Deneme
Terapi Odası (5) – Kısa Roman Devam (2. Bölüm)

NOSTALGİA PRAECOX (Novella ) 2. BÖLÜM
Sonunda bir şeyi anımsadım. Bana gelen nostalgia preacox vakası için. Yıllar önce, vardır bir beş-altı yılı… İlk eşimden boşanmanın bunalımını henüz atlatamadığım zamanlar… Mesaiden az erken ayrılıp ivedi bir iş için bankaya koşmuştum. Bankanın kapısına vardığımda güvenlik görevlisi kapıyı kilitliyordu. İşim önemli, hastaneden ancak ayrılabildim, bana kapıyı açar mısınız, diye doktorluk forsumu bile kullanmaya tevessül ederek adamdan ricacı oldum. Karşılığında camın gerisinden sert bir “hayır” el işareti gördüm. İşim çok acele, yarın da gelmem mümkün değil, bütün gün sağlık kurulundayım… diye üsteledim. Adamsa “yok olmaz” diyen vücut dilini yılların tecrübesi rahat bir tarzda kullanmaya devam ediyor… Cam arkasından sesimi rahatlıkla duyabileceği halde, işitmeye veya ağzını oynatıp cevaplamaya tenezzül etmiyor. Zaten bu yalvarmam birkaç saniye daha sürebildi. Herif döndü sırtını, uzaklaştı. (Uykularımızda yanıbaşımızdakine sesimizi duyuramadığımız karabasanların oluşma düzeneği böylesi deneyimlere dayanıyor herhalde.) O uzaklaşırken, onun arkasında bir kadın bankacıyı geçerken gölgemsi gördüm. Ya yüz ifadem hayli acıklıydı ya da halim selim veya düzgün (o kadar da kendime pay çıkarayım artık) sıfatımı görmüştü ki, iş bu kadın durdu, güvenlikçiyle bir şeyler konuştu. Gençten adam da tekrar benden yana döndü isteksiz bir suratla, kapıyı açtı, beni içeri aldı.
İşte bu kadın O’ydu. O değildi elbet ya da çok küçük bir ihtimal. Kadına bayağı müteşekkir kalmama ve o haliyle onu bir peri gibi görmeme karşın şu anda yüzünü tam anımsayamıyorum. Bizim hastadan daha ince yapılıydı (bizimki şişmanlamış olabilir) ve sanki daha beyaz yüzlü, sarışıncanaydı. İddia edemem. Dediğim gibi yüzü pek benzemese de havası benziyordu.
“Size sorun çıkardığım için çok özür dilerim, fakat bizim işte mesai yok. Yirmi dört saat görev başındayız, o yüzden ısrar ettim” yollu biraz abartarak bir şeyler geveledim. O da nazikçe, “Bilgisayarları kapatmak üzereydim, bir dakika daha geç gelseydiniz, istesem de yardımcı olamayacaktım” şeklinde (mealen) bir cevap verdi. Neyse, beni oturttu, beş dakikada işimi halletti ve hatta çaycıya seslenerek bana bir çay söyledi. Ben “Hiç zahmet etmeyin. Zaten yeterince yardımcı oldunuz”, çaycı kadın ise “Çay çoktan bitti müdüranım” gibi bir şey söyledi… Çok geçmedi, kalktım, fazlasıyla teşekkür ettim, elini sıktım, o da ayağa kalkıp beni yarı yola kadar geçirdi. Bir de sordu nedense: “Polis misiniz?” “Hayır doktorum”. Telaştan, şaşkınlıktan, müteşekkirlikten kartvizitimi bile vermeyi akıl edemeden oradan ayrıldım.
Evet, o kadın da çok fazla tipim sayılmazdı ama bayağı bir duygu yoğurmama yol açmıştı hiç şakasız. Birkaç hafta içimden eni konu kurdum. Ne dostluklar hiç tanışmadan veya hatta hiç karşılaşmadan ve kurulmadan kuruyor. Ne sevgililer birbirine teğet geçerek ayrılıyor şu yaşamda. Ne büyük sevdalar birkaç dakikalık, üç dört adımlık, küçük bir duraksamalık talih sekmeleriyle içimizde kalıyor, gönül soluğumuzla genel-beşeri aşk buğusuna karışıp savruluyor. Başka bir karakter, başka bir mizaç yönetseydi beni, başka karakterlerle nasıl ilişkilere girerdim ki? Böyle şeyler… Gidip şuna evlenme teklif etsem ve sonra acaba nasıl bambaşka bir hayata yelken açardım… Belki zaten evliydi.. falan…
Bir iki hafta içinde böyle kurgulamalar söndü gitti elbette. Ama iki üç ay sonra pek de işimin düşmediği aynı banka şubesine bir kez daha gitmem gerekti. Bana gereksiz gelen, üstelik ikide bir meşgul eden kredi kartımı iptal ettirmek için. Aynı kızla yeniden karşılaşmaktan hem çekiniyor, hem de onu merak ediyordum. Kartımı iptal ettirmekse onun bu son jestine iyi bir teşekkür sayılmazdı herhalde. Bankaya girdim. Etrafa bakındım. Şef odasına, müdür odasına göz attım… Aşağı kattakilerde yoktu. Müşteri hizmetlerinden numara aldım, yukarı kata çıktım. Etrafta görünmüyordu. Sıram geldi, bir erkek memura derdimi anlattım. O da zorluk çıkarmadan işimi gördü.
Tam ayrılırken kızı sordum. “Burada” dedim “bir müdüranım vardı, geçen gelişimde çok yardımcı olmuştu…” O kadar.. Yani onu tekrar göreyim, nerede, falan gibi bir şey sormadım. Adam konuşkansa bir şey söylerdi artık. “Müdürümüz erkek” dedi. “Müdür yardımcımız vardı bayan.” “Evet, belki o” dedim, tarif ettim. “A, evet” dedi, “O müdürümüz doğu şubelerimizden birine gitti. Eşi polisti. Doğu hizmetleri çıktı.” “Teşekkürler” dedim ve ayrıldım. Yeni teğet aşk maceram bu şekilde kısa sürede bitmişti. Aslında huzurlu bir nihayete ermişti. Pek de üzüldüğüm söylenemezdi.
Ardından bir süre sonra ruh durumumu bayağı toparladım, kendime yeni bir sevgili buldum, üç dört ay sonra onunla evlendim. Mutlu mesut döneme geri döndüm.
Fakaat… O ilk yılllardan birinde, bir ev taşınması sırasında, paketleme için kullanılan gazete kağıtlarını yerden toplarken, olasıdır ki bardak sarmakta kullanılan bir parça üstündeki küçük küpür ve altındaki resim dikkatimi çekti. Bir kadın ve bir erkek, yan yana fotoğrafta. Adamın ve kadının çeneleri yok, yırtılmış… Üstte ise “polis şefi eşinin ölümüne dayanamadı intihar etti” gibi bir şey… yazılı… Ve kadın bizim bankacı kıza hayli benziyor. Bir yandan da benzemiyor… Aynı şimdiki gibi bir durum. İçim buruldu ve buruşturup kağıdı öteki yığının içine attım. Keşke saklasaymışım. Çünkü bu şey ara ara aklıma gelir, içimi sıkardı. Epeyce sonra neden şunu kurcalamıyorum diye niyet ettim, internette hayli araştırdım birkaç gün. Bu resme, olaya, bankacı kıza rastlayamadım. Bazı şeyler biraz benzese de bilgiler tutmuyordu ya da yetersizdi.
Edebiyatı severim fakat iyi okur olduğum söylenemez. Yılda üç dört roman, o kadar. Hiçbir şey yazmışlığım da yoktur. Lisedeyken şiir denemiştim bir süre, sonra kendim bile beğenmeyince vazgeçmiştim. Biraz içkili, biraz o dönemki bazı semptomlarıma takmış evhamlı, biraz eşimle olan aşkımı sorguladığım, biraz da içki dozu artınca keyfimin yerine geldiği bir akşam, o çakışma aklıma düştü yeniden. Ve, “Durun bakalım, buradan güzel bir aşk öyküsü veya polisiye hikaye çıkar mı, deneyeyim” dedim kendime. Saat üçe kadar yazdım. Bitirdim. Doğaçlama. Ertesi gün okudum, pek beğenmedim. Utandım ve kimseye de okutmadım. Eski evrak arşivimin içine sıkıştırdım.
İşte ilk görüşmeden beş altı gün sonra bankacı kız aklıma gelince o öyküyü de hatırladım. Dosyayı hemen aramadım. Sonra okurum, diye erteledim. Hem merak ediyordum neler yazmışım, hem yine beğenmeyeceğim için isteksizdim. Biraz da çekiniyordum, bu vakayla tuhaf bir paralellik çıkar mı diye hafiften korkuyordum. Polisiye aşk öyküsünü size daha sonra aktaracağım.
Şimdi nostalgia preacox vakamızın ikinci oturumundan devam edelim:
“Anne babanızla ilgili hiç mi bir şey hatırlamıyorsunuz? Hayal meyal?”
“Hayal meyal hatırlıyorum. Babam beni omuzlarının üstüne bindirmiş, onu alnından tutuyorum. O gözlerimi kapama, daha yukardan tut diyor. Ben inadına gözlerini kapıyor, gülüyorum. Etraf karanlık ama evlerden gelen ışıklarla önümüzü az çok görüyoruz. Sokaklarda yürüyoruz. Orada annem de var galiba yanımda, ama o net değil. Babam beni böyle sık sık gezmeye çıkarırmış akşamları. Üç – üç buçuk yaşında olmalıyım. Belki anlatılanlardan uyduruyorum. Bir keresinde sahile gitmişiz. Onu uydurduğumu sanmıyorum. Işıklar içinde bir gemi var kayalıklarda. Karaya vurmuş. Kalabalık toplanmış. Galiba bir kurtarma teknesi yanında. Deniz kapkaranlık ve derin görünüyor, denizden, oraya düşmekten korkuyorum. Kalın kaba bir dalga var kapkaranlık, geliyooor, gidiyoor. Oraya bakınca ürkütücü. Ama gemi ışıl ışıl, insanlar neşeli, bağıraşa çağırışa çalışıyor, oradan oraya koşuyorlar. Korkuma rağmen hayli eğleniyorum.
“Bu kadar mı?”
“Hepsi bu kadar. Bir de alt kattaki komşu teyzeye kurabiye yemeye gittiğimi hatırlıyorum. Annemlerin evi. Yine pisboğazlık.”
“Ya rüyalar? Rüyanızda hiç görüyor musunuz onları?”
“Tekrarlayan bir rüya var. Beş altı kez aynısı olmasa bile benzerini gördüm. Rüyaların da kendi hafızası var, değil mi doktorum. Aa, bu aynı rüya, bunu görmüştüm diye seziyorsunuz, ama görmeye devam. O rüyada anne babamı yaşarken görüyorum. Şimdiki zamanda. Ölmemişler, sadece şehir değiştirmişler, semt değiştirmişler, orada kimseden habersiz, herkes onlardan habersiz yaşıyorlar. Onların evine gidiyorum, konuşuyorum onlarla. Bana karşı kırgınlar. Fakat bunu söylemiyorlar. İçimde bir suçluluk duygusu.. bayağı eziliyorum o rüyalarda.. Onları aramıyorum sormuyorum diye. Bunca yıl onları arayıp bulmamışım diye. Hallerinde aman aman bir kötülük yok, ama çok yalnız ve mutsuzlar. Hani neredeyse ölü olduklarını biliyorlar. Aşırı derecede iç burkan bir rüya. Halbuki çocukluğumda odama kapanıp hayaller kurduğumda onları yaşıyor farzediyordum ve bundan mutluluk duyuyordum. Öldüklerini biliyordum, fakat o aldatmacayla eğlenebiliyordum.”
“Mezarlarına gidiyor musunuz?”
“Hayır. Halam ölmeden önce sadece iki kere gittim. Hoşlanmadım bundan. Halam öldükten sonra mezar bakım işi bana kaldı. Bekçiye para veriyorum, o adam işte olabildiğince bakımını yapıyor. Ben yılda bir kere ancak gidiyorum, bekçi işini yapıyor mu, diye. O da epey uzaktan bakıyorum ve dönüyorum.”
“Biraz Hollywood’vari öneri olacak ama, barışın onlarla. Gerçi küs değilsiniz, ama yüzleşin mezarlarıyla. Bu size iyi gelecektir. Birçok insana iyi geliyor. Belki size de gelecektir.”
“Gündüz düşlerini halletsem gece düşleri de düzelir. Zaten uykularım pek kötü değildir.”
“Peki başka çocukluk anıları?”
Onları saymaya devam ediyor. Notlar alıyor, yorum yapıyorum, tartışıyoruz.
Yaklaşık olarak aktarıyorum, aklımda kaldığınca: “O zamanın çocukluğu başkaydı. Sokağın başından liseli ablalarımızın, abilerimizin gelişini görürdük. Sanki liseden değil NASA’dan geliyorlardı. Öyle yabancı ülkelerin havasını getirirlerdi, öyle büyük, olgun ve aşmışlardı. Tabii ki değildiler, ama onları hayranlıkla izlerdim. Abilerimi mesela. Onlara hayrandım. Belki kendilerine o kadar hayran değildim ama konumlarına hayrandım. Ben de onlar gibi olacağım. Liseye gideceğim. Liseye gitmek demek üniversite gibi bir şey, üniversite ise çok üst.. bambaşka tatlı bir hayal. Sonra ilkokul bitti. Yürüyerek yarım saat almayan uzaklıkta bir yeri kazandım. Bir Anadolu Lisesi. Ona biraz bozuldum baştan, keşke daha uzak bir okul olsaydı diye. Sonra çok sevdim. Ders yılı başlayınca yeni kitaplar alırdık. Bir kısmı dışardan gelen kitaplar. O kitapların kokusunu içime çekerdim. Yabancı ülkelerin, İngilterenin Amerika’nın kokuları. Odamı Amerika’nın kokusuyla boyarlardı adeta. Hala evde o kitaplar ve ara sıra koklarım. Yerli kitaplar da güzel kokardı. O zaman bütün kitaplar, ansiklopediler, dergiler.. her şey güzel kokardı. Kendim aboneydim birkaç dergiye, abilerimin dergilerini de getirirdim odama. Böreğe pastaya yumulduğum iştahla karıştırırdım. Neler neler bulurdum içlerinde, ne alemler…”
“Şimdiki köpekler de harika, hepsi akıllı, iyi insanlar. Ama o zamanki köpekler tam insandı. Her birinin ayrı karakteri… Konuşur, dertleşirdim onlarla. O zamanın dizi filmleri. O zamanın televizyon aygıtları. Bildiğiniz siyah beyaz ekran ilk televizyonlar. Hepsi insandı ve konuşurlardı bizimle. Televizyon kapalıyken bile aygıt bizimle konuşurdu. Komiser Kolombolar, Uzay Yolu, Görevimiz Tehlike, pazarları sabahtan başlayan programlar, çizgi filmler. Gazeteler sonra… Gazete denen şey çok değerliydi. Yaşamımızın direğiydi, rengiydi. İçindeki resimli romanlar, haberler her şey… başınızı şişirmeyeyim. Ne zaman her şey istemediğimiz kadar bollaştı. Hiçbir şeyin değeri kalmadı. Ama bunları konuşmak da boş geliyor bana.”
“Hayır. Girdik bir kere. Üstelik sizin meseleniz bu. Hepsini tek tek ele alalım bence.”
“Ailemiz geniş aileydi bakmayın. Herkes bir başka semtte oturduğu için çok sık buluşmazdık. Yılda üç dört kez. Buluşmalar tam şölendi. Tam buluşma. Evin ışıklandırması bile değişirdi. O zamanın ışıkları bile değişikti. Tek başına bir renkli ampul bile dünyalar değerindeydi. Komşularla da ara sıra toplanırdık. O büyüklerin arasında çocuk olmak müthişti. Şimdiki çocuklar da yaşıyor mu aynı şeyleri? Yoksa o dönem kapandı mı? Çocuklarımıza acıyorum. Yoksa kendime mi acımalıyım? Nedir tüm bu saplantının nedeni?”
“Bazı şeyleri eksik yaşıyorlar, insanlar daha az insan, hayat daha mekanik ve görsel. Ama şimdikiler de bugünleri anarken benzer şekilde anacak. Neden? Çünkü beyin kayıtları boş. Her şey onlara ilk ve yeni. Bütün tatlar çok keskin ve onlara büyük heyecan veriyor. Bizim tat duygularımız fazla tatmaktan körelmiş. Bu sözüme dikkat edin. Oraya geleceğiz. Aynı tadı bu yüzden alamıyoruz. Neden? Çünkü geçmişte yaşadığımız hoş şeylerin sadece güzel yanlarını anımsıyoruz. O yaşadığımız anlar hissettiğimiz sıkıntılarını değil. Sinemaya giderkenki heyecanı örneğin, dönüşteki keyfi hatırlıyoruz, filmi hatırlıyoruz, gayet zevk veriyor, seyrederken arada gelen gaz sancısını değil. Onu hatırlamıyoruz. Neden ? Çünkü hayallerimizin efendisiyiz. O hayalin sonunda ne olacak biliyoruz, onunla istediğimiz gibi oynuyoruz. Oysa yaşanan anda yarım saat sonra başımıza gelecek şeyi bilmiyoruz, önlem almak, dikkatli olmak zorundayız, her bir şeye, herhangi bir şeye karşı! Ne kadar keyifli olsak da biraz da tedirginiz anı yaşarken. Neden? Çünkü çocuklar her şeyi en iyimser yanlarıyla görür. Çünkü kötülüklerin, berbat olasılıkların çoğunun farkında değildir? Bunu az buçuk fark ettiklerinde yetişkinlerden çok daha çaresiz dara düşerler, o da ayrı konu.
Çocuklar bir gezegene, bir ülkeye, bir tarih dilimine yeni gelmiş gibidir. Her an yabancı bir ülkede turist gibidir. Tatları keskindir dedik. Ama bir turist ilk gittiği ülkeden neyi, ne kadar anlarsa, o kadar yüzeysel bir keskinlik. Örneğin çocukken bayıldığınız, sizi kendinden geçiren kokakolayı düşünün. Şimdi aynı tadı vermiyor, diyorsunuz. Vermesin zaten, vermesi gelişmemişlik. Yaşlandıkça tadların keskin değil derin boyutunu algılıyoruz. Algıladıkça o derinliğin, tadın daha bir ayrımına varıyoruz. Bu daha anlamlı bir taddır. Aynı oranda mutluluk vermese de. Kola yerine daha derin bir tadı iyi bir şaraptan alabilir mi bir çocuk? Hatta size bayağı gelebilir. Şalgam suyundan. Şalgam suyundan aldığımız tad kolanınkini bastırmalı. Terapimizin esası bu olacak. Ara sıra kola da için, mahzuru yok. Ara sıra kötü kremalı, bol şekerli pasta da ağzınıza atın. Çocukken ne olsa yiyorduk, yeter ki tadı keskin olsun. Ama ne kadar az şekerli tatlıdan tad alabiliyorsanız, çocukluk nostaljinizi hem yaşayıp, hem o kadar yüceltebilirsiniz. Sadece beslenme için değil, hayattaki tüm keyiflerimiz için aynı şey esas olmalı.”
Kendi doğaçlama buluşlarıma hayran biçimde karşımdakine baktım, o da etkilenmiş görünüyordu. İşte terapi sanatı buydu. Biraz da puştluk var ama olsun. O da çerezi olsun.
“Sizde batılı ülkelere gitme beklentisi yüksekmiş anılarınızdan çıkardığım kadarıyla. İçinizde mi kaldı acaba böyle bir şey?”
“Hayır, o zaman pek çok çocukta vardı batı hayranlığı. Şimdikilerde daha çok var ya. Bendeki sanırım oraya gitmeyi sevmek değil, gitme ihtimalini sevmek. Zaten gittim iki sefer. Uzunca süreler kaldım. Şimdi iş gereği zaman zaman gidiyorum. Bana bu yeter. Orayla burası farklı değil. Bunu yirmi yaşında anlamıştım. Bunu anlamak da kötü biliyor musunuz. O zaman “ileri batı” hülyamız vardı. Oradaki meslekler, oradaki üniversiteler harikaydı. Gittim gördüm, harika falan değil. Her yerde aynı sorunlar. Bizdekine göre bazı şeyler iyi. Bazı şeyler kötü. İnsan çocukken birçok şeyi takdir toplamak için yapar. Takdir toplamak için kafasında kurar. Takdir beklediğiniz insanları takdir etmez bir duruma gelmişseniz, niye takdir peşinde koşasınız ki! Bunu bana açıklayın. Böyle diyorum ama, gittiğim zaman havam değişiyor. O ayrı. Belki evli olmasam temelli giderim. Batıya aşık değilim artık, mantık evliliği için. Bilmiyorum. Eski heyecanı vermiyor. Abimin Amerika’daki pozisyonu çok iyi. Gelin size iş bulurum diyor. Bulur da. Ama eşim yanaşmıyor buna. Haklı. Ben de zorlamıyorum.”
Anılar üstünde fazla durmuştuk, o yüzden kıskanç koca konusuna yine girememiştik.
“Vakit doldu da geçti” dedim. “Ama son bir soru: Eşinizle nasıl tanıştınız?”
“Eşimin kendi işiyle ilgili bir konuydu. Sonra görüşmeye başladık değişik vesilelerle. Ama öyle özel bir arkadaşlık, sevgili hayatı bilmem ne yaşamıyorduk. Ara sıra işte. Bir gün bizim bankaya geldi. Eskiden bankacıydım ben. Pat diye evlenme teklif etti.”
Afallamıştım.
“İlginç” dedim.
“Nesi ilginç ki? Türkiye’de bu tür evlenmeler çoktur. Bankacılığa ilginç diyorsanız, onun hiçbir ilginç tarafı yok.”
Devam edecek…
Yayına Hazırlayan: Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
editör 21.02.2019
Teşekkürler sayın Abukan, düzelttik. :)
Salih Selim Abukan 21.02.2019
Merakla devamını bekliyorum... Okuyucu olarak sorumluluğumu yerine getireyim. "“Bazı şeyleri eksik yaşıyorlar, insanlar daha az insan,..." diye başlayan paragrafta ikinci satırda "heyacan" yazılmış, "heyecan" olacak doğrusu sanırım.
fahri kumbul 19.02.2019
En dipteki “Devam edecek…” hoşuma gitti.
yusuf bodur 19.02.2019
Yazana ve yayına hazırlayana!!! çok teşekkür. Bence ikisi de işinin ehli.Yeni bir romanın doğumuna canlı tanıklık yapıyormuş gibiyim. Kaan hocam sayenizde sanırım bu dördüncü roman doğum tanıklığım. Harikasınız çok teşekkürler..Saygılar