Türkiye’de zaten uzunca bir süredir şiirin “ortalama okur”un üstünde, kendini şiir okuma konusunda geliştirmiş “gelişkin okura” yazılması gerektiği türünden bir sınıflama yapılmıştı. Böylece Ahmet Oktay’ın söylemesiyle “emekçi beden” şiirin dışına düşürüldü, tabii onun duyarlılığı da. Şiir yalnızlaştıkça, günümüz insanın dünyasında yaşanan ruhsal yitimin ve duyarsızlaşmanın da tanığı olamıyor, empati ayağı kırılıyor ve bu duyarsızlaşmanın içindeki insana kendini sorgulatacak vurucu gücünü de yitiriyor.

Tabii bunlar; doğrudan şiirin şiir olmasından kaynaklanan özelliklerinin bir sonucu değil, aksine doğrudan doğruya şairlerin yeteneksizliği, cehaleti, bir avuç seçkinci şairin belirlediği o dönem için geçerli olan şiir anlayışına uygun, dışlanmamak kaygısıyla şiir yazma hastalığıyla ilgili sorunlar. Oysa bugün için binlerce yıllık verili şiirin şiir olmasından kaynaklanan sorunlar da var. Şiir belki de anlatım biçimleri içinde en tutucu olanı. Yapısal zorlamaları varoluşana yapılan bir saldırı olarak almaya eğilimli. Ancak bin yıllık verili şiirin bugünün insanını ve dünyasını taşıması olası gözükmüyor. Günümüz insanının baskılı ve ezici yaşama koşullarında öz benliğini savunma konusunda geliştirdiği duyarlılıkları anlama konusunda yetersiz kalıyor. Verili arkaik lirizmiyle bunu başarabileceğini de söylemek olası değil. Bu lirizm biçemsel yapısını da zorladığı için hem biçemde hem de özde yapılacak deneysel ve yaratıcı deneyimlerin önünü kapatıyor. (İlginçtir şiirin edebi anlatım biçimleri içinde “deneyselliğe” en açık olanı olarak düşünülür.) Varlığıyla ilgili sorunları sürekli değişen bir insan tekiyle karşı karşıyayız. Her an herhangi bir şiddet çeşidiyle karşı karşıya kalabildiği gibi bu şiddetin bir parçası da olabiliyor. Zamanı “kendisine” ayıracak kadar çok değil. Bırakın duygularını tanımayı ve adlandırmayı, kendi dışındaki olayların “olgularını” bile çözümlemekten uzak. Şiir hem biçemsel hem de klasik yapısında bu insanı kavrayacak bir söylem ve biçem kurmak zorunda. Hep söylendi, bir kez daha benim söylemem de bir sakınca yok: Her dönemin en iyi şiiri o dönemin ruhunu yakalan şiirler oluyor ve bu şiir devrimci şairlerinin elinde, söylemini ve biçemini yıkma cesaretini gösterdiği zaman şiir olarak görevini yerine getiriyor. Bugünün iletişim ve teknolojik dünyası içinde yalnız, kalabalık, coşkulu, hüzünlü, arayan, aranan insanını kavrayacak şiirin yazılmasını beklemek için çok mu erken? Böyleyse eğer bu, şiirin evrensel ayağının gözlerimizin önünde yıkılmasını seyretmekten başka bir anlam taşımıyor.

İnsan bütün dönemlerinde şiire çok ihtiyaç duydu. Oysa hiçbir dönem bu kadar da insandan uzak düşmedi. İnsanlar kendilerini anlamaya ve tanımaya her zaman gereksinim duymuştu, bugün şiirin de geri çekilmesiyle bu ihtiyacı her zamankinden az duyuyor. “Neysek o!” dillere yapışmış, genel geçerin, yüzer gezer insan ruhunun, sığlaşan insan içini yakalamaktan uzak. Uzak kaldığı için de daha da sığlaşmasına izin veriyor. Kabul edelim. Devrim zamanları en büyük şiirlerin yazıldığı zamanlar oluyor; çünkü insanın içsel çalkantılarının da doruğa çıktığı zamanlar... Bugünse bu zamanlardan oldukça uzağız ve uzaklaşmaya devam ediyoruz. Şiir binlerce yıllık sabrını insan sabrıyla kıyaslamamalı. Onun zamanı az ve dünyanın devrimlere yeni şanslar tanıyacağını iddia etmek çok zor.

Bütün bunları düşündükçe günümüz şiirinden uzaklaşmaya, onu izlememeye, bir “klasik” övgüsüne varacağımdan da korkuyorum ve bunun alabildiğine bayağı bir “nostalji” övgüsüne varacağından. Belki de sırf bunun için günümüz şiirini izlemeyi sürdürüyorum.

Bazen de 20. yüzyıl başının ve ortalarının alabildiğine zarif ama bir o kadar incelikli, evrensel insan ruhunu iyi kavramış şiirlerle karşılaşıyorum. İşte Gim So-vol. 1902–1934 yılları arasında yaşamış bugünkü Kuzey Kore’de doğmuş bir şair. Bugün şiirleri Kore halkının dilinde, okullarında şarkı olarak okutuluyormuş. İnsanın en bitimsiz duygularını dökmüş şiirlerine; çünkü o da daha çocukluğunda Japon baskısını yaşamış. Babası Japon askerlerinin işkencelerine dayanamayıp aklını yitirmiş, sonra da Kore halkının geleceğini kuracağı, yarına umutla bakacağı dönemleri de yaşamış kısacık yaşamında. İşte bir şiir Gim So-vol’dan:

Yalnız Olduğum Gün

 

Mektubunu

Aldığım o gün

Hüzünlü bir söylenti dolaştı

 

Suya atmamı istediğin o anlamı

Her zaman rüyanda bir düşün demek

Olduğunu biliyorum

 

Karmakarışık yazılan sözler olsa da

Kore alfabesiyle

Gözyaşı diye yazıp gönderdin.

 

Suya atmamı istediğin o anlamı

Sıcak gözyaşımı damla damla akıtarak

İyi niyetle okumamı istedin. (**)

 

Ne ilginç değil mi? E-postalardan, cep telefonu mesajlarından ne kadar uzak, sıcak gözyaşını akıtarak, iyi niyetle okunması istenen mektup. Ne zamandır böyle mektuplar almadık ve yazmadık. Ama yine de bu şiirde insanda kalmış bir duyarlılığın üstündeki ölü toprağını silkip atacak güçlü bir yan var. Bugün de dünyanın her yerinde basit, en gerekli olanı anlatan kısa mesajlarla e-postalar yazılıyor. Onlardan bu şiir çıkar mı? Belki başka bir şiir çıkacak... Yine de böyle şiirler okudukça ve içimde bir şeyleri titrettikçe şiir hâlâ dünyamıza yakışıyor demekten de kendimi alamıyorum. Şiir; bu dönemde “yüzlerimizi”, anlamsız görüntü yığınları biçiminde “surete” çevirip siber-uzaya savurarak “silen” makinelerden kurtarıp bir “portre” kalıcılığına taşıyabilir, bu gücü var.

Dere

 

Niçin öyle

Yaptın?

Akan dereye oturup

 

Yeşil ot sapı

Filizlenerek

Su dalgası ilkbahar rüzgârında hafifçe sallandığında

 

Gidiyorum ancak

Tamamen gitmiyorum

Böyle vaatte bulunmuştun

 

Her gün dereye

Gelip oturarak

Sebepsizce bir şeyler düşünüyorum.

 

Gidiyorum ancak

Tamamen gitmiyorum dediğinde o söz

Seni unutmama isteği miydi? (***)

 

Umarım dünya şiiri unutmaz.

 

 

*Peter Maiwald, İşçi B’nin Hikâyeleri, s.77 Çev: Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın

** Gim So-vol, Açelya Çiçeği, s. 29, Türkçesi: Hatice Köroğlu, Agora Kitaplığı

*** a.g.e, s.30

 

Nihat Ateş


  • Fahri Kumbul

    Fahri Kumbul 09.05.2017

    Eskisi kadar olmadığı doğru ama şiir halen seviliyor, şair de ilgi çekiyor . İyi şiiri kotarmak, yazın türünün en zoru. Şiir sevilse de şair sevilmiyor, en azından kıskanılıyor. Şiirin eleştiriye çok müsait olması, deneyenin cesaretini kırıyor. Şiir teknik bir uğraş misali acemilik ve beğenilmeme takıntısıyla girişimcinin elini ayağına dolaştırıyor. Kafiyeci, hececi, manzumeci, açık-kapalı, yenici, ikinci yenici, devrimci, çağdaş şiir, evrensel şiir gibi kategorize ederek biri diğerini kolaylıkla yerebiliyor. Şiirin bir ana teması, bütünlüğü varsa, biraz estetikse, duygusu varsa ve şair de kendini tekrarlayıp durmuyorsa, şiirde sözcük zenginliği varsa, hele bir de kendine özgü bir dili varsa şiire de şaire de yol vermek gerek. Şiir beni şahsen çok heyecanlandırıyor, yaşamıma renk ve anlam katıyor; tıpkı müzik gibi, hatta daha özel bir duygu veriyor..

  • Nihat Ateş

    Nihat Ateş 08.05.2017

    Tabii katkı koyan öteki dostlara da ayrıca çok teşekkür ederim:)

  • Nihat Ateş

    Nihat Ateş 08.05.2017

    "Biliyorum matarada su/torbada ekmek değil şiir/ama matarasında suyu/torbasında ekmeği kalmamışları ayakta tutabilir" demiş Hasan Hüseyin. (Ezberimden yazdım) Sanatın bizi yerlerden kaldıracak gücü hiçbir zaman olmadı Sevgili Demirtürk, ama yerlerde süründüğümüzü, göklere çıktığımızı, savrulduğumuzu, toparlandığımızı, yıkıldığımızı, tekrar doğduğumuzu gösterdi, bu serüveni unuttuğumzda da anımsattı. Bugün de aynı işlevle yükümlü. Tartışmaya çalışılan, bunu şiir özelinde "Nasıl yapacağı"? Özü, biçemi, yöntemi, söyleyişi... Ben de geçen yüzyıl konusundaki görüşünüze katılıyorum, ama yeni yüzyılın da daha çok yeni olduğunu düşünüyorum. (Tabii Hawking babanın söylediğine göre bu da son yüzyılımız burada:)) Ne yapsak yeni gezegenimize mi şiirler yazsak.) Saygılarımla

  • Mete Demirtürk

    Mete Demirtürk 08.05.2017

    +++++ İnsan özüne dönmez, bu aymazlık aşılamazsa, sanırım bütün sanatlar anlamını yitirecek. Yepyeni bir kölelik çağı başlayacak demektir. Köle ruhlara da sanat ne yakışır! Ama bir tek özgür insan varsa, sanatta var olur. Güzel yazınız bana bunları düşündürdü. Saygılar...

  • Mete Demirtürk

    Mete Demirtürk 08.05.2017

    Bu çağa ait hiçbir şeyi anlamıyor, kavrayamıyorum. Büyük ihtimal sorun bende. Bir önceki yüzyıl, daha anlaşılır bir şeydi birçok açıdan. Umut ve isyan vardı yüreklerde. İnanç ve coşku vardı. Daha anlamlı kılıyordu heyecanlarımız dünyayı. Şimdi, acınası bir tüketim çağı. Taksitle mutluluk pazarlanıyor. Ve gezegenin en kanlı olaylarını, bir tv programı gibi seyrediyoruz. Daha dün, Vietnam trajedisi bütün bir dünyayı etkiliyordu. Yaratıcısı Amerikayı bile. On beş yıldır Orta -Doğu kan gölü. Milyonlarca insan ölüyor, küçücük bir itiraz var mı insanlığın ortak sesinde. Nerede demokrasisiyle, adaletiyle örnek almak istediğimiz Avrupa? Çıt yok. Terör yaratarak oradaki vicdanları da konuşamaz hâle getiriyorlar. Egemen güç kana doymuyor. Ve insanlık, tüketim çılgınlığının kıytırık mutluluğunda. Yerlerde sürünüyoruz. Şimdi sn. N. Ateş, sanatın bizi yerlerden kaldıracak gücü var mı? Yoksa bu hâlini onursuzluk kabul edip, ayağa kalkmak isteyen insanla mı var olur sanat denen şey. ++++

  • Ezel Parsa

    Ezel Parsa 08.05.2017

    Bir şiirin yalnızlığında insanlığın sesini duymakla şiir anlaşılabilir. Şiirselliğin yalnızlığı bireyciliktir. Şiirin tutarlılığı ve bağlayıcılığı bireyselleşmesi yoluyla olur. Öznellikten nesnelliğe dönüşmesini yani dil aracılığıyla tümelle ve toplumla ilişkisini kurabilen eser, toplumsal çatışmanın öznel ifadesidir. Bu yüzden sanat üzerinde düşünmek, evrenseli bulanık biçimde hissetmekle yetinmeyip yapıtın toplumsal içeriğini somut olarak soruşturmayı da içermelidir. Okur sadece seyredici olarak kalamaz, yapıtın içine nüfuz edip orada çalışan aktif düşünceye maruz kalmalıdır. Sanatçı ise Paul Valery'ye göre "sanatın tekniğine tam anlamıyla hakim olma, onun araçlarını kendi organ ve duyularımızın işlevi kadar güvenle ve kolaylıkla kullanabilme tasavvurunda, sonsuz bir kararlılığa, sonsuz bir mücadele, çalışma ve acıya" hazır olmalıdır. Gülten Akın'ın "Ah kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya" diye başlayan şiiri sanatçı için de okuyucu için de geçerlidir.

  • H.ÜNSAL

    H.ÜNSAL 08.05.2017

    Sevgili Nihat, teşekkürler. Müthiş bir manada anlatım ve harika şiirler... okuyunca bir yandan ruhum dinginleşti bir yandan da coşarak arşa çıktı. Ardından yorumları merakla beklemeye başladım. Bir de ne göreyim Cemal Öztürk adlı bir vatandaş yorum yapmış bize M. Balbay'dan "veciz" bir alıntıyla kılavuzluk öneriyor. "Bu ne pehriz ne lahana turşusu"Sayın Öztürk, turşuyu Balbay'dan almak yerine Gedelek köyünden alın. Hakiki turşu bu kövde yapılıyor.

  • Cemal Öztürk

    Cemal Öztürk 08.05.2017

    (Devam) Tabi ben bunu nefsin yani isteklerimiz ve devletin uyumlu bir yönetim biçimi diye anlıyorum. Bu da ister istemez yaşamı yeniden ontolojik bir okumayla mümdür. Kırk bohçalı bir kafayla ancak bu kadar okuyor.

  • CEMAL ÖZTÜRK

    CEMAL ÖZTÜRK 08.05.2017

    Abdestli kapitalizmin ajandası; insanları, algı yönetimi ve reklamlar üzerinden müşterisini t/avlamaya dayanır. Hakikat saygısından yoksun bir ontolojik okumalar çağındayız. İnsanoğlunun ilkgençlik çağı olan mitolojik dönemlerden daha geriden takip ediyoruz benliğimizi. Mansur Enel Hak dedi. Rimbaud " ben bir başkasıdır" dedi Freud " id, ego, süperego" dedi. Atatürk, "ne mutlu Türküm diyene" dedi. Musa Anter de " ben Kürdüm" dedi. Şimdi bu kadar kafa karışıklıği icinde büyük yığınlar sadece sipariş listesini verircesine dualar veya bedduaları ile her gün tapınaklara gidiyorlar Tanrının huzuruna çıkmaya. Ama kendi içinde abdestli kapitalizmin kavliyle insanlar hangi yüzle Tanrının huzuruna çıkıyorlar acaba? Amerikada neoconlar, İsrail' de siyonistler, BOP coğrafyasında vekaleten mücahitlerin dünyasına bir dönüp baksak acaba kıble neresi. Mustafa Balbay' ın sevdiğim ve mani gibi bir arayışı var: Yeni bir yön Yeni bir yol Yeni bir yönetim.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.