Deneme
Dil Efendim... Dil... (9)

20. BÖLÜM
Artık vakti geldi. Atatürk kapitalist miydi, sosyalist miydi? Size bunu soruyoruz. Veya 3. bir yol mümkün müdür? Atatürk’ün sistem anlayışı neydi?
Hemen söyleyeyim: Atatürk sosyalizmi seçmedi. Bu net ve kesin. Fakat bundan daha büyük bir gizli gerçek var ki onu az kişi görür: Sosyalistler de sosyalizmi yeğlemedi. Kağıt üstündeki sosyalizm hiçbir ülkede, hiçbir zaman kurulamadı. Marksist literatürde hedeflenen asıl sistem komünizmdir. Ancak oraya sosyalizm yolundan geçilir. Komünizm bir ütopyadır ve çok ileri bir aşama anlamında hep bir hayal olarak kalmıştır. Ancak sosyalizm de tam anlamıyla değil, ama büyük oranda ütopya olarak kalmıştır. Bunun nedeni şekillerden öze geçilememesidir. Başka deyişle “işçi devleti” kurma iddiasının lafta kalmasıdır. Hiçbir sosyalist ülkede işçiler doğrudan yönetime geçemedi, devlet işçilerin değildi, devleti işçiler yönetmiyordu. Onlar yerine işçi temsilcisi iddiasındaki çeşitli kesimlerden siyasiler yönetiyordu devleti. Bunların içinde işçilerin arasından çıkanlar da vardı elbette. Ama onlar işçilerin arasından çıkar çıkmaz işçi olma karakterlerini neredeyse tümüyle kaybediyordu. Suyun içinden çıkarılan balığın artık balık değil, ölü balık olması gibi. Kökünden koparılan çiçeğin artık doğal çiçek değil vazo çiçeği olması gibi. İşçilere atfedilen tüm olumlu özelliklerini yitirdikleri gibi, artık onların temsilcisi de sayılamaz hale geliyorlardı. Sosyalist ülkelerde yönetici bir sınıf oluşuyordu. Bunlar burjuva sınıfından farksızdı. Bunlar devlet burjuvazisiydi. Kaldı ki özel teşebbüs sahibi klasik tip burjuvalar da varlık buluyorlardı sosyalizm altında. Sosyalistler hiçbir zaman saf sosyalizmi seç-e-mediler. Sosyalizmler “aydınlar” sosyalizmi olarak kaldılar en olumlu, en iyi zamanlarında bile.
Atatürk Marx’ı pek fazla incelemedi. Bazı sosyalist önemli yazarları okumadı. Ama dönen tartışmalara üçüncü şahıs yazarları okumak yoluyla vakıftı. Hatta şu anki, 2021 “aydınlarından”, “sosyalistlerinden” daha iyi ve net kavramıştı olayı. Derin okumaları, çok zekice gözlemleri ve üstün sezileri sayesinde. Lenin’in yapmaya çalıştığı şeyi takdir ediyor, ama Rusya açısından risklerini de görüyordu. Ayrıca bu cereyan ülkeye gelirse bağımsızlığı bu sefer başka bir açıdan kaybetme ihtimali büyüktü ve onu da görüyordu. Üstelik Kurtuluş Savaşı’nın başarısını ciddi riske atarak farklı bir mandacılık kabul edilecekti. Buna ilk aylardan itibaren yanaşmadı. Önlemlerini almaya başladı.
Kurtuluş Savaşı ve Atatürk emperyalizme karşı ilk başkaldırı hareketi ve lideri olarak geçer Marksist eserlerde. Lenin bu hareketi çok takdir etmiştir. Pek çok Marksist-Leninist eserde onlardan bahsedilir. Ne var ki Marx’da nasıl Osmanlı ve Türkleri öven kısımlar çevirilerde çıkarılmışsa, Lenin ve ardıllarının milli kurtuluş savaşını takdir edip örnek gösteren bölümleri ya anılmaz ya da önemsenmeden geçiştirilir son dönem radikal sol çevrelerde. Atatürk de Sovyetlerin Kurtuluş Savaşına yaptığı önemli desteği hep değerli bildi ve ölene kadar dostluk ilişkileri bozulmadı onlarla. Ama bu ilişki “uzak dur yoldaşım, karışma bana” ilişkisiydi.
Atatürk o derin sezgisiyle daha o dönemden Marksizm ve sosyalizm hakkında birçok şeyi gördü. Marksizmi pek gerçekleşmeyecek bir ütopya saydı ve o yüzden o yönde okumalarını kısıtlı tuttu. Marksist olduğunu söyleyen Lenin’in çizgisinin Marksizme pek de uymadığını daha o dönemden gördü. Bu açıkça Marksizm adı altında ulusalcı bir sosyalizmdi. Rusya ile Türkiye birçok yönden birbirine çok benziyordu. İkisi de eski gücünü yitirmiş Doğu Avrupa imparatorluklarıydı ve ikisi de aynı tarihlerde imparatorluğu yıkarak cumhuriyete geçmişti. İki cumhuriyet de emperyalizme karşı direniş ruhuyla kurulmuştu. Batı’ya karşı kendi egemenlik sınırını kesin çizerek. Rusya bunu 1917’de yaptı, Türkiye 1919’da başlattı ve 23’de bitirdi. Atatürk Ruslar yapmışsa, o Tatar bunu yapmışsa biz de yaparız dedi içinden, birkaç yerde üstü örtülü sosyalizmden bahsetti, ama daha ileri gitmedi.
Marx’daki işçi sınıfı enternasyonalizmine ters bir şeyler vardı Sovyetlerde. Hiç bir devletin işçi sınıfı, öteki işçi sınıfını ciddi ve kalıcı anlamda desteklemiyordu. Aksine silah elde öbürüne karşı savaşıyordu genelde. İlk sosyalizm Avrupa’nın en ileri kapitalist ülkesinde değil kapitalist yönden en az gelişmiş, en az işçi nüfusuna sahip ülkesinde ortaya çıkmıştı.
Benzerlikler çoktu ama Türkiye’de Rusya’dakinin yarısı kadar bile işçi yoktu, kapitalizm yoktu. Rusya’nın giriştiği maceraya Türkiye giremezdi. Nitekim Rusya NEP ile (Yeni Ekonomik Politika) bir süre sonra burjuvaziye, özel sermayeye denetimli serbestlikler tanımak zorunda kaldı.
Ve yinelemek gerek. Rusya’da devletin adı Rusya Cumhuriyeti değildi ama, Ruslar ve Rusluk her bakımdan birinci sınıfta seyrediyor, Türkler ve öteki milliyetler 2. sınıfta yol alıyordu. Gürcü Stalin zamanında bu eğilim daha da netleşti ve sorun acımasız etnik temizliklere kadar büyüdü.
Atatürk tüm devrimciliğine karşı kesinlikle maceracı değildi ve bu riski göze alamazdı. İçinden bazı şeyler dürtse de, az çok hoşlansa da, birçok arkadaşından ve Sovyet kanadından telkinler güçlü gelse de sosyalizm yoluna girmedi. Yobazlar onu dinsizlikle suçlasa, içinde dine karşı bazı eğilimler taşısa da, ne ateizm ne dinsizlik yolunu tercih etti. Ne baştan ne de iyice güçlendikten sonra… Laik bir dinsellikten yana tavrını açık bir biçimde koydu.
Onun sistemi büyük devletlere karşı siyasi ve ekonomik bağımsızlığı koruyarak devlet denetiminde kapitalist gelişme modeliydi. Burjuva sınıfı oluşturmak ve var olanları ülke yararına üretim yaptığı müddetçe desteklemek, ekonomik politikasıydı. Ülke yararları doğrultusunda denetim altında tekrar yabancı sermaye girişine izin veriyordu. Devleti ekonomiye üretim ve satış alanında sonuna dek sokan, devlet kontrolü altında özel teşebbüsü destekleyen bir karma ekonomi modeliydi. Devletçi kapitalizmdi uyguladığı sistem.
Sovyetlerde de bazı dönemlerde orta burjuva üretimine ve birçok dönem küçük burjuva ekonomisine izin verildi nitekim. Yugoslavya’da daha ilerisine izin verildi. Hele şu andaki Çin Atatürk’ün tasavvur ettiğinden çok daha ileri bir kapitalizm modeli uyguluyor.
21. BÖLÜM
Evet, tamamen öyle. Atatürk kendine sosyalist demeden bir tür sosyalizm uyguladı. Sen de dersin ya ben sosyalistim, ama adların çok da önemi yok. Kamu yararına planlı bir ekonomi varsa, üretim ve tüketime kamu-devlet denetimi uygulanıyorsa, ortada özel teşebbüs, hatta büyük burjuvazi de bulunsa, o da bir tür sosyalizmdir. Arzulanan güzel bir sosyalizm değil ama mevcut dünyaya ve insana daha uyumlu bir sosyalizm olarak kabul edilebilir. Bu da o işte. Hatta bir şey diyeyim, Atatürk bu devlet ve ekonomi ilişkisi tartışmasında bazı birçok kaynağa göre daha liberal taraftaydı. Devletin her alanda ekonomiyi götürmesi ve sıkı devlet denetimini ekonomik kalkınma hızını yavaşlatır görmeye başlamıştı. O yüzden İsmet İnönü’yle tartışıyor, Celal Bayar’ın özel sektöre daha çok imkan açan görüşlerini kendine yakın buluyordu. Tabii bundan Atatürk liberalleşmişti anlamı çıkarılamaz. Atatürk sadece kalkınmada hızlanma nasıl sağlanacak, Batı ile aramızdaki makası nasıl daha çabuk kapatırız.. konularında kaygılanıyordu. Devlet ve kamu yararını elbette o da en başta tutuyordu ama devletçi bürokrasinin gerici, faşizan, gelişmeyi engelleyen yönlerini görmeye başlamıştı. Tıpkı Sovyetlerdeki gibi. Kendi baştayken ya da kendi gibi birileri baştayken kamu yararına nasıl daha büyük ivme yaratılır, onun hesaplarını yapıyordu. Peki Çin’e ne diyeceksiniz? Bir de şu “bilimsel sosyalizm” kavramına?
O senin konuların Kaan bey. Ben bana yüklenen bilgiler ve senin bazı görüşlerin üstünden bir şeyler diyebilirim ancak.
Önce şunu söyleyeyim ki “bilimsel sosyalizm” kavramı özenti ve bilim dışı bir kavram. Bunu kimileri alışkanlık gereği söyleyip duruyor, kimi Marksizm-Leninizmin kalan saygınlığından azami ölçüde yararlanmak için. O adı politik bakımdan yararlı gördüğü için kullanıyor. Bir tür siyasi oportünizm. Fayda sağlayacaksa kullansınlar varsınlar, gerçi ne fayda sağlar emin değilim. “Bilim” denince gerçek bilimi tamamen boşlamış bu fetişist toplumlarda akan sular duruyor ya. “Bilimselim” deyince ilk anda güzel göz boyuyorsun. O yönden faydalı sanıyorum.
Tereciye tere satmayalım ama işin kaynağı şu: Marx’dan önce, Marx zamanında ve Marx’dan sonra başka pek çok sosyalist akım ortaya çıkmış. Hatta pek çok dönem onlar daha geniş kitleleri etkilemişler. Marx’ın temel farkı, çok ciddi bir biçimde ve kapsamlı çalışmalarla işin bilimini ortaya koymak. Ekonominin yasaları ne, kapitalizmin yasaları ne, sınıfların özellikleri ne? Bu yöndeki derinlikli çalışmalar sonucunda kapitalizmin bir şekilde tüm dünyaya yayılacağını, her yana egemen olacağını, işçi sınıfının çok kalabalıklaşacağını, dünyada işçi ve patrondan başka neredeyse sınıf kalmayacağını, kapitalizmin girdiği iş bu ekonomik gelişme ve beraberindeki krizler sonucu kaçınılmaz olarak sosyalizme, oradan da komünizme varacağını öngörmüş Marx. Sosyal ve ekonomik yasalar gereği o misyonu işçi sınıfının gerçekleştirebileceğini, siyasetin işçiye dayanmak zorunda olduğunu… Doğanın maddi yasalarının da bu evrim ve devrimi desteklediğini açıklamışlar öteki Marksistler. Böylece Marksistler kendilerini öteki sosyalistlerden ayırarak “bilimsel” ünvanını vermişler kendilerine.
Olay budur. Kapitalizmin o kadar saf gelişen bir şey olmadığı, ne kadar gelişse de bazı yönlerden gelişmemiş kalabildiği, krizlerin kapitalizmin yıkımına değil güçlenmesine yaradığı, işçi sınıfı ve patronlar dışındaki ara sınıfların kaybolmadığı, hatta daha da güçlenip belirleyici hale geldiği, işçilerin hiçbir yerde doğrudan yönetime gelemediği, sosyalist sistemlerin kağıt üzerinde sosyalist olup devletçi kapitalizmlere dönüştüğü zamanla tek tek görüldü. Doğa yasalarının da 19. Yüzyılda sanıldığından çok daha karmaşık ve bazı yönleriyle hala bilinemez oldukları anlaşıldı. Daha kötüsü Marksizm 1777 farklı tür Marksistin keyfine göre farklı tarzda çiğnediği bir sakıza dönüştü. Bir dogmaya, bir tür bağnaz din anlayışına dönüştü. Neyin bilimseli? Laf ola beri gele. Bir kere burada öyle bir oksimoron var ki… Bir öğretinin bilimsel kabul edilebilmesi için “izm” olmaması gerek. Kendini de inkar edecek kadar teste, deneye, tartışmaya açık olması gerek. Burada ise deneyler hep aksi sonuç verse de “izm”in gücü ortadan kalkmıyor. Yani bu öğreti başlangıçta, evet bilimsel bir hipotezdi, ama şimdi bir inanç sisteminden ibarettir.
Murat Belge başta olmak üzere günümüz Marksistlerinin Marx’ı sevip Lenin’i hiç sevmemelerinin altında da zaten sizin kısaca özetlediğiniz bu tablo yatıyor. Marx’da emperyalizm kavramı yok. Lenin getirmiş bu kavramı ve anti-emperyalist mücadeleyi. Marx ne kadar ağır eleştirse ve acımasız yönlerini yerden yere vursa da kapitalizme, özellikle büyük devletler kapitalizmine, kolonyalizme biraz hoş görü, hatta sempatiyle bakar. Niye, çünkü her yere kendini yayacak ve gelecekteki büyük global sosyalist devrime zemin hazırlayacak diye. Şimdiki emperyalist uşşağı komünistler besinlerini bu teorik zeminden alırlar. Lenin işe karışınca, Mao karışınca anti emperyalizm gündeme gelir, tezgahları bozulur. Bu çerçevede Çin’e nasıl bakıyorsunuz? Daha önce de az değinmiştik gerçi.
Herkesin sosyalizmi de kapitalizmi de kendine diyorum. Çin sosyalizminin o klasik “bilimsel sosyalizmle” hiçbir alakası olmadığı ortada. Çin tek kutuplu dünyayı bozuyor, ABD’nin global düzenine çomak sokuyor, o yüzden sempatiyi hak ediyor. ABD’ye karşı öteki devletlere az biraz nefes aldırıyor. Kendi halkı için de kötünün çok iyisi. Diyecek laf yok. Ama gerçekten sosyalizm mi? Bunu demek için Çu En Lay’ın “Fransız devrimini nasıl değerlendiriyorsunuz” sorusuna verdiği cevap gibi, “bir şey demek için çok erken”. Yukardaki genel çerçeveden bakıldığında bu rejime sosyalist denebilir. Ama aynı zamanda azgın bir büyük kapitalist devlettir Çin. Çin önderliği felsefi anlamda, sosyalist ideoloji bakımından çok kof. Küba da aynı koflukta. Pragmatizmin kitabını yazıyorlar, teorik olarak altını doldurmaktan çok uzaklar. Yani dünya insanlığına fikren önderlik edemiyorlar. Ne kadar güvenilebilir? Ne kadar örnek alınabilir? Zor konular. Atatürk’ün bağımsızlıkçı çizgisinden sapmamak gerek derim bana sorsanız. İdeolojik bağımsızlık, ekonomik ve siyasi bağımsızlık. Ama daha tehlikeli düşmana karşı elbette Atatürk gibi Çin ile de Rusya ile ittifak yapılabilir. Türkiye’nin bile emperyal eğilim ve atakları varken, Çin’in ve Rusya’nın emperyal eğilimler göstermeyeceğini söylemek saflıktan öte sahtekarlık olur. Ve Çin’in bu eğilim ve atakları giderek güçlenecektir. Vaktiyle Sovyetler’e sosyal emperyalist diyenler ki, bunda haklılık payı büyüktü, Çin’e de aynı eleştirileri getirecekler mi? Getirmeyeceklerse o günün TKP’sinin suçu neydi ki, onlara Rus ajanı gözüyle bakarlardı.
22. BÖLÜM
Bir de sayın ATA, insanlık ilerlemeye çalışmaktan vazgeçtiğinde geriliyor. Tek tek insanlar için de söz konusu bu. Bir hedef belirlemek ve o doğrultuda çaba harcamak lazım. Başarılamasa bile hiç değilse kişiyi veya toplumu çukura düşmekten alıkoyuyor. Şimdi çukurun ta dibinde olmasak bile dibe yakın bir yerdeyiz.
Bir hedef koyup ilerleyemeyince başka bir yöntem de geriye bir hendek kazmak ve hiç değilse o mevziden arkaya düşmemeye çalışmaktır. Fakat bu da bizde ve dünyada bir işe yaramadı. Şöyle anlatayım: Birçok insan şöyle düşündü (zaman zaman ben de öyle düşündüm); madem kitaptaki sosyalizmi bu insanlık beceremiyor, adı ne olursa olsun ona yakın, ona benzer bir rejimi savunalım. Bu kamucu, devletçi kapitalizmdir. Başka deyişle reel sosyalizmler ya da Atatürk zamanı rejimi gibi. Fakat oradaki siperde de tutunamadık. Daha geriye düştük.
Birileri dedi ki hadi onu da beceremedik az çok dışa karşı başı dik, daha kamucu, daha aydınlık rejimlere de fit olalım. 80 öncesi Ecevit hükümeti, yakın tarih DSP-MHP hükumeti gibi. Hayır, oradan da püskürttüler. Şimdi de bakmayın muhalefetin onca yalan sağanağına, hiç sevmediğimiz bir sistem uygulaması altında bile olsa az çok başı dik bir idarede bazı alanlarda güzel ilerlemeler var. Az çok bir kamuculuk ve sosyal adalet anlayışı var. Hayalimizdekinin kötü kopyaları gibi ama olsun. Oradan da geriye düşeceğimiz açık gibi. Toplumsal baskı ve dış zorlama o yönde. Büyük hedef mi belirlemek daha doğru, daha mütevazı hedef mi? Yoksa geriye kaçacağımız son kırmızı çizgiyi çekmek mi? Mesela ben bile bir ara madem hiçbir alanda tutunamıyoruz, hiç değilse asgari ölçüde demokrasi olsun ülkede deme noktasına gelmiştim. Oysa son 20 yılda gördük ki en çok demokrasiden bahsedenler en kanlı katliamcı güçler, en işbirlikçi ve faşist olanlar. Atatürkçülük çıtasında ısrar edelim dedik, bakın en işbirlikçi, en az özverili olanlar Atatürkçüler. Yani sağlam bir doku bulamıyoruz veya çapamızı attığımızda tutacak sağlam bir su altı zemin. Ne yapmalı?
Şu durumumla size kesin ve açık bir cevap veremeyeceğim. Belki ilerde. Durun bakalım. Onun yerine Marksistlerin iki temel açığından bahsedeyim.
Birincisi devletle ilgili olan açık. Marx’ın kurup Lenin’in geliştirdiği devlet ve devrim kuramına göre sosyalist devrimciler mevcut burjuva devlet aygıtını hükumeti elde etmek yoluyla ele geçirmezler. Bütünüyle yıkıp yerine yeni sosyalist devleti kurarlar. Bu anlamda sosyalist devrimciler devlet düşmanı, devlet yıkıcısıdır. Tamam, bir devrim söz konusuysa ya da yakınsa bunda bir tuhaflık yok. Fakat devrim yakın değilse mevcut devlet ve rejim altında sosyalist devrimciler devlete karşı ne tutum almalı?
Sosyalist devrimciler bir yandan da eğer bir devrimci durum yoksa halkın çıkarlarını, kamunun çıkarlarını savunmak zorundalar. Kamucu ve devletçi olmak durumundalar, özel teşebbüsün ve emperyalizmin yayılımına ve aşırı güçlenmesine karşı da böyle davranmak zorundalar. Alın size aşılması çok güç bir çelişki. Bir takım sosyalist devrimciler belli dönemlerde ülkenin ve halkın çıkarı için, bağımsızlık için, sosyal adalet için, vicdan için kamu ve doğrudan devlet yararına tavır alırlar. Zaten eğer kendileri devlet görevlisiyse örnek olmak bakımından da ahlaken de böyle tutum alırlar. Ama öte yandan içgüdüsel teorik yüklenmeleri devlet düşmandır, “devleti yıprat, yıkmaya çalış” komutları verir durur. Devlet için düzgün çalışsalar halk ve ülke yararına olacak, ama öte yandan devrim zararına devrimi geciktirici olacak. Bu çelişki içinde kendileri farkında bulunmasa bile açmaza düşerler.
Devrimci dalganın yükseldiği 80 öncesi koşullarda o açmaz pratik içinde çözülüyordu ve büyük sorun teşkil etmiyordu. Fakat 80 sonrasında Marksist solcuların ya da Marksizmden etkilenenlerin içinde giderek devlet düşmanlığı ağır bastı. Kamu yararına pek az iş yaparak, hatta hiç yapmayarak, bir yandan sosyal adaleti, kamu yararını lafta savunmak, özelleştirmelere karşı durmak, halka devlet hizmetlerini sözde sınırsız savunmak, öte yandan devletin başarısızlığı için uğraşmak… Devlet başarsa da “başaramadı” demek. Yıkıcılık yapmak. Devrimci durum dışında yıkıcılığın ağır basması açıkça halka ve ülkeye ihanettir ki, Türkiye’de sol bu konuma düştü.
Onunla bağlantılı ikinci konu ise ulusal meselede Marksizm açmazıdır. Marksizme göre sosyalist düşünce yayılıp, devrimler zincirleme patlayınca dünya işçi sınıfı kardeş olduğunu anlayacaktır. Uluslar ortadan kalkacak, proletarya enternasyonalizmi hayata geçecektir. Ne uluslar ortadan kalktı, ne çeşitli uluslardan işçiler birbirini kardeş gördü. Bu ütopyada diretenler önce enayi konumuna düştü, sonra başka sosyalist devletler hesabına çalışan ajanlara dönüştü. Baştan iyi niyetli olsalar bile.
Aynı şekilde Marx’da ezilen ulus ve ezilen ulusu destekleme gibi bir kavram gelişmemiştir, ama Lenin bu kavramı geliştirdi. Emperyalizme karşı başkaldıran ezilen uluslar desteklenmeli, tek devlet çatısı altında yaşayan ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınmalıydı. Bu yönde bazı uygulamalara gitti Sovyetler, bazen de tam tersini yaptı. Çünkü bağlayıcı iki kural şuydu: Eğer bu ezilen ulus emperyalizme karşı direniyorsa desteklenmeliydi. Ve ayrılmak isteyen ulusun bu hakkı o ülkede sosyalist devrimin çıkarınaysa tanınmalıydı. Başka deyişle birincisi kesin kuraldı, ikincisi ise güncel siyasete bağlı olarak sosyalist önder partinin yorumuna bırakılmıştı.
Bu tavır, bu ilkeler günümüze gelene dek yozlaşa yozlaşa tanınmaz hale geldi. Emperyalizmin güdümüne girmiş solcular emperyalizmin kuklası hareketlerin emperyalizm yararına ayrılık hareketlerine gaz vermeye, benzin dökmeye başladı. Amaç sosyalist devrim yararına taktikler geliştirmekten çıktı, büyük devletlere hizmet yarışına döndü. Yugoslavya’nın parçalanmasına, iç savaşın soykırıma dönüşmesine böyle alkış tuttular. Irak’ın, Suriye’nin parçalanmasını böyle desteklediler. Narko terör örgütü PKK’ya doğrudan veya HDP aracılığıyla böyle arka çıktılar. Sosyalizm hedefi unutuldu “yalizm”i kaldı, devrimden vazgeçildi “verim” kaldı.
Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Nedim Pala 21.08.2021
ben bu 2 teori için şimdilik kesin yorum fikir sunmayacam. sadece 40 yıllık ticari, mesleki yaşam içindeki gördüğümü söylemek istiyorum. 2 binli yılların başına kadar.. ekonomi, teknoloji, ticari hayatta; abd/ avrupa ve abd partnerleri (japon, kore) olan ülkelerin malını, teknolojisini, silahını, inciğini boncuğunu alır, kullanır, paramızı yollardık. G7'nin dünya ekonomisindeki payı 2020'de %46. 2000'de bu %65'ti. . (bugünkü payları ABD %24.8 Japonya %6 Almanya %4.5 Britanya %3.2 Fransa %3.1 İtalya %2.2 Kanada %1.9 son 20 yılda büyük değişim oldu. içinde bulunduğum sektör, onun yardımcı sektörleri ve yaşam içinde ilişkide olduğum çoğu ticari, teknik, ürün,donanım, ilişki, partnerlik kullanımda .. önceki emperyal ticari hegemonya yıkıldı. çin'in mâmul ve yarı mâmül ürünleri, tekniği, ihracatı, batı ve onların yancısı ülkelerin üretim kiliselerinin çanına ot tıkadı. bu şüphesiz gerçeğin etkisi dünyanın, kapitalist emperyalist kampın durumunu ne hale getirecek ? çin, rusya asya yıkılan bu eski hegemonyadan sonra daha güzel bi dünya sunacak mı ? soru budur.
Nedim Pala 21.08.2021
Çin'in pozisyonu tanımı için dünya çapında 2 görüş var ! 1)) Çin'in ayakta kalması, liberâl vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü dünyada kendi halkını doyurabilmesi için sosyalist ekonomik modelle bunu başarması mümkün değildi. bu yüzden kapitalist/ emperyalist kampa karşı onların silahıyla mücadele etmesi akılcıydı. nitekim hem ayakta kaldı, halkını doyurdu, ülkesini kalkındırdı. hem de.. emperyalizmin elindeki en büyük gücü (üretim, pazar payını) emperyalist kapitalist batı aleyhine çevirmeyi başardı. 2)) küresel güçlerin yeni bir projesi, konumlanması gereği .. üretimlerini çin'e yöneltmeye başladı. abd'den çekilerek küresel merkezi bi dünya projesinde çin ile beraber çalışmaya başladı ! bu 2 ana teori ortalıkta çarpışıyor. bu teorilerin tutarlığı, ekonomisi, politikası, gerçekliği üzerinden bu tartışmayı, büyük sorunun cevabını bulmak gerekir ..diye düşünüyorum. bu 2 teoriden hangisi hakikâte yakın tutarlı ise ?? mesele çok daha net açığa çıkıp ilerleyecek.
Șükrü Șencan 20.08.2021
Efendim ben, teșekkür etmek isterim. Yazı dizisini takip edeceğim. Selamlar.
fahri kumbul 20.08.2021
... Ve 20. Asra çeyrek kala 11.Abdulhamit ve “Meşrutiyet” ilanı. Sonra 93 (1878) Harbi bozgunu. “İttihat ve Terakki” nin devreye girmesi ve 1908’deki seçimle yönetimi ele alması. 1913 ilk darbe ve 1918’e kadar İttihat Terakki yönetimi (savaşlar, isyanlar, ayaklanmalar) … En önemli konu madenlerin, demiryolu ulaşımının, gümrüklerin yabancıların elinde olması; kurumların işlevlerini yitirmesi (bugün de öyle), yarı sömürgeleşme (Kapitülasyonlar), Genel borçlar (Düyun-u Umumiye) anlaşmasıydı. Saygılar
fahri kumbul 20.08.2021
OSMANLI’DA DURUM NEYDİ? 1600 ve 1700’lerde “tımar sistemi” bozulmaya başladı. Sanayi olarak yalnızca dokuma, kâğıt ve şeker tesisleri ve birde ordu ihtiyaçları için top, tüfek barut tesisleri ve tersaneler vardı. Dış ticaret (ithalat) yabancıların elindeydi. “Modernleşme” süreci zorunlu olarak 1800’lü yılların başında başladı; ama devlet kurumları zaten çökmüş durumdaydı. Padişah yönetimi isyanları bastırmaya çalışmakla meşguldü. Her savaşı ve topraklarını kaybediyordu. Ekonomi bankerlere çalışıyor, halk hayat pahalılığından kıvranıyordu. 111.Selim’in iyi niyetli çabaları tepkiyle karşılandı ve sonuç vermedi. Ardından aynı şekilde 11. Mahmut’un “modernleşme” çabaları da...
fahri kumbul 20.08.2021
...Genç Cumhuriyet henüz altı yıllıkken 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı (Büyük Buhran) çıkmıştı. Türkiye ekonomisinde, bu krizin etkisiyle devletçi politikalar ağırlık kazanmaya ve tarımdan sanayiye doğru bir yönelim başladı. Devletçilik düşüncesinin en temel nedeni, özel sektörün yeterli sermaye birikimine sahip olamaması ve yabancı sermayeye olan güvensizlikti.
fahri kumbul 20.08.2021
Azınlıklar azaldı, nüfus türdeş bir karışım oldu. Ticaret, zanaat ve bankacılık, bankerlik ve tefecilik Rum ve Ermenilerdeydi. Ekonomi %80 ilkel tarımla dönmeye başladı. İşgücü açığı vardı. Cumhuriyetin önceliği “Ulus Devlet” bağımsızlık ve çağdaşlaşma amacı; onun için de milli ekonomi… “Yeni Türkiye Devleti bir devleti iktisadiye olacaktır”. 17 Şubat 1923 “İzmir İktisat Kongresi” ile kapitülasyonlardan kurtulmaya öncelik verildi ve sonra İş çevreleri ile kaynaşma ve dayanışma, “liberal” politikalarla savaş sırasında Sovyet Rusya ile yakınlaşmadan kaygı duyan Batıya bazı olumlu iletiler verildi. “Yabancı sermaye” yatırımlarına açıktı. Özel sektör tarafından kurulamayan işletmelerin devletçe gerçekleştirilmesi benimsendi. Genç Cumhuriyet henüz altı yıllıkken 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı (Büyük Buhran) çıkmıştı. Türkiye ekonomisinde, bu krizin etkisiyle devletçi politikalar ağırlık kazanmaya ve tarımdan sanayiye doğru bir yönelim başladı. ...
Hasan Karlanoğlu 18.08.2021
Taliban Afganistan'ın Mustafa Kemal'idir. Batı uşağı yobazlar bunu anlayamaz.