Deneme
Dil Efendim... Dil... (2)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“Demek ki Atatürk’ü o ölür ölmez aşırı Atatürkçülükle vurmuşlar! Anladığımız bu. Atatürk’ün son yedi-sekiz yıllık yoğun kültürel çalışmalarını bir anda rafa kaldırmak, yasaklamak… Yenir yutulur şey değil. Aynı şeyi dinciler yapsa büyük dirençle karşılaşırdı. Bu kadar çabuk buna cesaret edemezlerdi. Atatürk’ten sonra diyelim ki bugünkü AKP başa geldi. Böylesine hızlı ve pervasız hareket edemezdi. Ama Atatürk’ü silen onun arkadaşları, adamları olunca… Hele bunlar yatıp kalkıp Atatürk’ün ululuğundan bahsediyorlarsa iş kolay. Kemalizm dualarıyla üfleye üfleye hiç sezdirmeden süreci tam tersine çevirebilirsin. O noktada Hasan Ali Yücel figürü çok can alıcı. Onu aşırı dinciler hariç herkes sever Türkiye’de. Köy Enstitülerinin kurucusu, çağdaşlaşmanın mimarı, eğitim ve sanat hamlelerinin öncüsü, Türk rönesansının yaratıcısı… Aşırı solcusu da sever, liberali de, sosyal demokratı da, zaten Atatürkçü kesimin her türlüsünün baş tacı. Bir de oğlu var Can Yücel. Onun için de aynı şey söz konusu. Şeytan tüyü var bunlarda. Ama gerçekten şeytanın tüyü. Ne dersiniz?”
“Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunu Atatürk demiş ve o yolda davranmış. Ötekiler ne demiş: Milli kültürümüzü muasır medeniyete benzetmeye çalışacağız. Hedefiniz buysa niyetiniz başta neyse ne, Batının ajanı konumuna düşersiniz. Öyle olmuştur.
Atatürk okumuş, görmüş: Türk, Ön-Türk tarihi çok derin. Çok eski. Sümerlere kadar ucu yakalanabiliyor, belgesi bulunabiliyor. Hatta Mayalara kadar. Bunları o zamanın yabancı bilim insanlarından okumuş. Öyle ki onlar bugüne göre çok daha sınırlı bilgilerle yazmışlar bunları. O kaynaklar yine var, yenileri üstüne yığılmış. Türk tarihi çok geniş bir coğrafyaya köklü yayılmış. Tibet’ten, Hindistan’dan, Çin içlerinden İskandinavya, Britanya, Kuzey Afrika’ya kadar uzanıyor. Kurulan onca uygarlık, onca devlet. Türkçe’nin başka uygarlıkların yazılı belgelerindeki binlerce yıl öncesinden izleri. Ön Türkçe konuşanların Anadolu ve Avrupa’ya 1071’den binlerce yıl önce geldikleri aşikar. Türkçe konuşan ama Türk diye bilinmeyen sayısız alim, ozan, devlet adamına rastladım.
Tüm bunları bir çırpıda sil, yok et! Tarihi, dili, bilimi bir ulusun altından çek al! Geriye ne kalır? Sadece savaşmayı ve yağmayı bilen bir barbar kavim. Sonra Avrupalıya, Amerikalıya hayran kesilivermeleri çok tabii. Akıl hocan onlar olur. Hasan Ali Yücel ne yapmış? İlgi odağını Türk olan ne varsa ondan uzaklaştırmaya çalışmış. Başarmış. Türklüğün köklerini kesmiş. Çağdaşlık, hümanizm, evrensel değerler kisvesi altında Roma’ya, Eski Yunan’a budala kesilen bir yeni nesil aydın kuşatması yaratılmış. Ülke entelijansiyasına demokratik bir tarzda iki seçenek sunulmuş: Yunan ve Latin Helenliğini mi seçeceksiniz, Anadolu Helenliğini mi? Onca uzman on yıllarca Yunan mitolojisi yazmışlar, Latince ezberlemişler. İçinde her şeyi görmüşler, kahve falı bakar gibi envai çeşit anlamlar çıkarmışlar. Fakat kütüphaneler dolusu bu külliyatta kör gözün parmağıma bas bas bağıran bir tek Türkçe’yi görememişler. Latince; Yunanca içindeki Türkçeyi görmemişler.
Size bir kaynaktan alıntı sunuyorum, buyurun:
Hümanist söylemin Türkiye’deki başlıca yayın organlarından biri olan Yücel dergisi, 1930’lu yılların ortalarından itibaren hümanist söylemin gündeme gelmesini sağlarken hümanizme bakışlarını da bir tür ‘‘Neo-Hümanizm’’ adı altında oluşturacaktır. ‘‘Neo-Hümanizm’’ de dergide; ‘‘alışılmış anlamlardan birisinin benzerliğiyle aydınlatmak gerekirse, denilebilir ki ulusal Türk devriminden doğan yeni çekim başlı başına ve evrensel bir (Neo-Hümanizm)” şeklinde tanımlanmıştır. Yücelcilerin, neo-hümanist anlayışla yapmak istedikleri, özünde yeni Türkiye’ye milli bir karakter oluşturmaktır. (…) .
Bu doğrultuda Batı klasiklerinin tespiti ve Türk diline kazandırılması, milli eğitim sisteminde okutulması ve böylece hür ve sistematik bir düşünce tarzının oluşturulmaya başlanmasını hedef alacak olan Yücelciler, Türk hümanizmasının Batıya özgü hümanist hareketle aynı şey olmayacağını da ileri süreceklerdir. Onların hümanizmi insanın kendi geçmişini bilmesi demektir. Yani hümanizmin, ‘‘önce geçmişte Türk olarak, sonra da geçmiş ve gelecekte insan olarak’’ tanımlanabilmekten geçtiğini dile getireceklerdir. Onlar için konu, Türklük tarihinin başından beri devam eden sosyal, ahlaki, felsefi, ilmi ve edebi bütün faaliyetlerin incelenmesidir. Bu bağlamda ilk ortaya çıktığında hümanizm, Türk Devrimi’nin gelişmesini ve onun ideolojik içeriğini sağlayacak kaynak olarak, özellikle, eğitim alanında uygulanması gereken, Batılılaşma için gereken şart şeklinde algılanacaktır. Buna göre nasıl ki Rönesans, Eski Yunan ve Latin kaynakları, Batı medeniyetinin köklerine inişi ifade etmişse, Türk Devrimi de Batılılaşmayı gerçekleştirebilmek için aynı yöntemi uygulamalıdır. (…)
Bu dönem hümanist söylem açısından zengin bir yazın içeriğine sahiptir. Bu noktada erken Cumhuriyet döneminde hümanist söylemi gündeme getiren isimlerin başında gelen Burhan (Asaf) Belge’nin Ulus gazetesinde yayımlanan makale dizisine bakılabilir. Belge, 5-22 Aralık 1938’de yayımlanan ‘‘İnsan ve Kültür‘‘ başlıklı makalelerinde, yeni rejimin ideolojisinin ön koşullarını araştırırken Tanzimat’tan bu yana süregelen Doğu-Batı sorunsalının çekim alanında kalarak kültürel kimlik sorununa çözüm arayacak ve hümanist kültürün kaynağı olarak gördüğü izlenimini veren Antik Yunan kültürünün ürünlerine yol gösterici olarak bakacaktır. Bu bağlamda, Tanzimat’la birlikte Batılılaşma meselesini Doğu-Batı düalizmi çerçevesinde konu edinen Belge’nin düşünceleri dönemin hümanist bakış açısına sahip diğer aydınlarının da düşüncelerini özetler niteliktedir. Belge, ‘‘Osmanlı insanının gittikçe kuruyan Şark kültür kaynağında aradığı özü bulamadıkça, bir diğer kültür özünü, Garplı müesseselerin arkalarında aramıya ve bulmıya’’ çalıştığını fakat bulamadığını çünkü ‘‘bu özü veren kaynakları keşfetmek için hiç olmazsa iki bin senenin ötesine kadar uzanan bir devri tahlil edip anlamak, bundan sonra da terkip edip memleketin manevi ve maddi havasında, terbiyesinde ve bilgisinde yaşatmak’’ gerektiğini yazarken yazılarında, Kemalizm’le birlikte tamamen Batıya yönünü dönmüş Cumhuriyetin milliyetçilik anlayışı da realizm ve rasyonalizm perspektifinde işlenmiştir (1938a). Bu yaklaşımında Belge, hümanist söylemle geliştirilecek milliyetçiliğin inşa edilmesi gerekliliğini aydınlara yüklenmiş bir rol olarak düşünecektir. (…) ’
Aynı doğrultuda Belge’nin hümanist söylemi milliyetçiliğin ve milli kimliğin merkezine yerleştirme amacı, tartışmayı kültürel değerlendirmeler üzerinden başlatmasına vesile olacaktır. Bu bağlamda Batının Antik Yunan’ı Rönesans’ta keşfini, kültürler üzerinden kurguladığı ikili ayrımlar vasıtasıyla ele alan Belge, ‘monokrom’ ve ‘polikrom’ kültürler diye ikiye ayırdığı kültürel yapılardan ilkine örnek olarak ‘kapalı’ kültür Aztek-İnka’yı verirken, ikincisine toplumsal seferberliğin artması kabülüne dayanarak ‘Hellenler’i gösterecektir. Rönesans’ı da ‘‘kültür cevherinin en derin sırlarına’’ erişebilen insanlığın bir parçasının, ‘‘en büyük malzeme ve vukufu toplamıya muvaffak, kültür cevherini %100’e götürerek Kemali bulan Hellenler camiası’’nınkendini yeniden yaratmaya muvaffak olması diye değerlendirir. (…)
Son tahlilde Belge, ‘‘Netice’’yi şu satırlarla bağlar: ‘‘Ve tek tek, Garbın büyük millet camiaları kafi miktarda ispat etmiş olsalar gerekir ki, galip medeniyetin yaratıcısı galip kültürdür ve bu kültürün de kaynağı birdir ve tektir: Greko-Latin mihverle ifadeye çalıştığımız, Renaissance-Hellenizm-Humanizm. Ve bunlar herkesin malıdır. Tarihin malıdır. Herhangi bir politik iddiaları olamaz. Hangi milletin kültürüne katılırsa ona cevherini vererek orada o milletin kültürüne istihak edecektir’’.
Belge, çözüm için dört madde ortaya koyar. Bunlar sırasıyla, eski kültürün merkez noktalarını oluşturan iki veya üç merkezde (İstanbul, Bursa, Konya) üç hümanist lise tesis edilmesi; bu liselerden okuyacak gençlerin yüksek tahsile yönlendirilerek yine bu liselerde öğretmen olarak değerlendirilmesi; bu gençlerden bazılarının Tarih, Coğrafya ve Dil fakültelerinde hoca olmaları için yetiştirilmesi ve belli bir tarihten sonra tüm lise öğretmenlerinin ancak bu tahsilden geçince öğretmen olabilmelerini sağlamaktır. Bütün bunların amacında da, ‘‘Madem ki Garb kültürüne geçmeyi bir zaruret olarak kabul ediyoruz, bu kültürün kaynaklarına gidebilmemizi temin eylemeliyiz’’ düşüncesi yer almaktadır.
Belge’nin yaklaşımı ve önerileri, 1930’lu yılların sonu ve 40’lı yılların başında Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde resmi söylemde ve devlet politikalarında karşılığını bulurken; hümanizma arayışları, 1940’lı yıllarda Yücel dergisi çevresinde sürdürülmeye devam edecektir.”
Ata’nın iletisi burada kesildi. Bir süre beklememize karşın devamı gelmeyince arkadaşım okuduklarının şaşkınlığı içinde duysusal tepkisini doğallıkla verdi:
“Vaaay vaay vay!”
“Evet öyle. Vay ve vay! Yalnız burada bir şey var. Bana yüklediğiniz tüm bu bilgiler içinde şaşkınlık verici olanlar pek fazla. İnsanın normal tabiatı, hayatın olağan akışında tüm bu tuhaflıkların bolca bulunduğunu kabullenmiştim. Fakat Atatürk sağken kimi yaşadıkları ve bilhassa ölümünün ardından gördüklerimiz açıklanabilir gibi değil. Gerçi pek çok liderin başına gelmiştir aynı şey. Ama Türkiye’de o yıllarda bunu sorgulayan tek bir kişi çıkmaması inanılır gibi değil. O yüzden bana yüklediğiniz bu bilgilerin doğruluğundan hâlâ kuşkuluyum. Başka bilgilerle sürekli karşılaştırarak doğrulamaya çalışıyorum. Şu ana dek önemli bir hatanızı yakalayamadım. Belki siz de farkında değilsiniz bazı önemli verileri yüklemediğinizin. Yine de bu böyle olmamalı. Büyük terslik saptıyorum.
Tüm kuşkularıma karşın devam edeceğim.
Burhan Asaf Belge kim? Murat Belge’nin babası. Oğlunu çok iyi yetiştirmiş, boynuz kulağı geçmiş. Kumaş aynı kumaş. CHP’nin önemli adamlarından ve sonradan Demokrat Parti’den milletvekili seçilecek Belge hangi parti kimliğini kullanırsa kullansın Batı’nın Türkiye’deki kompradorudur. Hasan Ali Yücel ve oğlu Can Yücel de aynıdır. Herhangi birinin başka türlü aynı anda komünist, radikal bohem, üst derece derbeder, liberal (Birikim dergisinin adını onun bulduğu söyleniyor), hem PKK yandaşı, PKK’cı sol yandaşı, hem sıkı Atatürkçü kimliğiyle ortada dolaşıp bu derece saygınlık kazanıp sevilmesi mümkün değildir. Hani bazı şiirleri güzel bulunur, ancak hiçbiri şahane değildir. Peki niye? Bu saçmalığı açıklayamıyorum. İnsan yamuk bir varlık, onu kabul ediyorum. Bu kadarını kabul etmiyorum.”
Ne diyebilirdik ki? Gülümsedik. Ama devam etmek zorundaydık. Ata’nın kuşkularını hemen yatıştırmanın da bir yolu bulunmuyordu nasılsa.
“Öyle görünüyor ki, Sayın Ata… Türk milli kültürü yaratacağız diye. Başa birkaç “Türk” lafı koyup uygarlığın kaynağı eski Yunan’dır demiş bu köstebek takımı. Çağın en tipik kolonyalist mantığı. Onların uşağı olmuşlar. Tevekkeli değil Atatürk kitabını 2500 liradan satan Yılmaz Özdil gibiler normal karşılanıyor. Buna benzer yüzlerce rezaleti normal karşılayan milyonlarca Atatürkçü her yerden bu tohumla fışkırmış. Sayın Ata, Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş kendi ifadeleriyle “Atatürk’ün açtığı yoldan” giderken ve ikinci milli kurtuluş savaşını başlatırlarken iktidarda tam da bu tip Atatürkçüler vardı. Yani yobaz çevresi veya siyasal İslama karşı başlatmadılar bu kalkışmayı. ABD işbirlikçisi, Avrupa yolcusu Kemalistlere karşı savaş açtılar. Ne diyorsunuz?”
BEŞİNCİ BÖLÜM
“Bahsettiğin gençler kahraman, vatansever ve iyi niyetliydiler. Atatürk’ün yolundan gittiklerini sık sık dile getiriyorlardı. Fakat son dönemlerinde onları bir hayli kafası karışık gördüm. “Tam bağımsız Türkiye” hayatlarını veriş anlarına dek şiarlarıydı. Bunda ölümüne samimi davrandıkları anlaşılıyor. Fakat hangi felsefeyle? “Yaşasın Marksizm-Leninizm” diyorlar öte yandan. O kadar karışık bir konu ki, benim dahi kafam karıştı. Yeni bir milli kurtuluş savaşı ilan ederek silaha sarılmışlar. Karşılarındaki devlet, karşılarındaki partiler, sağcısı, ortacısıyla Atatürkçü. Elbette 11 Kasım 1938 Atatürkçüsü. İşin doğrusu Amerikan yanlısı, Avrupacı Atatürkçüler. Ülkede milli ekonomi bitme noktasında. Dışa bağımlılık ileri safhada. Atatürk gençlere, yurt ele geçirilince ayaklanın, direnin demiyor mu? Bunlar da ayaklanmışlar, savaş ilan etmişler. Sorunuza cevabım bu yönüyle evet.
Ancak dediğim üzere konu pek fazla yönlü. Neresinden başlayayım anlatmaya? “İzm” meselesinden başlarsak orada da pek çok dala ayrılıyor mesele. Bir kere bunların yaptığı şey, eylem çizgileri Marksizme, Leninizme hiç benzemiyor. Gerçi diyeceksiniz ki bu ideolojinin 70 türü var. Bu da işte 71. Öyle mi diyelim. Evet, öyle desek bile o tarz yaklaşıma en az benzeyenlerden biri. Maceracılık bu. Onun en uç örneği. Küba’dan, uçuk kaçık teorisyenlerden, başarısız eylemcilerden örnek alıp getirip buraya oturtmaya kalkmışlar. Sakat. O çizgide bir tek Küba deneyi biraz bunların yapmak istediklerine benziyor. Orası da öyle farklı ki. Hani İsveç ile Türkiye ne kadar benzerse o kadar bir benzerlik görüyorum. Hoş Küba’daki de 10 kere denesen ancak birinde tutar. Denk gelmiş. Pek çok kişi böyle diyor. Bu gençler de “Ya tutarsa” demişler. Küba’da kumar oynanmış, tutmuş, bizimkiler oynamasın mı? Oynamışlar. Sonuç ortada.
Ayrıca Atatürk kopyacılığa karşı. “İzm”ciliğe karşı. Atatürk Atatürkçülüğe de karşı. Daha önce sordunuz. Bu “Kemalizm” hikayesi o sağken uyduruldu ve Ata da bunu onayladı. Büyük hatadır. Yapmaması gerekirdi, kendi felsefesine aykırı çünkü. Çevresindeki dalkavuklar böyle şeyleri körüklediler, bir yanıyla karşı çıktı, ama bir yanıyla hoşuna gitti, boş bulundu, kabul etti. Bastığı güçlü fikri zemini bu şekilde ayağının altından çektiler. Bunu bir de şu sebeple kabul etti. Gündelik işlerden kendini uzaklaştırmak istiyordu. Yetkileri, siyasi yönetim işlerini güvendiği arkadaşlarına devrediyordu. Kendisi fikren lider, perde arkasındaki lider konumuna gelmek istiyordu. Evet, ancak böyle yaparsa rutin sıkıcı görevlerin aşağı çekişinden yakayı sıyıracağını düşünüyordu. Devrim ateşi sönmüştü. Yeniden canlandırmak için yeni bir ülkü yaratmak istiyordu. Kültürel bir devrim ateşi yakmak arzusundaydı. Yeni bir idealist dalga oluşturmaya çalışıyordu. Bu yüzden fikri çalışmalara büyük yoğunluk vermişti. Tarih ve dil konuları. Bir ulusu tekrar şahlandıracak milli bir ütopya. Tarih ve dil sorunu o yüzden çok önemliydi onun için. Devrim ateşi ancak o kıvılcımla tekrar yakılabilirdi. O yüzden Kemalizm diye bir doktrin uyduruluşuna açıktan itiraz etmedi, hatta onayladı. Hiç değilse ülke içinden ve milli bir doktrindi bu. Ama o bütün doktrinlere karşıdır.
“İzm”lerin, “cilik – culuk”ların insanı ve toplumu anlamada hep eksik, hep hatalı kaldığı, ülkeleri belli bir yere kadar götürüp sonra düşüşler yaşandığı tarihsel bir gerçek gördüğüm kadarıyla. Her doktrin sahibi peşinden gidenlerce azizleştirilir, peygamberleştirilir. Böylece yararlı özü etkisizleştirilir, posası menfaatler için kullanılır.
Bir başka sorun da yabancı bir “izm”i kabul ettiğinizde ne kadar “Tam bağımsız Türkiye” için çalışabileceğiniz. Bu sosyalist “izm”in başında Sovyetler ve Çin vardı. Bazıları açıktan ve bazıları dolaylı Sovyet veya Çin taraftarı haline geldiler. Dünya sol tarihine bakıyorum… Bu hemen her ülkede böyle olmuş. “Enternasyonalizm” demişler, öteki uluslardan sosyalistleri hep kandırmışlar, Sovyet ve Çin taraftarlığını her ülkede örgütlemişler. Bunların bir kısmı ülkeleri aleyhine ajanlık bile yapmışlar. Ne için? Sözde evrensel sosyalizmin, birleşik dünya işçi sınıfının yüce devrimi için. Fakat hayrete düşerek bakıyorum ki hem Sovyetler’de hem de Çin’de bu sözde evrensel ülkü lafı güzaf anlamda dahi güçlenmemiş. Sovyet tarafı açık açık büyük Rus milliyetçiliği, Çin tarafı büyük Çin milliyetçiliği yapmış. Miiliyetçilik zayıflamamış, enternasyonalizm güçlenmemiş. Aksine milliyetçilik sosyalizm-komünizm bayrağı altında altın devrine geçmiş. Ruslar ve Çinliler için mükemmel bir şey. Fakat ötekilere ne? Öteki ülkelerdeki devrimciler onlar hesabına çalıştıklarıyla, hatta casusluk yaptıklarıyla ve hatta öldükleriyle kalmışlar.
Orayı inceliyorum şimdi… Evet... Başka ülkelerde sol-sosyalizm kampında Sovyet veya Çin devlet çıkarlarına mesafeli akımlar ortaya çıkmış… Dahası buna karşı direnenler… Evet.. Bakıyorum… Bunlar Türkiye’de pek cılız. Yine de Atatürkçülük, ulusalcılık, ulusal solculuk şemsiyesi altında biraz bilinçlenme, gruplaşma görebiliyorum. Fakat zayıf. Sol anlamda zayıf. ABD’ci, Avrupacı büyük çoğunluk ve de sağcılar tabii ki Sovyet’e, Çin’e karşı duracak. Onu demiyorum. “Tam bağımsızlık” lafını edenler için söylüyorum.
Derseniz ki bu anlattıklarım mutlak anlamda doğru mudur? Bence doğru, ama farklı boyutları tartışılabilir. Fakat Atatürk ne düşünürdü, diye sorarsanız. Atatürk mutlak ve kesin biçimde konuyu böyle almıştır. Aynı şekilse düşüneceği çok açıktır.
Konu uzayacak. Bir de bu maceracılık konusuna değineyim. Atatürk İttihat ve Terakki maceracılığına bile karşıydı. Ki İttihat ve Terakki büyük kadro gücüne sahipti ve devlet içinde pek güçlüydü. Oradan anlayın. Böyle bir gücün aldığı riskleri bile Atatürk maceracılık diye görürdü. Bu bahsettiğiniz gençlerin eli silah tutan 40-50 kişilik birkaç grupla ayaklanmaya kalkması elbette Atatürk yol, yordamının yakınından bile geçemez. Atatürk herhangi bir atılıma ancak kazanma ihtimalini nesnel verilerle, duygularının kışkırtmasına kapılmadan yüksek görüyorsa kalkardı. Başarmak elbette hiçbir siyasi hamlede garanti değildir. Hatta pek çok zaman olasılık yüksek bile değildir. Risk göze alınmalıdır Atatürk’e göre. Ucunda kaybetmek ve ölüm görünse bile. Ama başarı ihtimali hiç değilse yüzde 50’nin çok altına düşmemelidir. Türkiye’nin sol devrimcileri gibi yüzde birkaç ihtimal için ölüme atılmak mı? Asla Mustafa Kemal’in tercih edeceği bir tutum değil. İhtimal çok düşükse Ata kesinlikle o çıkmaza girmez, o işi öyle yapmaktan vazgeçer, bambaşka bir yola yönelir. 19 Mayıs 1919’da büyük silkinişi başlatmasaydı ya da başlatıp sonraki aylarda çok büyük engellerle karşılaşıp onları aşamasaydı. Ne karar verip ne yapacağı gayet ilginç bir geçmişten ileriye projeksiyon teması seçilebilir. Birilerine önerebilirim.”
Ben yine dil ve Güneş-Dil konusuna dönmek istiyorum kıymetli Ata. Atatürk’ün bu teoriden vazgeçtiğini veya geri adım attığını iddia eden kimi yazarları okudum. Gerçi ben vazgeçtiğini düşünmüyorum, ama hızının kesildiğini ve bunun bir geri adım sayılabileceğini düşünüyorum ve bunları yazdım. Sizin değerlendirmeniz nedir?
“Geldik yine aynı temel soruna. Senin ne yazdığını biliyorum, çünkü yüklemişsiniz bana. Hakkınızı yemeyeyim başka pek çok kaynak da yüklemişsiniz. Ama bu kadarı yeterli mi? Yeterli olup olmadığını bile bilip değerlendiremem. Ben sadece hafızamdaki bilgileri işleyerek oralardan bir mantık yürütebilirim. Yönteminizi doğru bulmadığımı tekrarlamak zorundayım. Anlatıp durduğum az önce belirttiğim nedenle.”
Biz elimizde ne varsa, neden haberdarsak hepsini yükledik. Bizim durumumuz sizinkiyle tamamen aynı, bilgi depo düzeyi açısından tamamen aynı. Siz bir şey diyemezseniz, biz ne yapalım? Sizin işlemciniz bazı konularda bizden çok daha hızlı. Biz nasıl düşünüp yargıya varacağız o zaman?
“Cevap vermem demedim. Bu kadar bilgiyle çıkarsadığım şeyler yüzde yüz güvenilir değil. Onu anlatmak istiyorum.
Konuya geleyim. Sabırsızlanmayın. Şimdi. Atatürk’ün Güneş-Dil’den vazgeçtiğine dair tek bir kanıt yok. Bunu açık biçimde hiçbir yerde ifade etmemiş. Aksine ölmeden önce kaleme aldığı vasiyetinde, mirasından bir bölümü Türk-Dil Kurumu’na ayırarak o davaya son döneminde bile ne denli önem verdiğini göstermiş. Bilinçli ve ayakta olduğu son saatlerinde yine sözcükler üzerinde çalışıyormuş. Bunun da belgesi mevcut. Atatürk’ün resmi kayda geçen son sözleri: “Dil.. Dil efendim… Dil” yolundaki sayıklamalarıdır. Her ne kadar komadayken bulanık bilinçle söylenmiş sözler de olsalar, son dakikaya kadar zihninde dil meselelerinin döndüğünün en büyük kanıtıdır. Atatürk kriminolojinin, suç biliminin dilinden konuşacak olursak, son nefesinde kendisinin ölümüne yol açan belalı dosyanın adını vermiştir. Ve dolayısıyla o dosyadaki kişileri de dolaylı yolla bildirmiştir. Dil konusunda uğradığı hayal kırıklığı ve onu bu hayal kırıklığına uğratanlar.
Güneş-Dil teorisi çok güçlü, uzak öngörülü bir sezgiyle başlamış, ama yarışa yanlış çizgiden başlamış. Bu sezgi sadece bir medyum sezgisi benzeri değil, çok geniş bir okumaya ve çok yoğun bir gözlem ve tartışma deneyimine dayanan bilimsel bir sezgi. Bunun altını çizelim. Yanlış çizgiden, Kvergic’in teorisinden start almış ve o devirde biraz da bu bahane edilerek diskalifiye edilmiş. Kvergic’den alıp Atatürk’ün geliştirdiği bu görüş, bilimsel bakımdan ispatı mümkün olmayan, ilk insanların belli seslerinin belli anlamlar ifade ettiği tezine dayanır. Elbette ki bu böyledir, ama hangi sesin hangi anlama geleceğini ispat o zaman mümkün değildi, şimdi de değildir. Keza ilk Türkçede belli seslerin hep belli ve gayet kapsamlı anlamlara geldiği tezi de ispatı gayri mümkün bir hipotezdir. Siz Türkçenin tüm dillerin atası olduğu yolunda son derece iddialı ve büyük tepki çekeceği baştan belli bir teoriye böyle ispatı olanaksız ve nereye çekereseniz oraya gidecek bir tezle başlarsanız, sizi kural hatasından oyun dışı bırakmaktan büyük zevk alırlar. Sonuç da böyle çıkmış.
Atatürk bereket ki anagram saçmalığına girmemiş. Onun çalışmalarını böyle görüp o yolda sabuklayanlar da çıkmış. Fakat Ata her nedense Güneş-Dil’in bilimsel ispatı için önündeki iki yoldan birincisine ağırlık vermiş, ikincisi üstünde fazla durmayıp hasımlarına fırsat yaratmış. Birinci yol kolay ve çabuk gibi görünen Kvergic kaynaklı yoldur. Sonu uydurmacılığa gider, nitekim oraya varmıştır ve çabuk ve kolay gibi görülen bu yöntem karşılaştığı çok büyük direnci aşamamıştır. Parantez içi belirteyim, bu yöntemin de doğru tarafları bulunabilir, belki ileride gösterilecektir. Belki de hiç gösterilemeyecektir. Ancak ikinci yol bence çok daha bilimsel ve sağlam yoldur. Çok daha fazla emeğe mal olmasına karşın aslında daha kolaydır, ispatı garanti gibidir. Nedir bu çok daha sağlam ikinci yol: Dillerin kök ortaklıklarını tek tek sözcükler, sözcük ekleri ve gramerler yönünden karşılaştırıp göstermek. Bunu birkaç yıllık emekle hele ki bir ekip çalışmasıyla yerine getirseydiniz sonuç mutlaktır. Gerçi onu da kabul etmeyecekti Batılı, onu da engelleyip direnecekti. Ama bu gerici, ırkçı direnç daha o yıllarda kırılabilirdi.
Bu noktada Atatürk yanındaki uzmanlardan yeterli teorik, teknik desteği alamadı. Hep yalnız kaldı. Gerçi bir düzineye yakın önemli dilcinin çabalarını yok saymayalım. Ayrıca Atatürk ve bunlardan bazıları ikinci yola da hiç girmediler değil. Deli gibi lugat taradılar. 12 ciltlik Yakut sözlüğü, Radloff vb. Avrasya Türk lehçelerini araştırdılar. Anadolu ağızlarında halk ne konuşuyor… Tarama sözlükleri. Keşke ağırlığı bu düz yola verselerdi. Karanlık ormanı, dağı aşıp ötedeki geniş ovaya inebilirlerdi.
Problemin esasına ilişkin Atatürk’ü uyaran çıkmış mıdır? Belki evet, belki hayır. Biraz daha kaynak toplayın, araştırın. İsmail Hami Danişmend’i araştırın mesela. Esaslı bir çalışması ve küçük de olsa bir sözlük çalışması var. O sözlük hem kapsam olarak yetersiz hem yöntem olarak bazı hatalar içeriyor. Ama yine de bu yöndeki çalışmalar geliştirilebilirdi. Zaten ondan once de Bedros Keresteciyan Efendi’nin kapsamlı bir Batı dillerinde Türkçe sözcükler lugatı yayınlanmış. 1912’de. Daha öncesi Mustafa Celaleddin Paşa’nın çalışması ve mini sözlüğü biliniyor. Ancak Danişmend Güneş-Dil çalışmalarına bizzat katılmış, önemli mesai vermiş. Ufak tefek önemsiz eleştirileri de varmış. Ancak temel yönteme dair neden uyarıda bulunmamış? Muhtemelen derin ve sağlam düşünme anlamında pek yeterli değildi. Ama bir daha bakın.
Bir de Ahmet Cevat Emre var. Kvergic’in çalışması ilk ona geldiğinde itiraz edip onu değersiz bulan kişi. Güneş-Dil çalışmalarına o da katkı sunmuş ama projeyi bir türlü benimseyememiş. Ne var ki Güneş-Dil adını anmadan yaptığı bazı çalışmalar bu teoriyle paralellikler gösteriyor. Atatürk’ün Ulus gazetesinde Güneş-Dil konusunda eleştirel bir yazı çıkarttığı onun anılarındaki bir iddiaya dayanıyor. Güneş-Dil’i baştan kendine uzak bulan biri için bu anı aktarımı manidar. Ama yine de bir bakın. Emre, Atatürk’ün Güneş-Dil karşıtı o yazıyı kendini yarı yolda bırakan söz konusu profesörlere kızdığı için, onlara sitem için çıkarttığını söylüyor. Eğer doğruysa bu ruh hali de ilginç ve önemli. Yine de Emre anladığım kadarıyla Batı geleneksel ve tutucu dil biliminin sınırlarını fazlaca zorlayamayan bir insan. Onu da hesaba katın. Keza o dönem etimoloji komisyonu başkanı olan Hasan Ali Yücel’in Atatürk yaşarken bir eleştirisi veya önemli katkısı bulunuyor mu? Araştırın. Ardından neden bu ihanete sapmış?
Sonuç olarak şunu diyeyim. Eğer bu bir davanın bilirkişi raporu özeti olsaydı: Atatürk’ün Güneş-Dil’de hızını kesmişler, onu çok üzmüşler. Ama o bu teoriden vazgeçmemiş. Bu konuda önemli birkaç şey daha diyeceğim. Şimdilik yeter.
Daha önce açtığım konuya dönüp size sorumu yineleyeyim: Şu Hasan Ali Yücel’in oğlu meselesi. Bana koyduğunuz veri tabanına göre aynı zamanda her şeyci bir adam. Komünist, bohem, derbeder, liberal, PKK yandaşı, terör kışkırtıcısı ve Atatürkçü. Bana yüklenmiş geniş veri tabanına göre insan türünün ne olup ne olmadığını iyi kavradığımı sanıyorum. Ondan her türlü saçmalık, düzensizlik, tutarsızlık beklenir. Ama asıl odaklandığım Atatürk devrini incelediğimde. Aynı anda, hep birlikte, “her şeyist” olabilen bir gruba değil, tek bir kişiye rastlamadım. O yüzden veri tabanınızın nesnelliğinden veya yeterliliğinden şüpheye düştüm. Bu konudaki itiraz ve sorumu yineliyorum devam etmeden önce.”
Ata’nın bu itirazına bir hayli güldüm. Yanıtlaması cidden zordu. Bir şeyler yazdım mecburen.
Dünya çok değişti, zamanın ruhu çok farklı değerli Ata. İnanın bunlara alıştığımız için bizim gibi aykırılar bile artık normal karşılıyor. Birden bire dıştan bakan sizin gibi biri için ise uydurma etkisi yaratıyor. Ve yine inanın önümüze ne bilgi, belge geliyorsa aynen ve değiştirmeden size aktarıyoruz. Aynı anda her şeyci olmak şimdi en büyük moda. Garip ama gerçek. Şimdi tüm uluslararası medya, ulusal medyalar, uluslar arası bilim ve ulusal akademi bunu teşvik ediyor. Hiçbir şeye karşı sorumluluk hissetmeyen insanlar bu teşviği birbirlerine yayıyorlar. Can Yücel gibiler sadece bu ekolün Türkiye’deki öncüleri. Şaşıracaksınız, artık neredeyse herkes böyle bizim çevremizde. Kendilerini onaylayanları, yaşam biçimlerini, karakterlerini sorgulamayıp onları güzelleyenleri delice seviyorlar. Çok “keyifli” bir ruh hali. Her konuda herkesi eleştirebiliyorlar böylece. Sadece kendileri hariç. Ve sürekli haklılar. Sokaklarda milyonlarca peygamber dolaşıyor, herkes aziz, herkes her şey. “Bir gün herkes aziz, herkes mükemmel olacak” demiş miydi biri, dememişse ben diyorum. Şair ne buyurmuştu: “Bizde göte göt derler.” Şairin en çok bilinen, en çok yinelenen, açık arayla en çok sevilen sözü budur. Laf doğrudur, haklıdır, yanlıştır.. O ayrı mesele. Türkiye’de en çok sevilen, en yaygın sevilen şairin, en bilinen lafı işte budur. Puşkin ne demiş neyi temsil ediyor, Şekspir ne demiş nasıl bir kültürün mimarlarından, Bodler’in en ünlü şiiri hangisi, büyük Alman şairi Göte en once “Göt”le mi anılıyor??? Bir bakın ve bir de bize bakın, sonra değerlendirelim. Sanırım bu iddiamızın doğruluğunu size ispat etsek Türkiye manzarasıyla ilgili tüm öteki verilerin gerçekliğinden de emin olacaksınız.
(*) Alıntı: Emre Yıldırım, Erken Cumhuriyet Yılları Milli Kimlik Tartışmaları: Hasan Ali Yücel ve Türkiye’de Hümanizma Tartışmaları, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/7 Summer 2013, p. 745-763, ANKARA-TURKEY.
ALTINCI BÖLÜM
“Peki öyle olsun. Devam edelim biz o zaman. Türk Rönesansı adı altında kültürel işbirlikçilik yapan bu takıma hıncım giderek artıyor. İnönü, Hasan Ali Yücel en başlarında. Bakın bunlar bir “hümanizma”dır tutturmuşlar. Hümanizma ileri hümanizma geri… Duyan da iyi bir şey sanır. İlk okuyuşta siz de bunu güzel bir gelişme gibi kavradınız, değil mi? Dünya klasikleri, Avrupalının okuduğu tarih, mitoloji falan… Eğri oturun ama doğruyu söyleyin. Bu lafın büyüsüne siz de kapılmadınız mı? Bakın şimdi de aynı güçlerin sihirli sözcüğü ne? Hadi bulun bilmecenin cevabını. Ben söyleyeyim. “Demokrasi”. Ne kadar güzel bir şey değil mi “demokrasi”. Kim tava gelmez! Kim götürüyor bu demokrasiyi dünyanın dört bucağına? Amerika, Avrupa. En şahane, en gelişmiş ülkeler. Nasıl götürüyorlar? Savaş çıkartarak, darbe yaptırarak, milleti millete, halkı halka kırdırarak. 2. Savaşta 50 milyon, 2. Savaştan günümüze 32 milyon insan öldürmüşler. Demokrasi için. Ama insanlık yiyor. En çok da okumuşlar, akademisyenler, entel takımı yiyor. Yedirdiğin müddetçe demokrasinin şahı sensin. Ve sürekli yediriyorlar. Para ve uygarlığın denetimi onlardaysa buna engel olamazsın. İnsanlık gece ışık görmüş sinek sürüsü gibi Batı’ya yapışıyor. Kendi ülkeleri dışında belki demokraside hatalar yapıyormuş Batı, ama kendi ülkelerinde bu şekerden herkes faydalanıyormuş! Bizim dünya cahillik şampiyonu tahsilli elit sınıfımız böyle buyuruyor. Evet, kendi ülkelerinde uslu çocuk durursanız size sonsuz demokrasi. Sınırsız elma şekeri. Sınırsız ve sonsuz saçmalarsanız size ebedi saçmala özgürlüğü. O özgürlük her ülkede var ona bakılırsa. Her ülkenin saçmalama yordamı farklı, hepsi bu.”
Şuna bak yahu, dedik kendi aramızda. Ata iyice kıvama girmiş. Tut tutabilirsen. Adeta gerçek insan. Espri yapıyor, sanki duygulanıyor. Benim görüşlerimi de iyice benimsemiş. Bolca yüklemiştik bunlardan. Hoşuma gidiyor, lakin şimdi diyeceklerdir ki, kendi görüşlerini Ata’ya söyletiyorsun... O yüzden tadım kaçmıyor da değil. Hayır, en ufak dahlimiz yok. Yüz binlerce sayfadan kendi seçiyor bunları. Zaten sonunda anlaşılır her şey. Neyse be, yanlış mı değil mi yazılanlar? Önce ona baksınlar, sonra kimin dediğine. Ya da tersi.. Keyifleri bilir.
İyi de gerisi gelmiyor.
Değerli Ata. Hızlı tempoda ifade ettiğiniz görüşlerinizden fazlasıyla yararlanıyoruz. Fakat kesildi sanki. Konuyu “hümanizma”ya bağlamayacak mısınız?
“Hümanizma mı? Haaa, hümanizma. Evet, işte bugün demokrasi kandırmacası neyse, demek ki o devirde henüz bunu devreye sokmamışlar. O zamanki versiyon “hümanizma”. Hümanizmayı bulmak kafayı bulmak gibi bir şey: Yunan ve Latin kültürünü bir iyice ezberlemek lazımmış. Bir kere şunun sorgusu yok: Yunan ve Latin o kültürü nereden aldı? Sümerden, Mısır’dan, Fenike’den, Türk’ten, Sami’den aldı. O izler ne kadar silmeye çalışsan da şekline şemaline kazınmış. Bunu kim silmeye çalışıyor? Avrupa ırkçı faşist sömürgecileri: Yani “hümanistler”. Bu kolonyalist ideolojiyi bizim aklı evveller hümanizm, Helen medeniyeti, Yunan mitolojisi, Latin elitizmi diye yeni kutsal kitabımız haline getiriyor. Batının ısmarladığı sömürgecilerine aşık Doğulu okumuş kafası işte Zeus’un spermleriyle böyle gebe kalıyor. Tamuya kadar yolları var albızların.
Sayın Ata, Yücel şöyle diyor, ona ne yorum getirirsiniz. Ona ve onun kalıbından milyonlarca Atatürkçüye altını doldurmadan haksızlık yaptığımızı söyleyecektir aynı milyonlar:
“Yücel, daha sonra, "Gençler, sevgili Türk çocukları, kardeşlerim, yavrularım!" diyerek öğrencilere şöyle seslenir:
"Beni yürekten dinleyin, duyarak inanarak dinleyin; çünkü size yürekten söylüyorum, duyarak inanarak söylüyorum. Millet ve memleket davalarında başarınızın birinci şartı, Atatürk'e, İnönü'ye inanmaktır, onlara bağlanmaktır. Doğru düşünce onların sözünde, doğru hareket onların izindedir. Biz Atatürkçüyüz. Böyle olmayanlar karşınıza çıkarsa onlara yüz vermeyin, onlara söz vermeyin. Atatürk ile İnönü'nün izinde ve emrinde can veren istiklal kurbanları, sizden bunu bekliyor, bunu istiyor... Düşman, ister içimizde ister dışımızda olsun, onunla böyle düşünerek dövüşeceğiz. Bu topraklar bizimdir. Atatürk'ün cumhuriyeti, istiklali emanet ettiği Türk gençliği; siz de bizimsiniz, bize emanetsiniz... Size güveniyoruz... Her güçlüğü gücünüzle yenecek kudrette ve kıymettesiniz. Sizin neşenizle saadetimizi, sizin varlığınızda ölümsüzlüğü duyuyoruz." (*)
“Bırakın altını herkes kendi doldursun. Tamam işte. Atatürk’ü heykelleştirmiş, putlaştırmış, yanına da İnönü’yü koymuş. Bunlara “inanın” diyor. İnanacakmışsınız. Yeni bir din. Aynı adam şunu da söylüyor, ki gerçek karakteri budur Yücel’in:
“İngiliz’i böyle her tarafta dolaştıran, onun ampirik yaradılışıdır. Yaşamasını, yaşamak için lüzumlu şeyleri arayıp bulmasını amaç edinmiştir. Bu sebeple tüccardır, bu sebeple ilimcidir. İngiliz, yapmaya, yapacağı nelerse onların ham maddelerini bulmağa, bulduktan da işe yarar halde cihan pazarlarında satmağa bayılır. Alış veriş işinde asla doktrinci değildir. Yeter ki, satılacak malı, karşısında da satın alanın satın alacak parası olsun. Müşterisinin dinine, imanına, mezhebine, rejimine ve siyasi sistemine bakmaz; kesesine ve alma kudretine dikkat eder. Alış verişte kara-Çin veya kızıl-Çin, gözlerine ayni renkte görünür. Her İngiliz tüccarı, Bentham’ın okulundan diplomalıdır ve bir miktar onun çırağıdır”
“İngiliz, hür fikirli ve hür hareketlidir. 8. Asırdan başlayan ve biz Osmanlı monarşisini kurmaya henüz girişmemiş bulunduğumuz devirden beri gelişe gelişe var olan demokratik rejim, İngiliz insanını her gün biraz daha serbestleyerek hür düşünmeye alıştırmıştır… Doğduğu günden itibaren kundaklanmayan, elini, kolunu istediği gibi oynatan bu insanlar, beyinlerine de aynı hareket hürriyetini, bu bağımsız işleme alışkanlığını verebilmiştir.” (**)
Gördünüz mü, “hür dünya ve demokrasi” martavalları hiç gecikmeden başlamış. İngiltere sömürgeciliği olmuş ilimci, meraklı ve prensip sahibi babacan bir tüccar. Biraz suratını iki taraftan bastır, uzat, al sana Hulusi Kentmen. Bir de şu var aynı kitaptan: "Dikkat ederseniz İngiliz’in keskin ve ince dudakları, ne kahkaha atmaya, ne ağlamak için buruşmaya müsaittir. İngiliz terbiyesinde şımarık gülüşler gibi göz yaşı da ayıptır.”
Dikkat edin, Atatürk ne diyor hayatta en çok değer verdiği şeylerden biri olan kuramını ortaya atarken: “Güneş-Dil Teorisi adını verdiğimiz bu notları sunarken ricamız şudur: 1. Tenkit ediniz; 2. Reddediniz; 3. Tadil ediniz; 4. İkmal ediniz; Tavzih ediniz,” (Eleştirin, reddedin, değiştirin, bütünleyip bitirin, açıklayıp aydınlatın.) Bunlar ne yapmış? Ölür ölmez sinsice, haince yasaklamışlar. Sözünü bile ettirmemişler. Güneş-Dil çalışmaları yok edilmiş bir uygarlığın yakılmış kitaplarının saklanmış bir iki nüshası gibi lanetli ezoterik yazmaların yanına layık görülmüş. Biz Hint-Avrupa dil aristokrasisine ağzı açık ayran budalası gibi huşu içinde bakar, babaerkil kültürün kesinkes en iğrenç türü Zeus’un adaletsiz, acımasız, vahşi ve sapık hikayelerini ezberlerken. Akla binde bir getirildikçe Güneş-Dil kuramına küfreden sığ akıllı münevverlerin dedikodularını birbirimizi çimdikleyip kıkırdayarak dinlemiş, kıraat etmişiz. Dilin akademik çalışması kolonyalistlerin hakimiyetine geçmiş, aykırı fikirler büyük oranda akıllarının zoruyla uğraşan acayip zatlara kalmış. Bazıları bağımsız dil çalışmalarının ve Güneş-Dil’in sahasını, gözden düşsün diye kasten meczupluklarının oyun alanına çevirmiş.
Onları boş verin, siz bir yere ulaşmak istiyorsanız asıl gücünüzü “bu teoriler bilimsel değil” diyen egemen ideolojik güçlere yöneltin. Bilimsel değilmiş, öyle mi sayın İnönü, sayın Yücel. Açık açık tartışma cesaretiniz niye yoktu? Stalin’i öldürülünce ertesi gün reddeden Stalinistler hiç değilse bu cesareti, bu güdük dürüstlüğü göstermişlerdi. Nerede sizde o yürek, hani içtenlik? Bilimmiş! Göstereceğim ben onlara bilimi!
Agop Dilaçar bakın ne diyor Atatürk’ün büyük bilimsel atağı için:
“ (…) Türk ulusunun eskiliğini doğrulayan ve Atatürk’ün üzerine derin bir etki bırakan ilk kitaplardan biri (…) B. Carra de Vaux’nun 1911’deki “Etrusk Dili”nden, Ruşen Eşref ’in 1930’da Atatürk’ün buyruğuyla Léon Cahun’den çevirdiği Fransa’da Ari Dillere Tekaddüm Eden Lehçenin Turanî Menşei (…) İngiliz arkeologlarından Leonard Woolley’nin İngilizce aslı 1927’de, Fransızcaya çevrisi de 1930 Haziran’ında çıkan Sümerliler adlı eseridir. Bunun bir yerinde geçen “Sümerliler, etimoloji bakımından olmasa bile, herhalde yapı bakımından Turanlı eski Türkçeye benzeyen, bitişken tipte bir dil konuşurlardı” cümlesi, Atatürk’e bir ipucu vermiş, bu alanda etimoloji de yapılmış ve mesela “Tanrı, gök” anlamına gelen Sümerce dingir ile Türkçedeki tengri, Tanrı kelimeleri karşılaştırılmıştır.
Bu arada, Turani ve Ari dillerin karşılıklı bağıntıları ile eskiliklerinden söz açan birçok eserlere de Atatürk’ün dikkati çekilmiştir. Mesela, F. Lenormant: “Kaldenin İlkel Dili ve Turanlı Lehçeler” (1875), H. Winkler: “Ural-Altay Dilleri ve Gruplamaları” (1885), A. H. Sayce: “Hititler veya Unutulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi” (1888), A. C. Haddon: “Ulusların Göçü” (1911), A. V. Edlinger: “Türk Dillerinin Hint-Avrupa Dilleriyle Olan Eski Bağıntıları” (1912), F. Hommel: “200 Sümer-Türk Kelimesinin Karşılaştırılması” (1915) vb. Yenilerden de bu kanışa katılanlar olmuş, Amerikalı tarih filozofu Will Durant, 1935’te çıkardığı Uygarlığın Tarihi adlı eserinde, uygarlığın beşiği olarak Orta Asya’yı göstermiştir. Sümerlilerin pek eski çağlarda Orta Asya’dan Hint ve Umman Denizi’ne ve Basra Körfezi’ne doğru indikleri, Sint havzasında yapılan Mohence - Daro ve Harappa kazıları raporlarından (1931) belli olmuştu; Sümer ve Sint havzasındaki kalıntılar ortak nitelikler göstermekte idiler. (…)
1933 baharında, Rus Yafetidoloji okulunun kurucusu Prof. Nikolay Y. Marr, Ankara’ya gelerek, kelime taşılları üzerine kurulu olan paleolinguistik metodunu, Atatürk’ün huzurunda verdiği bir konferansta açıklamış; Fransız dilcilerinden Hilaire de Barenton, Sümerceyi ana dil olarak gösteren Dillerin Menşei adlı eserini 1932-1933 yıllarında ortaya koymuş. (…)
Atatürk, Türk dili hakkındaki olumlu görüşlerine daha çok antropoloji yoluyla varmıştır. Bu konu hakkında, Jacques de Morgan’ın Tarih-Öncesinde İnsanlık (L’Humanité préhistorique, 1921) adlı eserini okumuş, İsviçreli Antropolog Eugène Pittard’la Türkiye’de birkaç kez görüşmüş, onun Irklar ve Tarih (Les races et I’historie, 1924) adlı eserini ve genel olarak bu profesörün görüşlerini beğenmişti. Atatürk’ün, Türklerin tarih başlangıcı hakkındaki görüşü şöyle özetlenebilir:
Tarih öncesi çağında yeryüzünde birçok ırklar yaşamakta idiler. Bunlar arasında Türklerle doğrudan doğruya bir ilgisi olmayanlar da vardı. Bunlar kendilerine göre birer uygarlığa sahiptirler. Türlü yerlerde yapılan kazılar, bize bu ırk ve uygarlık tabakalarını tanıtmıştır. (…) Alpin ırkın anayurdu da Orta Asya olduğu için, üstün nitelikte olan maden uygarlığının, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dan Akdeniz’e ve başka yerlere dağılmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu tarih görüşüne ekli olan dil görüşüne göre de Orta Asyalı ırkın türlü kolları Cilalıtaş çağında anayurttan dağıldıklarında, üstün uygarlıkta kullanılan eşya ve kavram adlarını da birlikte götürmüşler, bunlar o yerlerde konuşulan dillere alıntı olarak girmiştir. O, “Bütün ırklar Türk ırkından, bütün diller de Türkçeden çıkmıştır” diye bir yargıda bulunmamıştır. (…)
1937 Eylül’ünde İkinci Tarih Kurultayı bu hava içinde toplandı. Birçok yabancı bilginlerin de katıldığı bu kurultayda okunan tezlerden pek çoğu tarih tezimizi ele almış veya onun çevresinde dolaşmıştır. Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T. J. Arne, yurduna döndükten sonra, 25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, “Atatürk’ün Dil ve Tarih Teorisi” başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu, ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık. Atatürk yazıyı okumuştu; biz de öyle. Biraz görüşüldükten sonra, “Yani demek istiyor ki,” dedi Atatürk, “Orta Asya’nın altı bomboştur.” Yumruğunu masaya indirdikten sonra şöyle devam etti: “Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde, bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani Avrupalılar) verecektir.”
İsveçli profesörün yazısında Atatürk’ün hoşuna giden şu cümle de vardı: “Türkmen bozkırlarında Milattan Önce 1500 yıllarına doğru, uygarlığın aşırı derecede gerilediği tespit edilebilmiştir; sebebi bilinmeyen bu gerileme, yukarıda anılan Türk göçünden sonra meydana gelmiştir.” Bu cümleyi okuduktan sonra Atatürk şöyle dedi: “İşte ilk itiraf burada. Bu bozkırlarda uygar Türkler oturuyordu. Onlar göçe çıkınca, uygarlık tabii geriler.”
Ertesi yıl Atatürk’ü kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar. O sırada Rusya’da çalışmakta olan tanınmış Amerikalı antropolog Hrdlicka, bu kafatasını ve mağarayı inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih öncesi bakımından “son derece önemli” olduğunu söylemiştir. (…)
Bu haberi okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve “günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar verecektir” şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi. Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. (****)
BİTMEDİ: O zamanki kimi değerlendirmeler teknolojik yetersizlikten ötürü hatalar içerebilir, az çok yanlış yorumlanabilir. O halde günümüze gelelim. Sizin iki kitabınızdan:
“Topluluklar halinde göç hareketleri insan ortaya çıktığından beri yaşanır. Onun etnik gruplara ayrışması ve farklı dillerin oluşması, ilk kaynaktan, Afrika’dan, belki Orta Asya’dan göç eden ayrı grupların yalıtılmış gelişmesine bağlıdır. Kültür yayılması, ki bunun içinde araçlar, alışkanlıklar, düşünceler de vardır, göçler olmasaydı bu şekilde gelişmezdi. Tüm kavimler yerlerinde otursaydı muhtemelen uygarlık bu hızda ilerlemezdi.
Örneğin atın kullanımı Orta Doğu’ya Eski Sümer’in Asyalı istilacıları tarafından öğretildi ve oradan Avrupa ve Amerika’ya yayıldı. Göçlerin nedenleri doğal veya sosyal olabilir. Doğal sebeplere, iklim değişiklikleri, volkan patlamaları veya seller örnek gösterilebilir.
Altay ve Tien-Şan dağları arasındaki geniş stepler buradaki halkların batıya göç yollarından biridir. Bir hipoteze göre Hindo-Avrupa kavimleri, Avrupa’ya ve Hittitlerle Anadolu’ya Hazar Denizi çevresindeki yurtlarından -3000 yılından önce göç etmeye başlamışlardır.
Sonra şöyle demişsiniz: İş bu alıntı yaptığımız yazıyı biz ısmarlamadık. colorado.edu adresli bir internet sayfasında bulduk. Burada yazılanlar çok sayıda yazarın çok sayıda kitabında (bir kısmı buraya da alınmıştır, hepsini almaya olanak bulunmuyor) bahsi geçen bilimsel metinlerdir.
Daha ilginci Hint-Avrupa dil ailesi kuramına temel oluşturan “Kurgan hipotezi”nde geçen Kurgan sözcüğü de zaten tartışmasız Türkçedir. Ayrıca başka bir koldan Hint-Avrupa ırkının ve dilinin temelini oluşturan tarihteki ilk geniş tarım havzasının ismi de (Tarim Basin) Türkçedir. Bakınız: Sözlük bölümü.
Başka bir kaynak: Unravelling migrations in the steppe: mitochondrial DNA sequences from ancient Central Asians: “This study helps to clarify the debate on the Western and Eastern genetic influences in Central Asia. Thirty-six skeletal remains from Kazakhstan (Central Asia), excavated from different sites…” (…) Kadim Orta Asya’dan DNA Örnekleriyle Bozkırlardaki Göçleri Çözme… Diyor: Kazakistan’daki çok eski iskeletlerden DNA örnekleri aldık, Orta Asya’nın batı ve doğuyla genetik etkileşimini inceledik. Asya ve Avrupa’nın temas ettiği bir alan olarak Orta Asya karmaşık kültürel gelişme senaryolarının deneyimlendiği ve büyük göçlerin, Doğu Asya ile Batı Avrasya halkları arasında biyolojik katışmaların yaşandığı bir yerdir… (…)
Başka bir dış kaynak: Afrika’dan yayılmaya 60-70 bin yıl önce başladık. 50 bin yıl önce Orta Doğu ve Güney Orta Asya’ya yerleştik. Bu ana üsten yola çıkarak Avrupa ve Kuzey Asya’ya yayıldık. 20 bin yıl önce Orta Asya avcılarından küçük bir grup Kuzey Amerika’ya geçti…
Hikâye burada bitmedi elbette. 10 bin yıl önce tarım başladı. Sonra imparatorluklar kuruldu. Son 5000 yılda göç hareketleri olağanüstü arttı. Bunların hepsinin izi DNA’larımız yoluyla sürülebilir. İnsan hareketleri hakkında sorulmayı ve cevaplanmayı bekleyen daha çok şey var. (…)
UYGARLIĞIN İLK DOĞDUĞU YER, İLK ŞEHİR VE ORTA ASYA DOĞRULAMASI
Batılı, Rus, Sovyet bilim insanları tarihte ilk tarımın ve ilk şehirlerin izini sürerken Orta Asya’ya, Batı İç Asya’ya, Türkmenistan’a yönelirler. Bunlardan biri dünyaca saygın Sovyet genetikçisi Vavilov’dur. Vavilov kendinden önceki çalışmaları da değerlendirerek Türkmenistan’da belli yerleşim bölgelerine odaklanır. Bunlardan en önemlisi Djeitun şehridir. Konuyla ilgili adı geçen bazı yerleşkeler… Anau, Altyntepe, Ulugtepe, Namazgatepe, Boncuklutepe…
Dünyaca ünlü Marksist arkeolog, dilci, tarihçi Gordon Childe da, keza, ilk tarım bölgeleri, ilk şehirler, “tarım devrimi” ve “şehirleşme devrimiyle” ilgilenir. Neolitik Devrim ve Şehirleşme Devrimi kuramları ona aittir (s. 15-16). Onun da ilgi odağı ilk çalışmalarından itibaren Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kuzey İran olmuştur. Gordon Childe da tarihte ilk uygarlığı bu bölgeye yerleştirir. (…)
Hemen burada bahsettiğimiz iki kitap önceki saygın isimlerin başlattığı (Pumpelly vb.) , Vavilov ve Childe’ın olgunlaştırdığı İç Asya merkezli uygarlık kuramına yepyeni katkılarda bulunuyor. Turkmenistan kitabının yazarlarından biri, Gordon Childe’ın bir yerleşkeyi şehir kabul etmek için gereken ölçütleri inceliyor. (…) Ve Djeitun şehrinin bu ölçütleri karşıladığını gösteriyor.
Bu bilgileri doğru kabul edersek Türklerin uygarlığa katkısını inkâr edebilmek için nasıl bir kaçış yolu bulunabilir? Örneğin “İlk şehir Djeitun’dur, tamam, ama bu bir İran-İndo-Avrupa kültürü şehridir,” diyebilirler. Diyorlar. Fakat aksi gibi söz konusu geniş coğrafyadaki eski tarımın iz sürümü İran’ın merkezini kapsamıyor, Orta Asya ve Çin’e doğru yayılıyor! Hazar Denizi doğusundan başlayarak Çin’e kadar giden şu meşhur en eski, en gelişkin “Tarım Havzası”nın uluslararası literatürdeki İngilizce ismi nedir örneğin: “Tarim Basin”. Tarım sözcüğü bugün de Türkçede kullanılan “darı” ile ilgili Türkçe bir sözcüktür. Ayrıca kökle bağlantılı başka sözcükler: Tarıma, Tarama… (…) “Basin” kelimesi de Türkçedir aslında. Sözlük bölümünde inceleyeceğiz.
Şimdi de 2017 tarihli net bir çalışmayı verelim. “Nature” dergisinden
(Nature, 2017, 18 January; 541(7637): 302–310). “Tracing the peopling of the world through genomics”. Dünyadaki insan yerleşimlerini genler yoluyla izlemek: “1980’li yıllardan başlayarak insanın evrimi, dünyada değişik bölgelerdeki insan topluluklarının yapısal karakterlerinin aynılığı ya da farklılığı üzerindeki hipotezleri genetik verilerle sınamak olanaklı hale geldi.”
“80’li yılların DNA çözümleme teknolojisiyle bazı yolları kesin göstermek mümkün olmuyorken, 90’lı ve 2000’li yıllarda gelişen teknolojilerle birçok şeyi daha net görebilir hale geldik.”
“Avrupa insanına gelirsek. En az üç veya daha fazla göç dalgasının karışımıyla oluşmuş bir karakterdir. İlk modern insan Avrupa’da 43 bin yıl önce görüldü. Ama bu insanın bugünkü Avrupa genetiğine katkısı muhtemelen çok azdır. 11 bin yıl önce son buzul devrinin ardından Neolitik dönem başladı. Hayvan yetiştiren, tarım yapabilen bu toplum Fertile Crescent’in (Bereketli Hilal) bazı bölgelerinde ortaya çıktı. [Verilen haritaya göre Kuzey Mısır, Mezopotamya, Suriye, Güney-Doğu Anadolu] Bu toplum önce Orta Anadolu’ya, oradan da Avrupa’ya göç etti (ikinci büyük dalga). Fakat bunlar Avrupa’nın ilk çiftçilerine sınırlı oranda genetik natalık yaptılar. Bir bölümü güneyden İberya’ya kadar uzandılar (7 bin yıl önce). Bazı kollar da Britanya ve İskandinavya’ya vardılar (6 bin yıl önce). Bölgelerin yerli avcı-toplayıcılarını asimile edip neolitik yaşamı buralara yaydılar.”
“Üçüncü büyük dalga Avrupa’ya 4500 yıl önce geldi. Bugünkü Rusya ve Kafkasya halklarının ataları olan çobanlar. Pontik-Caspiyan (Pontus-Hazar) steplerinden geldiler. (Karadeniz’in kuzeyi, Hazar Denizi’nin batısı, doğusu, üstü… Bugünkü Kırım, Güney Rusya, Türkmenistan, Kırgızistan vb.. sahası.) Bu göç muhtemelen ata binmeyle kolaylaşan fetihler ve teknolojik yenilikler ile bağlantılıydı ve Hint-Avrupa dillerini Avrupa’ya yayabiliyordu. Gerçi bazı dilbilimcilere göre bu diller zaten Avrupa’nın çiftçi yerlilerince konuşuluyordu.”
“ancestors of Native Americans could have remained in isolation until around 8 kyr ago in Siberia or Beringia, following the split from their Siberian ancestors, before moving eastwards into the Americas. Although modern Siberians are the closest relatives of Native Americans outside of the Americas, genome sequencing of a 24-kyr-old Mal’ta skeleton73 suggests that (…)”
Bir başka makale: “Hint-Avrupa dillerinin kaynağı steplerden gelen yoğun göçlerdi.” “Massive migration from the steppe was a source for Indo-European languages in Europe”; Haak, W.; Lazaridis, (…)” (****) (*****)
Atatürk 84 yıl önce öngörmüş bunu: Türk Tarih Tezi ve Türk Dil Tezinin en güçlü kanıtlarını apaçık biçimde yine Batılı veriyor bize."
(*) Doç. Dr. Ferhan Oğuzkan, Hasan Ali Yücel’in Türk Gençliğine Seslenişleri, meb.gov.tr
(**) Hasan Ali Yücel, İngiltere Mektupları
(***) Atatürk’ün Güneş-Dil Kitabı
(****) Eleştirel Bakışla Güneş-Dil Kuramı ve İlk Güneş-Dil Sözlüğü, K. Arslanoğlu, İ. Arslanoğlu, A.Y. Aksoy
(*****) Batı Dillerinin Kökündeki Güçlü Türkçe, Kaan Arslanoğlu
Güneş-Dil’in 2002’den beri internetteki adresi, Güneş-Dil Kuramı: https://www.facebook.com/groups/740629675966199
Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
kaan arslanoğlu 29.06.2021
Değerli Kumbul, yorumunuz için teşekkürler. Atatürk "Kemalizm"e izin vermeseydi yine bir ad bulup onu karalarlardı, demişsiniz. Doğru. Ama Atatürk düşmanlarının ne yapacağı açısından değil, benim ve benim gibilerin "bilimsel" yaklaşımı açısından sorunlu olduğunu anlatmak istemiştim. Baba oğul aynı çizgideyse ve birçok oğul bu çizgi ve o baba sayesinde bir yerlere geliyorsa bunu herkes anlatacak, ben niye anlatamayacağım, merak ettim. Bir problem varsa babalar ve oğullar, Turgenyev ve Freud gibiler düşünsün. :) Haksızlık? Bu teorilerin araştırılmasını ve okutulmasını Cumhur reisi ve eğitim bakanı olarak İnönü, Yücel yasaklamayıp Ronaldo ve Messi yasaklasaydı o dönemin şefleri olarak onlardan bahsedecektim. Bir şakayla bitireyim. Dadaizmi anımsatıyormuş tarzım, Dadalı Akçakoca'ya bağlı bir belde. Bizim köye de yakın. Herhalde dadaistler oradan çıkmıştı ve beni de etkilemeleri doğal. :) Tekrar sağ olun diyerek, saygılarımla.
fahri kumbul 29.06.2021
....bir önceki isimsiz yorumun devamı.. Suçun hepsini ona yüklemek biraz adaletsizlik oldu. Bir de bu baba-oğlu eşleştirmeleri ya da karşılaştırmaları ile yaptığınız eleştirilerin ne derece sağlıklı olduğundan kuşkuluyum. Teşbihte hata olmaz desturuna sığınarak, (H.Âli Yücel gibi) “yüceltildikçe değersizleşen şeyleri ortaya çıkarma, isyan, bir tür kışkırtma, var olan yerleşmiş anlayış ve ilkeleri sorgulama, uyarma, eleştirme ve belki biraz aşağılama” açısından; sizin yönteminizi biraz Dadacılığa benzetiyorum.
29.06.2021
Atatürk dönemi bir “…izm” takısıyla adlandırılmasaydı ve kendisi de buna izin vermeseydi dahi kuyruk acısı olanlarca yine karalanırdı. Kendileri bir adlandırma yaparlar ve bir lakap bulurlardı. Bütün kötülüklerin anası (atası) cumhuriyet ve kurucu öğretisi, ülküsü ve düşünceleriydi onlara göre. Türl çevrelerin H. Âli Yücel Eleştirilerinden örnekler: “Tek parti, ulus-devlet ve milli kimlik oluşturma sürecinin bir yontusudur. Devrim karşıtı dönem diye sınıflandırılan zamanlar içinde kurulsa da kendi gerçekliğinin üzerine katlanan bir mitin (Köy Enstitüleri) kurucusu sıfatıyla şişirilmiş bir balondur. Siz de Atatürk’ün dil teorisini sonlandırdığı için eleştirmiş oldunuz.. devam edecek
Ahmet Yeşildirek 27.06.2021
Sayın Perinçek bu konunun uzmanı sayılır (Güneş dil teorisi yada Türk dili) ancak Hasan Ali Yücel konusunda sizin gibi mi düşünür bilemiyorum?
Medyacı Macit 25.06.2021
Erkan Demirci kardeş .. Nazım Hikmet'in en ünlü eseri Kuvvâyi Milliye Destanı. Mustafa Kemal'e, istiklâl savaşımıza samimiyetle övgüler düzmüş. Gençliğinde okuduğu Galatasaray Lisesini bırakarak İnebolu üzerinden Kastamonu / Bolu / Ankara'ya kadar aylarca çok zor şartlarda.. kuvayi milliye bölgesine gidip destek vermiş. Ankara'nın görevlendirmesiyle çeşitli kasaba köy okullarında eğitmenlik yapmış. Anadolu insanlarına, Şeyh Bedrettin gibi halk kahramanlarına, yoksul, geri bırakılmış halkların isyanlarına, mücadelelerine destek vermiş, şiirler yazmış. ABD / Batı emperyalizminin taahkümüne canı pahassına karşı çıkmış. Bu yüzden hapishanelerde çürütülmüş, yurt dışına kaçmak mecburiyetinde kalmış. Dışarda da.. hiç bi zaman ülkesini ve halkını kötülememiş, anti emperyalist görüşlerini, mücadelesini edebiyatında şiirinde sürdürmüş. Üst resimde gördüğün paçoz, çakma.. etil âlkolden nöronları patlamış, nikotin çekmekten sinapsları uçmuş .. batı yanaşması solcularla karıştırmamak lââzım.
kaan arslanoğlu 25.06.2021
İsmini yazmayan son sayın yorumcumuz, Kazım Mirşan arkeolog değildi. Değerli çalışmaları ve kitapları vardır. Keşke çok daha fazla okunsa. Ama işin kurgusuna, abartısına fazlaca kaçmıştır. Bu da bu tür tezlerin tersi yönde en büyük açmazı. Bilimsellikten kopmamak, hayal gücünü zorlamamak gerekiyor. Aksi halde inandırıcılığı azalıyor. Çoğunlukla uçuk kaçık insanların tezi gibi algılanmasına yol açıyor. Erkan Demirci dostum, Nazım Hikmet'i bu yönüyle hiç düşünmemiştim. Halk şiirine nasıl zarar vermiş? Biraz açarsan iyi olacak. Sevgiler.
25.06.2021
Arkiolok rahmetli kazım mirsan araştırmalarında Turklerin anadoluda 13,000 yıl önce var olduklarını yazıyordu bundan 10 yıl önce televizyonlara çıkıyor on Türk yazılarını cevirmini göstererek anlatiyorduAvrupada isvicrede markalarda Türk yazıları Türk kültürüne Ayit hali kilim dokuma aynı modeller buluyor televizyonda gösteriyordu Tarihten Türkü çıkar yerinde hiç kimse kalmaz diyordu
erkan demirci 25.06.2021
nazım hikmet de aynı degil mi halk şiirine verdigi zarar az mı
Nedim Pala 25.06.2021
10 yaşlarında ilkokul da başladık ..Türkçe, dilbilgisi, tarih ..sonra orta, lise de devam ettik edebiyat, felsefe.. tam 10 yıl boyunca yüzlerce saat bu derslerden eğitim gördük. fâilâtün mefülün .. tecahülü arif sanatı, şair nedim'in sadabat kayıklarında şarabı çekerken okuduğu şiirler. homeros, dyonizos, persopolos, zeus.. atrakisyon, falsafisyon, demostrasyon .. evde, kütüphanelerde, babamın gazete kitap bayisinde, gençlik dönemimde her hafta girip çıktığım cağaloğlundaki yayınevlerinde ..on binlerce kitapla karşılaştım ! bi tane kitaba bile rastlamadım Türk tarih tezi / Güneş dil teorisi falan gibi bişeye ? 60 yaşına doğru haberim oldu, böyle bi teori, bilim varmış diye ! üstünü ölü topraklarıyla yerin 7 kat dibine gömmüşler ! bakmışlar ama görmemişler, duymuşlar ama işidmemişler .. kazara görenler de ''şeytan görmüş cin gibi çarpılmışlar ! Tööbe estağfurullah diye istiğfar edüp ! boy abdesti almışlar. Kimseye bahsetmeyip sır gibi saklamışlar.