Deneme
ULUORTA ÖPÜŞMEK VE KENT ENSTİTÜLERİ
Bakmayın siz başkentin Kurtuluş metro istasyonunda, kendilerini ülkenin efendisi sananların devletin hoparlöründen halka “Ahlak dışı davranmayın!” diye homurdanmalarına. Onlar kente göçmeden önce de köylerinde sevgililer öpüşüyorlardı. Şimdi de öpüşüyorlar.
Ama gizli gizli.
Köyle kent arasındaki ayrımdır bu. Köyde gizli… Kentte ortada. O yüzden Neşet Ertaş’ın o güzelim Gönül Dağı’nda sevi gizli gizlidir. O yüzden büyük kente göçünce yobazlaşan köylü ‘profesör’ unvanını da alsa, “Bir tenhada can cananı bulunca / Sinemi yaralar dil gizli gizli” dizelerini bile müstehcen bulabiliyor. Çünkü gerçekten de köyde gizli gizli yaşanan sevi, türkünün göz yaşartıcı güzellikteki dizelerinde, işitenlerin gönüllerine silinmez biçimde işleniyor. Yani açığa vuruluyor. Yobaz ise yalnızca, gizli olanın öğrenilmişliğiyle ilgilenebiliyor, güzelliğin tadını çıkarabilecek gücü kendinde bulamıyor. (İçki yasağı da bu güçsüzlüğün bir başka boyutudur.) Bir evin perdesi açıksa, dışardan başını çevirip bakmanın bile ayıp olduğu durumların, gizlice kasete çekilip, internetle, basınla yayılmasına, kurbanlarına şantaj yapılarak bir ülkenin kuşatılmasına alet edilmesine ise sesini çıkarmıyor.
Yobazlık, toplumsal yaşamdaki gelişmeye uyum sağlayamayan, çeşitliliği sindiremeyen insanın yaşam karşısındaki güçsüzlüğünden beslenir.
Sevişenlerin sarmaş dolaş olmaları köyde gizli, kentte ortada diye, bu kesimden biri kötü, öbürü iyi midir?
Bütün sorun tanınıp tanınmamakta. Köylü bunun ayrımında değil. Kente göçünce de öğrenmesi kuşaklar alıyor. Kentli de mahallesinde, komşusunun, büyüğünün, küçüğünün gözü önünde almıyor sevgilisini kolunun altına. Göz önünde de olsa, tanınmadığı yerde yapıyor. Sonra bu mahallede duyulsa bile, hiç de sorun olmuyor. Köyde de çok büyük sorun olmuyor aslında. Çünkü büyükler biliyorlar ki, sevi de, gençlik de böyle yaşanıyor. Köyde çok çok kız, annesinden kaba etlerine bir iki süpürge sapı yiyor. Onlara ‘yavuklu’ deniyor. Orada asıl kaygı, kızın yavuklusuyla sonunda evlenmesidir. Bu da, anlaşılır bir kaygıdır.
Ama köylünün, köyünde, komşu köyünde, kasabasında, tanınmadan sevgilisinin elini omuzunda duyarak saklanıp gizlenmeden yürüyebileceği bir yer yoktur. Yalnızca tenhalar vardır, türküdeki gibi.
Bu köylü kente göçünce bir bakıyor ki, kızların bacakları ortada… Yazın mayolarla hepsi erkeklerle birlikte denize giriyorlar. Sevgililer tenha menha aramadan, tanınmayacakları yerlerde el ele, kol kola, yanak yanağa, buluşuyorlar, sevişiyorlar…
Daha kentli kızın giyimini görür görmez aklına cinsel ilişki gelen, o giyimi görünce başka bir şey düşünmeyen bizim köylü, “azıcık durayım, bakayım, anlayayım, koca bir kent ülkesi tümden namussuz olamaz” diye düşünüp anlama olanağı bulamadan 12 Eylül oldu ve büyük kentlerde çoğunluk onların oldu.
Kentte bir “tenha” görür görmez aklına cinsel eylem gelen zavallı ‘göçmüş köylü’, Şehir Hatları vapurlarını ele geçirince, vapurların alt salonlarını kapattı, parkları ele geçirince parklardaki tek duran bankları sevgililer birbirlerine yakınlaşmasın diye, elinden geldiğince ikili üçlü bitişik banklara dönüştürdü. Büyük park ve korularda ağaçların arasındaki bitki örtüsünü, çalıları, yüksek otları, alçak dalları –oralarda yaşayan hayvanların yurdunu yok ettiğini düşünmeden– yersiz sevgililer aralarına gizlenmesin diye söktü, kesti, çöp yapıp attı. Evde kızlarının başını kapattı. Kentte görüp anlayamadığı, anlayamadığı için de benimseyemediği şeyleri laik okuldaki eğitimden bildi. Zaten 12 Eylül’ü yapanlar hazırdılar. ‘Göçmüş köylü’ye İmam Okulu adındaki meslek okullarını sundular. Bir süre sonra, yöneticileri –hangi patiden olursa olsun– onlardan olmaya başladı. Yaşamı yaşamına benzemeyen kentlinin, dinini de kendi dinine benzetemedi. “Senin oğlun, kızın imam okuluna gelsin” tuzağını kurmuş olanlara, “benim oğlum, kızım imam olmayacak, doktor olacak, mühendis olacak, öğretmen olacak, hemşire olacak” diyecek gücü kendinde bulamadı. Şimdi oğlunun, kızının imam okullarında, cemaatlerde, tarikatlarda, kuran kurslarında dinini öğrendiğini, böylece namussuzluktan uzak kalacağını, kendisi köyden geldiğinde içine düştüğü yaşamı yaratmış kurumların ise namussuzluk ürettiğini sanıyor. Namusu da, sevenlerin metroda dudak dudağa gelememeleri diye biliyor. Devlet görevine geldiğine göre gerçek suçları engellemesi gerektiğini düşünmek yerine, her yere kamera yerleştirip sevgilileri gözetliyor. Hoporlörlerden “Ahlaksızlık yapmayın,” diye homurdanıyor.
Hasta… Zavallı… Ama o bir, üç, beş değil. O, kentlerde çoğunluk oldu. Koca devleti ele geçirdi. Bir ülkenin halkını yöneten oldu. Onu kentteki göç toprağı yetiştirdi.
Bu başka bir yaratıktır artık. Ne köylüye benzer, ne kentliye. Bu ‘kente göçmüş köylü’nün çoğunluk olduğunu anlamış olanıdır. Ona bilgisiz olduğunu, bilimi, uygarlığı, kültür çeşitliliğini, düşünce ve inanç çeşitliliğini benimsetmeden, Türkiye’nin geleceği karanlıktır. Bence “Köy Enstitüleri kapatıldı” diye yazıklanmakla yetinmek yerine, artık bir an önce ‘Kent Enstitüleri’ kurulmalı, ülkesini de satsa namuslu kalacağını sanan ‘göçmüş köylü’, kent ve yurttaşlık eğitiminden geçmelidir.
Din faşizmi, şeriat faşizmi geliyor sanılıyor. Bir açıdan bakınca doğrudur. Ama kaynak din değil, çeşitliliği bilmeyen ‘kente göçmüş köylü’ faşizmidir. Yalnızca AKP ile geliyor sanılıyor. Gerçekte, bütün partilerle geliyor. Emperyalizmin başı, bu dinci-işbirlikçi partiye bu faşizmin öncülüğünü yaptırıyor. Nedeni bulunamayan ama yıllardır söylenegelen ‘muhalefet yokluğu’ gerçeğinin kaynağı da budur: Bütün partilerin insan yapısında, derinde olduğu için hemen seçilemeyen büyük benzerlik.
*
Ben bu yazıda, en büyük öykücümüz saydığım Memduh Şevket Esendal’ın Bilgi Yayınevi’nden çıkmış Veysel Çavuş adlı kitabındaki “Komiser” öyküsünü anlatacaktım. Öykünün sonunda “Ulus gazetesi, 23 Ocak 1949” tarihi var ama çok daha önceki yılları anlatıyor olabileceğini de düşündürüyor.
Kar serpeleyen bir kış günü, izin günü de olsa, İstanbul / Sofular’daki evinden nokta yerlerini gezerek Şehremini / Odabaşı taraflarındaki karakoluna dek yürüye yürüye giden komiserimiz mangalda ısınırken, hafız olduğu yüzünden belli polis Cemal Efendi yirmi yaşlarında bir erkekle bir kızı tutup komiserin karşısına çıkarır. Nedeni, sokakta uluorta öpüşmüş olmalarıdır. Polis önemli bir iş yaptığını sanmakta, babacan komiserimiz olayı sorup öğrendikçe, polisini eğitmeye çalışmaktadır. Bunların karıkoca da olduklarını öğrenen komiser, erkeğe:
– Sen bu kızı öptükten sonra bağrına basıp yüzünü yüzüne sürerek “sen benim karım değil canımsın!” dedin mi?
– Demedim.
– Demeli idin. Değil mi memur efendi?
– Bilmem efendim.
– Bilmelisin. Allah verdiği gün değerini bilmezsin, değerini bildiğin gün de Allah vermez. Gün gelir ki yalvarsan bu seni öpmez. Öpecek olsa yalvarırsın ki öpmesin. Bucak bucak kaçarsın. Hele haram tadı tatmışsan… Ne yapmalı erenler, bunu yazan da böyle yazmış. Değil mi memur efendi?
– Evet efendim.
– Güzel ama memur efendi, sen konuşurken niçin gözlerini kapıyor, iki yanına da sallanıyorsun? Söyleyeceğin sözleri ezberden mi okuyorsun?
Öyküde bir iki konuşma sonra yine polise:
– E memur efendi, ne yapacağız şimdi bunları? diye sordu.
Hafız Cemal, komiserin bu sorgusunu bekliyormuş. Sevindi. Gene gözlerini kapayıp iki yana sallanarak:
– Efendim mevcuden sevk eder, ikametgâha raptederiz.
– E sonra?
– Sonra gider adliyeye…
– Kelepçe de vurur musunuz?
Polis sustu, komiser gene sordu.
– İkisini de mi?
– İkisini de.
– E, bu delikanlının ne suçu var? Issız bir yerde sarkıntılığa uğramış. (Gerçekte sarkıntılık yok öyküde. Komiser polisi hafiften makaraya alıyor. H.Y.)
– Efendim o da öptü.
– E ne yapsın, o kadar da öcünü almasın mı?
Polis:
– Bilmem efendim.
– Bilmezsin ama öğrenirsin. Bu adamlar kanlı mı, katil mi, hırsız mı? Bunlar kendi işlerinde güçlerinde aile adamları. Bunlar memleketin temeli. Biz gece gündüz bu sokakları bekliyoruz ki kimse bunları rahatsız etmesin! Ama karısı kocasını öpmüş. Yahut karısı değil de komşu kızı. Başını yarıp kolunu kırmamış ya! Sen iştihanı saklar, eğer bunları, günün birinde evlerine kavga ederek gider görürsen, çevir kerataları, tıkayım deliğe, arkalarından bir de zabıt: “Huzur-i umumiyi ihlal ettiler.” Görsünler günlerini!.. Okuyanlar da “Aferin!” desinler. Yoksa böyle genç karı koca, İstanbul’un ıssız bir bucağında, gece yarısında değil de Köprübaşı’nda, halkın da içinde öpüştüler diye mahkemeye yollanır mı? Ne bilirsin, başları darda kalmıştır. Polisin gözü her yere bakar ama, istediğini görür. Polis dediğin ağır olur, vekarlı olur! Ya!.. Bunlar namuslu ana baba çocukları. Biz bunlardan özür dilemeliyiz. Sonra da bunları kapıdan bırakır, arkalarından da bakmazsın. Anladın mı?
Komiser bunları söyledi, ayağa kalktı, delikanlıya:
– Haydi oğlum, dedi, bak memur efendi sizi kapıdan bırakacak, arkanızdan da bakmayacak! Anladın mı? Rahatınıza bakın. Geceler hayırlı olsun!”
*
Yaşama bugünden bakınca, Esendal bana bir düş-ülke sunar. Ben o düş-ülkenin bir ülke düşü ardında on beş yıl boyunca içinden geçilen ülke olduğunu anlar, yanarım.
Ama hayır… Geçmişe bakıp bakıp yazıklanmak yerine, bugün için bir şeyler yapmalıyız. Kentleri dolduran, devleti göçüren, satıp savan ‘göçmüş köylü’nün eğitileceği “Kent Enstitüleri” bu işlerin en önemlilerindendir. Üstelik devletten bir şey beklemeden, halkın öncülüğüyle…
Hürriyet Yaşar
Not: Bu yazı, 7 Temmuz 2013 tarihli Yurt gazatesinde yukarıdaki başlıkla, 9 Şubat 2014 tarihli Sol gazetesinde “Esendal’ın Komiseri” başlığıyla iki ayrı parça olarak yayımlanmıştır.
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Tolga Barlas 23.11.2017
Mine Hanım Yorumunuza Katılıyor