Deneme
TERAPİ ODASI (7) – KISA ROMAN 4. BÖLÜM

NOSTALGİA PRAECOX 4. BÖLÜM
“Bana iki çocuğunuz olduğunu söylemiştiniz. Biri yedi, biri on bir yaşında. Bu konu önemli, şimdiye kadar neden üstünde durmadık! Onlar sizi çocukluğunuza götürmüyor mu? Veya sizdeki bu çocukluk özlemini yatıştırmıyor mu? İnsan gençlerle daha genç, çocuklarla daha çocuk olmaz mı?”
“Sizin çocuğunuz var mı?”
“Var bir adet.”
“Allah bağışlasın. Onunla çocuk olabiliyor musunuz? Veya o arkadaşlarıyla birlikteyken. Siz de varsınız, hep birlikte? Yoksa kendinizi yaşlanmış mı hissediyorsunuz o büyüdükçe?”
“Birincisi olmuyor değil. Zaman zaman. Ama ikincisi daha fazla.”
“Evet, bendeki sorunu çözseydi zaten şimdiye dek çözerdi. Sizinki gibi. Onları gördükçe, onların ışıltısını yaşadıkça içimdeki çocuk kıpraşmıyor değil. Ama onların sorumluluğu, bana bindirdikleri iş yükü daha baskın çıkıyor. Bakın şunu derseniz hak veririm: Başkalarının çocukları, çocuklarımın arkadaşları bende daha çok çocukluk neşesi yaratıyor. Çünkü onları bir an görüyorum, sonra uzaklaşıyorum. Bana bir şeyler hatırlatıyorlar, güzel duygular uyandırıyorlar, sonra bende sadece bunlar kalıyor. İyi duygular kalıyor. Endişeler değil. Çünkü onların sorumluluğu benim üstümde değil.”
“Tamam” dedim, “Haklısınız. O yoldan ilerleyemeyeceğiz. Biz baştaki yola dönelim. Yazdınız mı hatırladığınız başka anıları. O elinizdekiler mi?”
“Evet.”
Bana not aldığı üç sayfa kağıdı uzattı. Aldım, inceledim.
Rüyalarından başlamış. Epeyce uzun yazmış. Oysa “çok ilginç gelen ya da çok korkutan ve de tekrarlayan rüyalardan aklınıza gelen olursa onları da yazın” demiştim. Burada kaydedilenler daha çok kolektif bilinçaltı rüyaları. Çoğu insanın bilip yaşadığı şeyler. Derin deniz, büyük dalgalar… Bundan daha önce de bahsetmişti. Merdivenden aşağı üçer beşer atlayarak havada süzülerek inmeler. Ayakların yerden kesilmesi… yükselmeler, bir nevi uçmalar. Yüksek yerde, uçurumda ya da heyula bir binada kenara tutunma falan.. Evet, onlara hızlıca göz attım, bitti. Şimdi yine çocukluk nostaljisi anıları.
“Burada bir çocuğu fena dövdüğünüz yazıyor. Sizin sınıftan erkek bir çocuğu. Bu sizde hoş duygular uyandıran güzel bir anı mı?”
“Evet, aynen öyle. Ben çocukken çok yardımsever bir çocuktum. Herkese çok acırdım. Elinde avucumda ne varsa harçlıklarımı hep ona buna dağıtırdım. Çocukluk işte… Bakın, bunu unuttuğumdan mı utandığımdan mı bilmiyorum, yazmadım. Size bahsetmedim. En temel çocukluk hayalim güçlü ve zengin biri olmaktı. Hakim olmak mesela. Bazen doktor. Ama doktor az. Daha çok hakim. Kadın vali. Veya ne bileyim okumuş ve çok zengin biri. Böyle darda kalmış, zavallı durumda insanlara, fakirlere falan hep yardım ediyor işte. Herkes ondan bahsediyor. Bu ne kadar yardımsever, ne kadar güçlü bir kız diyorlar. Hastane kuruyorum . Aş evleri kuruyorum. Güzel lojmanlar yaptırıyorum. Her şey Amerika’daki gibi oluyor, Almanya’daki gibi oluyor. Neyse.. Bu çocuğa daha önce birkaç kere para vermiştim. Yoksul sanmıştım onu. Baktım dışarda sigara içiyor. Sinir olmuştum. O gün de bahçede bana geldi. Biraz para versene dedi. Yok bugün param dedim. Vardır sende vardır. Ver yoksa fena yaparım demez mi? Tehdit etti beni açıkça. Bir an korktum. Ses çıkarmadım. Yarın getireceksin, dedi. Arkasını döndü gidiyor. İçimde bir isyan koptu, nasıl bir isyan. Ben ki elimde avucumda ne varsa zaten verirdim. Bu bana hiç yapılır mıydı? Böyle bir pislik, iğrençlik, kıymet bilmezlik.. Nasıl olabilirdi? Tehdit ediyordu ha!... Gözüm döndü. Ben buna bir şey yapmazsam ömür boyu bunu hatırlar, pişman olurum… Benden iriydi ama öyle bir ağlamaklı olmuştum, öyle bir patlama içindeydim ki. Koştum arkasından. Bütün gücümle kafasına vurdum. Yere düştü. Üstüne atladım. Suratını cırmıkladım. Kalktım tekmeler attım. Öteki çocuklar yetişti. Erkek çocuklar. Bunun iğrençliklerinden bıkmışlar. Bana bir şey yaptı sanmışlar. Bir de onlar girişti bir güzel. Çocuk neden sonra zor kaçtı ellerinden.”
“Nesi hoş bunun? Çocuk hak etmiş de, size niye güzel geliyor?”
“Gücümü keşfettim. Her isteyene bir şey vermemek gerektiğini keşfettim. Bunu herkesin hak etmediğini keşfettim. Bu kadar salak verici olmanın alemi yok, onu keşfettim.”
“Sonra vericilikten vaz mı geçtiniz?”
“Yok canım, can çıkar huy çıkmaz. Ama kontrol bendeydi artık. Yardımseverlikle enayilik arasında bir çizgi çizmeyi başardım.”
“Böyle saldırganlıklarınız oldu mu daha başka?”
“Hayır. Yok, evet. Lisedeyken yan sınıftan bir çocuğu biraz pataklamıştım. Bir de o var.”
“Onu yazmamışsınız.”
“O biraz yarı şaka sayılırdı. Zaten ergenlik başlayınca çocuk masumiyeti kalmıyor. İnsanın ruhu yok yere cendereye giriyor, sıkıntılar falan.. Bilirsiniz. Cinsel kaygılar. Özgüven sorunları. Yazdım birkaçını. Birkaçını yazmadım. Hangisini yazdım oraya, gözden geçirmedim. Okulda basket antrenmanlarımız mesela. O spor salonunun kokusu, renkleri çok hoşuma gidiyordu. Orada olmak. Sportif bir iddiam pek yoktu. O takım ruhu hoşuma gidiyordu. Orada olmak. Salonun o ışıkları. Ne bileyim. Çok iyi duygularla hatırlarım. Sonra sinemadan çıkmışım. Aşklı maşklı bir film. Hangi filmdi karıştırıyor olabilirim. Önemli olanı bende yarattığı hava. Kızlar beş altı arkadaş. Neşemiz tavan yapmış. Parka girdik akşam vakti. Soğukça bir gün. Ağaçlar… Yağmur çiseliyor… Işıklar. İlerdeki günler çok güzel olacaktı.”
“Olmadı mı?”
“Oldu aslında. Birçok güzel şey oldu. Fakat boş hayallerin bir sınırı yok ki. Ucu açık mutluluklar. İçini doldurmadığınız şeyler.. beklentiler… Onlarla hiçbir şey yarışamaz ki.”
“Hah, bana da bir şeyler öğretiyorsunuz. Ve de sizi getirmek istediğim noktalardan biri de bu…”
“Peki, burada İstiklal Caddesi’nden söz etmişsiniz. Bir akşam vakti ve siz belediye otobüsündesiniz. Işıl ışıl cadde çok güzel duygular uyandırıyor sizde, çok güzel bir gelecek beklentisi. Özellikle oto galerilerindeki parlak, ihtişamlı arabalar. Onlara bakan şık hanımlar, beyler… Otomobil tutkunuz devam ediyor mu?”
“Yok. Hiç devam etmiyor. O otomobiller değil önemli olan. Onların o an bende uyandırdığı duygular ve onları hatırlamam. Onlar birer sembol. O anın işaretleri.”
“Ooo, bakın hızlı ilerleme gösteriyorsunuz.”
“Bir aralar station-vagonlar vardı. Onlara bayılırdım. Ailecek ona binmiş, kırda pikniğe çıkmış aileler. Öyle reklam resimleri. Bizim de öyle arabamız olsun isterdim, olmadı. Eniştem karayollarının pikabı ile birkaç kere pikniğe götürmüştü bizi. Güzeldi, ama o kadar. O pikapla ormanlık bir yoldan eve dönüşümüz. Ben halamın kucağında uyukluyorum. Ağaçlar tepemizden geçiyor. O da çok güzeldi. Oraya yazmamışım. Bakın şimdiki arabamız da hatch-back. Şimdi fark ettim. Demek etkisi devam ediyor. Orada sadece otomobil galerilerini yazmamışım. Giyim mağazalarını da yazdım sanırım. Giyime hiç de düşkün değildim halbuki gençken. Fakat son iki üç yıldır galiba ilkokuldaki hevesim geri geldi.”
“Bunlar üstünde biraz daha çalışalım. Araya başka bir şey sokayım yalnız. Bu kıskançlık nasıl bir şey eşinizdeki? Çok cimri mi demiştiniz? Nasıl bir cimrilik? Ne kadar?”
POLİSİYE AŞK ÖYKÜSÜ (2. ve son bölüm)
Bir gün müdürlüğün kapısında hava alıp sigara içiyorum. Bir tim operasyondan dönüyordu. Fıstık gibi iki kızı yakalamışlar, iki de dallamayı almışlar… İçeri sokuyorlardı. En arkadan sevdiğim arkadaşlardan biri geliyordu. Çok temiz saf bir çocuk. O da benim gibi seçkin gelecek vaat eden başkomiserlerden. Ama dedim ya, bazı konularda fazla saf. O temizlikle nasıl yükselecek bu alemde.
“Ooo işiniz iş, balık mevsimi açılmış, taze balıklar…” diyecek oldum, tabii sadece onun duyabileceği bir sesle. Şöyle bir baktı bozulmuş gibi, geçti.
Sigaram bitti, birkaç arkadaşla ayak üstü laflaştık, sonra yukarı çıktım. İş gereği az önce bahsettiğim arkadaşın biriminden birini görmem gerek. Onların koridoruna girdim. Sorgu odalarından birinin kapısının önünden geçerken tiz kadın çığlıkları gelmeye başladı. İrkildim. Az ötede de bizim genç başkomiser dikiliyordu. Rahatsızlığımı espriye vurmak istedin. “Diş çekimi başladı galiba.” Oğlan tersledi beni, “Dalga geçme ulan.”
Aradığım elemanın odasına girdim. Yoktu. Sorguda dediler. Döndüm, aynı yerden geçiyorum. Bizim çocuk oralarda dönenip duruyor. Çok sıkıntılı. Fakat konuşmaya da yanaşmıyor. Ben bu tabloyu bir yerden hatırlıyorum!
Sorgu odasının kapı koluna yüklendim. Kilitli. “Kim o?” dedi içerden biri. Ben ses etmedim. Uzaklaştım. Oğlanın yanına geldim. Durdum. Yan yana bir süre durduk. O bir şey demedi ben de demedim. Kuşkulu kuşkulu bakıyor.
Çay ocağına doğru yürüdüm. Çay alsam mı almasam mı tereddüt içindeyim. Aklımda uzun kuyruklu, mendebur, kapkara bir soru dolanıyor. Ben bu çığlıkları daha önce duymuştum. Aynısını duymuştum. Hiç anımsamak istemediğim o saatlerde. Hiç anımsamak istemediğim o çığlıklar. O yalvarmalar. Fakat o sesler benim sevgilimin sesine benzemiyordu ki! Evet, şimdi fark ediyorum. Benzemiyordu. Benimkinin sesi az yükseldiğinde çatallaşır… Sazlıklardan havalanan…
Çay almaya karar vermiş, ilk adımımı atmışken arkamdan biri geçti. Göz ucuyla baktım. Müdürlerden biri. İçimdeki şey dürtmeye devam ediyor. Ben de peşinden gittim, sorgu odasına doğru gidiyor. Kapıyı açmaya çalıştı, kilitli tabii. Kendini tanıttı. Kapı açıldı girdi, kapanmadan ben de sızıverdim odaya.
Kötü bir manzarayla karşılaşmak için kendimi hazırlamıştım bir yandan. Fakat ne göreyim. Gelen müdürü gören iki erkek polis ayağa kalkmışlar. Kızlar ise koltuklara kurulmuş, biri bacak bacak üstünde kahvesini içiyor, öbürü cep telefonunu karıştırıyor. Beni öyle görünce biraz şaşkın ve sırıtık bir ifade. Ses kayıt cihazı açık, oradan cızırtılar, birtakım garip sesler geliyor, alçak perdeden.
“Sen niye girdin lan buraya?” dedi müdür
“Komiserimle özel bir şey konuşacaktım.”
“Komiserine başlatma şimdi. Ne konuşacaksan sonra konuş. En hassas sorgunun ortasındayız, özel bir şeyin sırası mı şimdi! Çık dışarı.”
Çok bozulmuştum. İki şeye birden. Ne hassas sorguymuş yahu, diye homurdanarak çıktım. Arkamdan kapıyı kilitlediler. Allak bullak olmuştum.
Hemen benim kızı aradım. “Akşam buluşalım. Buralarda mısın?” “Burdayım” dedi. “Ne oldu, sesin bozuk.” “Akşam anlatırım” dedim.
Akşamı iple çektim. Oraya gidene kadar öfkem bitmedi ama biraz dindi. Öfke bitti bir nebze azaldı azalmasına, fakat göğsümden müthiş bir ağlama isteği yükseliyor. Fenayım.
“Anlat her şeyi” dedim. “Ben bildiklerimi söylemeden sen anlat her şeyi. Her şeyi anlat ki şimdi bilmediklerimi de bir iki gün içinde nasılsa öğrenirim.”
O da ikili çalışanlardanmış. Polise çalışıyormuş. Bana yaptığı şey bir oyun değilmiş. Sözde değilmiş. Ama bu tür oyunlar oynanıyormuş. Daha önce başka iki kişiye yapmışlar.. aynısını değil benzerlerini.. duruma.. kişiye göre… Bana karşı utanıyormuş. Beni seviyormuş. Sevdiği için daha çok utanıyormuş.. Ve bilmediğim belki de hiç bilmeyeceğim başka bir itiraf daha: İşte beni asıl o yaraladı. O çetenin ikinci adamının metresiymiş. Ama altı aydır son vermişler. “Samimi söylüyorum, o başka birini bulmuş olmasa son veremeyecektim belki” dedi. “Senin de devreye girmenle işim kolaylaştı… bu utanç yüzünden, senden utandığım için seninle birlikte olamadım şimdiye kadar.”
Bunları da duymak varmış demek ki kaderde.
“Beni kurtar” dedi. “Bu ağdan ömrümün sonuna kadar kurtulmak istiyorum.”
Karşımda yine o günkü kızın yüzü… Kapana sıkışmış tilki yavrusu bakışları… Ördek çığlıkları… Hayır, hiç komik değildi. Yüreğim bir o yandan bir öte yandan paralanmıştı.
Saatlerce konuştuk. Gittim geldim gittim geldim. Onu öldürecek gibi olmakla bağrıma basmak arasında. Sonunda öyle bir noktadaydım ki… Ondan suç çantasını aldığım saniyedeki anlık yoğun duyguyu dakikalardır yaşıyordum.
“Bir şartla o zaman” dedim. “Benimle evlenir, bu şehirden gider ve benim her istediğimi yerine getirirsen.”
“Söz” dedi.
Ertesi gün müdürün kapısına yine dayandım. “Müdürüm yine özel konuşacağım” dedim. Kapı yine kapandı.
“Meslekten ayrılıyorum” dedim. “Evleniyorum” dedim. “Bu şehri terk ediyorum” dedim. “Lütfen bana ve eşime bir iş bulun” dedim.
Bu kez gerçekten şaşırmış bir yüzle baktı ve nedenini sordu.
“Nedenini söyleyemeyeceğim, ama çok kararlıyım” dedim.
“Seni” dedi “çok parlak bir mesleki gelecek bekliyor. Fevri kararlar alma. Yine eski deli günlerine dönme. Dört beş yıla kalmaz benim koltuğumda sen oturursun. Bu imkanı tepme. Bir hafta düşün. Bir hafta sonra kararın değişmezse bir şey düşünürüz.”
“Bu olmazsa intihar ederim” dedim. O an ağzımdan bu çıktı. İntiharı cidden düşündüğümü kendim de o an fark ettim.
Yüzüme baktı ve o keskinliği gördü.
“Peki olur” dedi…
Sözünde durdu. Bana Ankara’da bir bakanlıkta tam kafama göre bir iş bulundu. Sevgilime de bankada bir iş. Evlendik. İki çocuğumuz var. Mutluyuz.
Müdürüm aile babamız gibi. Bizi hep korur kollar. Ben de ara sıra bakanlıkla ilgili işlerini yaparım, tabii yasalar çerçevesinde. Yine de içten içe bir hınç ona karşı. Bitmedi. Ama çark böyleydi. O olmasa başka biri çıkacaktı karşıma, belki daha kötüsü.
Eşimin o dönemlerde rol yapmadığını, beni gerçekten çok sevdiğini yıllar içinde giderek daha çok anlıyorum. Ben de onu ne kadar çok sevdiğimi seneler geçtikçe kavrıyorum. O olmasa ne yaparım bilmiyorum, bilmek istemiyorum.
Tek sorun içinde kalmış sosyopatlığı. İkide bir, şu bankayı bir iyice boşaltsam, kaçsak gitsek doğruca başka bir ülkeye, diyor; güya şakalar yapıyor. Şaka yapıyor ama içine harcama isteği geldiği zamanlar yapıyor hep bunu. Yine eli çok açık. İyi kazandığımız halde para hiç yetmiyor. Nerelere ne harcıyor, kendine de fazla harcamıyor, kimlere verip duruyor? İpin ucunu kaçırdım.
Bankadaki samimi bir arkadaşıyla anlaştık. Ona dedim ki, benim raporum var, akıldan zorum var, kuşku hastalığım var. Sen şu kadına hep göz kulak ol. Biliyorum kuşku hastalığımdan ama, kırma beni, ara sıra hesapları bir kontrol et, biliyorum yapmaz, biliyorum istesede de yapamaz ama, ara sıra beni rahatlatmak için bir denetle. Benim için yapmazsan can arkadaşın için yap!
Bana da böyle hastalıklar dadandı gitti işte… O olmazsa ne yaparım bilemiyorum öte yandan…
(Polisiye aşk öyküsü bu kadar… Kısa roman devam edecek…)
Yayına Hazırlayan: Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Kaan Arslanoğlu 15.03.2019
Teşekkürler değerli Serhat Cansız. Hayır, bilerek değil, yanlışlıkla yazılmış. Düzelttim. Sevgiler.
Serhat Cansız 15.03.2019
Hocam "hack-back" acaba "hatch-back" mi olacak, kasıtlı mı öyle yazılmış. Elinize sağlık, heyecanla okuyorum.