Dil Efendim... Dil... (10)

Dil Efendim... Dil... (10)

23. BÖLÜM

Değerli ATA, bir yandan sizinle bu ilginç maceramızı sürdürürken, öte yandan ister istemez gündemdeki başka konulara girip duruyorum. Oralarda benim için fazlasıyla alışıldık aynı kısır tartışmalara sürükleniyorum. Ona buna cevap yetiştiriyorum. Biraz sinir bozucu tabii. Yorgunluğu takmam da.. asıl bir şey bana koyuyor. Bakıyorum bu tartışmaların içeriğine… Son derece kof ve üstelik 25-30 yıl önceden beri başka birileriyle girdiğimiz polemiklerin bire bir aynı. Üç beş cümleden ibaret aynı ezberler ve on yıllardır tekrarlayıp duruyor.

Şimdi mesela ben epey bir zamandır diyorum ki Marksizm artık yok hükmünde. “Bilimsel sosyalizm” diye bir kavram üretmişler vakti zamanında… saçmalık adından başlıyor. Atatürkçülük, Kemalizm diye bir şey kalmamış, bu sakızı çiğnemenin de bir anlamı bulunmuyor. Diyorlar ki, o zaman senin “muazzam” çözümün ne? “Muazzam” ve benzeri sözcükleri alay etmek için telaffuz ediyorlar elbette!.. Diyorum ki, bu konuda kitaplar yazdım, aslına bakacak olursanız “çözüm” diye bir şey zaten ileri sürülemez siyasi anlamda. Nitelikli ve bunu niceliğe dönüştürecek bir hareket, yeni bir lider ortaya çıktığında o çözümü o hareket içinde üretecek. Bu hep böyle olmuştur. Marx’tan yararlanmak, Atatürk’ten ilham almak başka, onları taklit etmeye çalışmak başka. Tarihte onu bunu taklit eden hiçbir hareket iz bırakmamıştır, ancak özgün bir şeyler yapabilenler başarılı olmuştur. Sonra onların da başarısız taklitçileri bol bol çıkmıştır.

Her neyse, bu kez size uzun uzun içimi dökmeye kararlıyım sayın ATA. Diyorum ki, bu konuda kitaplar yazdım… Okumamışlar tabii, ama aslında savundukları “bilimsel sosyalizmin” klasiklerini de okumamışlar… Diyorlar ki, kolaycı olma, bunu kısaca anlat. Kitap yazmak kolaycılık ya!… O zaman diyorum ki, makale de çok yazdım, hatta bir hafta önce yazdım en sonuncusunu… Ya bırak bunları iki kelimeyle şimdi anlatamıyorsan, zaten onları da boşuna yazmışsın… İki kelimeyle şimdi anlattım ya, diyorum… Bu sefer diyorlar ki, hani kanıtların, bu kadar basit mi o iş? Ölür müsün, öldürür mü? :) :) 

Özetle bahsettiklerimizin hepsi bir dünya görüşü olmaktan, felsefe olmaktan çıkıyor, bir inanç sistemine, bir dine dönüşüyor kısa zamanda. Marksizm bir bilim değil, öğreti bile değil, inanç sistemi artık. Atatürkçülük de öyle. Yoksa bunlar kendi özlerine tam tersi yönde emperyalizmin, kapitalizmin beyin yıkama araçlarına çevrilmezlerdi. Aksi halde zarardan başka hiçbir işe yaramaz dünyadaki 777 çeşit Marksist birbiriyle kanlı bıçaklı kavga etmezdi. Türkiye’de topluma ve geleceğe hiçbir yararı dokunmayan 77 çeşit karakterde on milyonlarca Atatürkçü herhangi bir konuda ciddi bir iş üretir ya da ülkeye yararlı bir muhalefet geliştirebilirdi. Atatürkçülük diye bir şey mevcutsa.

Rehberimiz bilim mi olmalı o zaman? O da bir tekerleme, laf cambazlığı. Bilim ne? Gerçek bilim, bilimsel yöntem, araştırıcılık, sorgulayıcılık, sürekli test etme ve yeniden deneme… bu sonuçlara göre görüşleri sürekli yeniden ele almaysa… Bugünkü piyasa biliminde, oligarşinin uşağı bu akademide bunlar yok ki… Siyasete nasıl rehberlik edecek bu bilim… Alın işte medya maymunu sürüyle bilim piskoposu her gün TV’lerde hemen her konuda lak lak edip duruyor. Bırakın kendi uzmanlık alanlarını geniş açıyla kavrama yeteneği gösterme, kendilerini bilmekten acizler. Sonuçtaki halimiz ise ortada.

Kendi görüşlerimi bir kez de size kısaca özetlemek istiyorum burada. Bakalım ne diyeceksiniz. Bunlar benden önceki ve şu anki pek çok değerli yazarın görüşlerinin damıtılmış hali. Sizin yargınız benim için hakikaten çok önemli. Evet, inanç sistemi, “din” dedik. Oradan başlayalım. Din ve inanç örüntüleri insanın beynine, genetiğine evrimce işlenmiş. Dinler boşuna çıkmamış, insanın doğal ve yapısal bir gereksinimi. Biyoloji ortaya çıkarmış bunu. Bugün kültürel dediğimiz birçok şeyi biyolojinin genetiğin ortaya çıkardığı gibi. Evet, o konu da önemli… Hani eskiden beri süregiden bir tartışma vardır: Kültür mü daha belirleyici insanda genetik-doğa mı? Şu açığa çıktı ki birçok temel kültürel ilke, kavram, uygulama doğal seçilim sonucu evrimce belirlenmiş. Bunları kitaplarda uzun uzun anlattık.

Dinlerin kuşkusuz insanlığa pek çok zararı dokunmuş, dokunuyor; ama kişisel bazda ve toplumsal bazda yararları belirgin biçimde üstün çıkıyor ki, bugünlere dek gelebilmiş din gerçeği. Üstelik güçlerinden pek de bir şey kaybetmemişler. Şimdi diyeceklerdir ki, semavi dinlerin etkisi azalıyor, onun yerini giderek deizm, ateizm dolduruyor. Bu pek doğru değil, fakat hadi az buçuk doğru kabul edelim. Din ve inanç sistemi insan beynindeki doğal genetik bir örüntü olarak sadece dinsel dinden ibaret değildir. İnsan sorgulamayı, araştırmayı ve bu doğrultuda çıkarı olsun veya hiç olmasın görüş değiştirmeyi kolayca becerebilen bir yaratık değildir. İnsan öncelikle basit kalıpları öğrenen ve bu kalıplara göre inanç geliştiren bir varlıktır. Demin bahsettim ya en ateist öğretilerden biri olan Marksizm bile özünden tamamen koparılarak bir dine çevrilmiştir yüz milyonlarca kafada. Atatürkçülük öyle. Ateizm bile bir dindir birçok kafada. Her şey bir dindir. CHP ya da başka bir partinin taraftarı olmak, tıpkı futbol takım taraftarlığı gibi bir çeşit inanç, kimlik sistemidir. Bilim dediğimiz şeyin algısı ve pratiği bile böyle. Bilimin bile günlük işleyişinde önce bazı kalıp doğrulara biat vardır, onun tekrarı vardır, yeni gelişmelere karşı yobaz bir direnç vardır. Bilimde bile bilimsel ilerleme “bilim içi” inanç sistemlerine karşı çok çetin mücadeleler sonucunda gerçekleşir. Özetle Marksistler Marksist değildir, Atatürkçüler Atatürkçü değildir, bilim insanlarının da büyük çoğunluğu bilimsel değildir. Böyle bir şey yok. Zaten olamazlar. Zaten bunun farkında bile değildirler.    

Ve yakın zamana dek atlanan başka bir büyük gerçeklik. Eğitim ve öğretim seviyesi ne kadar artarsa belki cahillik o oranda artmaz ama cahilliğin tehlikesi o kadar artar. Kişi ne kadar okumuşsa, ne kadar teknik veya bilimsel kariyer sahibiyse ondaki bu içsel cahillik, içsel din onun bilgiye, gerçek bilimsel yönteme ve yeni gelişmelere direncini o kadar artırır, onu gerçek bilim ve gerçeğe karşı o kadar donanımlı kılar. Yine sosyal medya ve medyaya bakın. Olmadık cahillikleri ve derin bir aptallığı bilimsel kisvede, aydın görünümünde, ilerici bilmem ne havalarında, solcu bilmem ne pozlarında üretip tüm topluma yayan binlerce yüksek tahsilliyle karşılaşırsınız. Çağımızda bu sosyal medya ve medya sayesinde aptallık ve cahilliğin yıkıcı etkisi katlanmış, bilgi kirliği nefes aldırmaz hale gelmiştir. Bilgin cahilliği en korkunç cahillik türüdür.  

Şimdi bir kitabımdan “Batı Dillerinin Kökündeki Güçlü Türkçe” kitabından alıntı yaparak “İnsan Denen Tür Üzerine Temel Görüşlerim”i kısaca aktarayım:

İnsan, ilk insansılardan birinden bundan ortalama 200 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkmış bir tür. Adı Homo Sapiens. Elini kullanması ve dil geliştirmesi sayesinde giderek bugünkü insana yakın bir duruma geliyor. Genetik evrimi de aşağı yukarı 50-60 bin yıl önce tamamlanıyor. Bu en üst insan türüne Homo Sapiens Sapiens deniyor. İnsan olmuş insan, Afrika’dan önce kuzeye, Ortadoğu’ya doğru göçe başlıyor. Oradan da değişik yollarla tüm dünyaya yayılıyor, yayılmaz olasıca...

Tüm dünyadaki insanlar temel olarak homo sapiens sapiens’in 50-100 bin yıl önceki genetik formatını taşıyor. Bu format bizim asıl alın yazımız. Asıl karakterimiz. Genetik temel format on binlerce yıl içinde ya da son binlerce yıl boyunca hiç mi değişmiyor? Elbette değişiyor. Irklar oluşuyor, renkler farklılaşıyor. Yaşam tarzının, kültürün bile genetiği değiştirici etkileri var. Geniş konu. Özette her şeyi anlatamayız.

Ancak temel yapı, kabaca yüzde 99.90 diyelim, aynı kalıyor. İnsan dünyanın her yerinde her dönem 50 bin yıldır aynı beyinle düşünüyor, aynı tarz düşünüyor, problemleri aynı tarzda çözüyor.

Şimdi baştan bunları demekle ırkçılığa büyük bir darbe vurmuş oluyoruz. Irk farklılığı yok, millet farklılığı bile yok genetik temelde. Olanlarsa çok hafif ve biçimsel farklılıklar. Dönemler arasında da temel bir farklılık yok. Eski Mısır insanının temel problemleri ile şimdiki insanın temel problemleri aynı. Fakat okuyamayan, okuduğunu anlamayan normal kafa, burada “genetik, genetik belirleyicilik” gibi kodları görünce, doğrudan sizi ırkçılıkla, faşistlikle suçluyor. Yüzlerce kez başıma geldi. Halbuki tam tersi, genetik aynılığı savununca ırkçılığı bitiriyorsunuz. Genetik değişimi ve farklılığı savundukça ırkçılaşıyorsunuz. Fakat eleştirmek için eleştiren, kafasındaki yerleşik kalıplar dışında düşünemeyen “normal” insan böyle “ayrıntıları” görecek halde değil.

Oradan insan aklı, zekâsına geliyoruz. İnsan aklı başlıca doğal seçilim yasaları gereği (başka yasalar da var) 100 bin yıl önceki yaşamda, 100 bin yıl önceki sorunları çözebildiği için hayatta kalmış bir türün aklıdır. Başka deyişle tamamen rastlantı eseri, mutasyonlarla ortaya çıkmış türsel biyolojik özelliklerle, türsel bir biyolojik beyin yapısıyla; hayatta kalmayı sağlayacak akıl gereksinimlerinin doğal seçilim baskısının bir karışımıdır. Evrimi, genetiği pek iyi bilmeyenlere anlatmak zor, ama en açık cümlelerle bunu deniyorum. Zekâsı asıl olarak yüz bin yıl önceki koşullarda hayatta kalma ve üreme ihtiyacı üzerine evrimleşmiştir. Temel zekâsı o dönemden bu yana kayda değer bir ilerleme göstermemiştir. Çünkü akıl her şeyden önce organik bir hadisedir. Beyin yapısına bağlıdır ve başka kaynağı yoktur.

İnsan aklı –yine evrimin baskısı sonucu oluşan karakteriyle– parçalıdır. Başka deyişle, bir genel zekâsı vardır, ama tek tek işlevlere dönük pek çok zekâ modülü de bulunmaktadır. Genel zekâ dediğimiz şey bu parçaları birleştiren zekâdır. Bu parçalı yapıda üç ana modül öne çıkar. Teknik zekâ, Dil zekâsı, Sosyal zekâ. Evrimin bir yan ürünü olarak büyük ölçüde rastlantı eseri, bunlardan teknik zekâ insanda en güçlü olanıdır. O yüzden teknoloji ve bilimde bu kadar ileri gidebilmiş,100 bin yıl önceki ortamı bu sayede muazzam ölçüde değiştirmiştir.

Tabii onun da bir sınırı vardır. Çok da yetersizdir bir bakıma ve hâlâ bu yetersizlikle engellenmektedir. (Kansere hâlâ çare bulamamış, Ay’dan öteye ayak basamamış, onca teknolojik gelişmeye ve baygınlık veren bilim-kurgu külliyatına karşın adam gibi bir robot bile üretememiş…) Buraya bir saplama daha yapalım. Şu son Covid-19 felaketinde bırakın sosyal zekâyı insan teknik zekasının bile ne derin bir çukurda debelendiğini gördük. Bilimi kimler idare ediyor, kimler o bilimden yararlanıyor… 21. Yüzyılda bir virüs insanlığı nasıl ortaçağ tedbirlerine zorluyor. Nasıl bir bilgi kirliliği dönüyor, ortada bir ilaç bile yok, beş yüz yıl öncenin karantina uygulamalarıyla, 100 yıl öncesinin aşı anlayışıyla problemi çözmeye çalışıyor. Aslında daha geniş bir bakış açısıyla bu büyük krizi de bizzat kendi üretiyor.

Dil zekâsı ikinci derecede gelişmiş zekâdır. Fakat sosyal zekâ sorunundan ötürü, dil zekâsı problem çözme, bilgi aktarma, iş halletmeye yaradığı, yani iyiliğe yaradığı kadar ve hatta ondan fazla kötülüğe çalışır. Yalan söylemeye, aldatmaya, bilgi karartmaya, bilgi engellemeye vb... Sosyal zekâ ise bir felakettir. Bunca teknolojik gelişmeye karşın sosyal bilimlerin ilk çağ düzeyini aşamaması bunun sadece bir kanıtı.

Muazzam teknolojiler keşfeden insanın bunu genellikle kötüye kullanması. Durmaksızın savaşması… Dünyayı batırması... Trafik kazaları, iş kazaları, sınıf farkları, içimize işlemiş alçaklıklar ve türlü haksızlıklar…

Bu sosyal zekâ felaketi her alanda insanın en büyük kâbusudur. İşte bu kitap bağlamında ele aldığımız sorunlar, örneğin şimdiye dek bahsettiğimiz ne kadar dar kafalılık, ne kadar kasti bilgi çarpıtma, bilinçli ve bilinçsiz bilgi karartma varsa, sosyal bilimlerde ve dilbilimde bu kadar karmaşa hâkimse, ana neden, sosyal zekâmızın düşüklüğündendir.

Tüm siyasi-felsefi konuların temelinde aynı korkunç sakatlık bulunur. Bu kitabı niye yazdım? Örneğin bu sorun bir sosyal zekâ problemidir. Niye yazdığımı ayrıca kısaca anlatacağım, fakat bizde (bizdeki kadar sinir bozucu olmasa bile Batı’da da aynı tutum hâkimdir) herhangi bir konuda herhangi bir emek ürünü çalışmaya şöyle bakan on binde birdir: “Hemen okumalı, ardından sorgulamalı ve araştırmalıyım. İşe yarar bir şeyler çıkabilir, benim için ve toplum için.” Bunun yerine kahir ekseriyet şöyle düşünür: “Yeni bir kitap mı? Amaaaan herkes kitap çıkarıyor. Okuyamam vallahi. Vaktim mi var okuyacak zaten. Hadi bakayım bari tanıtımına. Ooof zırva. Ben bunların fazlasını biliyorum!”

Bu tam da bir sosyal zekâ problemidir. Muazzam lüks otomobillerin üretildiği, insanların otomobil reklamlarının içine düştüğü şu çağda yılda 1 milyon 300 bin kişinin trafik kazalarında ölmesi bir sosyal zekâ faciasıdır. Bu siyasi liderlere, bu siyasi partilere, güya her gün eleştirdiğimiz bu kapitalizme mahkûmiyetimiz bir sosyal zekâ felaketidir.

Kapitalizm, insanın sosyal zekâ çukurunun bir ürünüdür. Onun yerine ürettiği sosyalizmleri, onun yerine ürettiği ideolojileri çok kısa sürede kapitalizme benzetmesi aynı zekânın eseridir. Yüz bin yıllık insanı son birkaç yüzyılda üretilmiş felsefe ve ideolojilerle kolayca değiştirebileceğini ummak… Yine aynı açmazın sonucudur. Marksizm insan toplumunu iki şeyin belirlediğini vaaz eder. Alt yapı: Asıl önemli olan şey, ekonomik ilişkiler ve üretim ilişkileri. Ve onun üstünde kısmi belirleyici olan üst yapı: Sosyal, kültürel, siyasi ilişkiler ağı… Buraya kadar doğru ve fakat bunun altında yüz bin yıllık bir kalıtım var. Eski bir dostun ifadesiyle “Dip Yapı.” İnsanı insan yapan kültürü bile belirleyen “dip yapı.” Bunların maddi kanıtları üstüne çok yazdık, belge gösterdik. Sonuçta, işte o “Dip Yapı”yı bilmeden, doğayı, doğamızı kavramadan, onun temel yasalarına sevmesek de saygı duymadan, ona uygun hareket etmeden, değil bir ülkeyi, bir apartmanı yönetemeyiz.

Burada bir saplama daha yapalım. Marksizmin pek çok temel öngörüsü yanlış çıktı. Ama sözde bilimselliği “bozulmadı”, çünkü bir din haline gelmişti. Sosyalist ülkelerde sınıflar ortadan kalkmadı, zaten insanlar arasındaki değişik alanlardaki düzey farkları ortadan kalkmaz… İşçileri temsil iddiasındaki aydınlar işçileşmedi, yönetime getirilen işçiler işçi olmaktan çıktı, yeni tür bir burjuvazi gelişti, sosyalist ülkelerde sınıfsal ve ekonomik anlamda hızlı kapitalistleşmeler yaşandı.

Elbette tüm nesnel bulgular, bilimsel veriler şunu gösteriyor: Kapitalizm dünyayı ve insanlığı kıyamete götürüyor. Tek kurtuluş yolu sosyalizmdir. Bunda herkesten fazla ısrarcıyım. Ya da bu sistemin adına sosyalizm demeyelim, başka şey diyelim veya hiçbir şey demeyelim… Tek çare: Kamuculuk, planlı ekonomi, planlı üretim, planlı tüketim ve halkçılık… Reçete bu. Bu kitap bağlamında reçete derdinde değilim, bunu şunun için söyledim: Her ne iyi gelişme yaşanacak, ne şekilde bir şeylerden kurtulacaksak ancak “dip yapı”yı kavrayarak, ona uygun davranarak mümkün olabilir bu. Siyaset biçimlerinden liderlik anlayışlarına, akademik çalışmalara varıncaya dek. Her çirkeften kapitalizmi sorumlu tutanlardan gına geldi. Kapitalizmi tercih eden, sosyalizmleri bu hale getiren uzaylılar değil, bu insanlıktır.

Böyle bir sosyal zekânın üstünde şekillenen ya da tam tersine o düşük sosyal zekâyı yaratan insan karakteridir. İnsanların en iyilerinde bile genel tablo çok sorunludur. Ortalama berbattır. Kötülerin durumunu siz de bilirsiniz. Çıkarlar aklın belirleyicisidir. En çok kapitalizmi eleştirenler gündelik yaşamda ona en çok hizmet edenlerdir. İnsan yinelediği doğruların tam tersini yapmakta bir evren şaheseridir. Medyanın iğrençliğinden en çok yakınanlar en çok onun içine düşenlerdir. Şarlatanlardan en çok nefret edenler başka şarlatanların büyüledikleridir.

Peki tablo böyleyse çözüm var mı? Bilimsel olarak, siyasi olarak… Pek umutlu olmasak da bu gerçeğin bilinmesinin ve ona uygun davranılmasının sorunu hafifletici ve belki kısmi çözümler üretici yararlarının dokunacağını düşünüyorum. Tüm bunları, insandan, toplumdan sözde umutlu olanların pek çoğundan daha fazla emek, daha fazla zaman harcayarak dile getiriyorum. Uygulamada da önerdiğim şeyler doğrultusunda “insandan umutlu olanların” çoğundan fazla çalışıyorum.

Ama benimki sadece sorumluluk gereği. Bir umut motivasyonundan değil. Şu âna dek yazdıklarımıza bilerek, araştırarak, kafa yorarak eleştiri getirecekler başımın üstüne. Ama çoğun rastladığım gibi yüz yıl öncenin kakavan kalıplarıyla kahredici bir düşünce tembelliği sonucu araştırmadan, hatta metni doğru dürüst okumadan eleştirenler pek fazla çıkmaktadır ki, o da sosyal zekâmızın çirkef çukurunun sonucudur.

Evet, tekrar soralım: Bunları bilmek neyimize yarar? Hazır kalıplarla değil bilimle, bilimsel yöntemle düşünmemize yol açar. Böyle düşünürsek bir şeyleri gerçekten değiştirme olanakları artar. Değiştirdiğimiz şeyler daha sahici, daha kalıcı olur. Doğrudan ve bilimden yana insanların sayısı, gücü artar. Galip gelme olasılıkları yine de düşüktür ama belirgin düzeyde yükselir. Malzemeyi iyi tanıyan, o malzemeyle en iyi neler yapılabileceğini çok daha iyi planlar. Örneğin insan karakteri rezildir, dedik. Her yanı mı böyle? Hayır, pek çok insan, hatta büyük çoğunluk, basit yaşam ilişkilerinde aslında iyidir. Neredeyse her bir insanın iyi yapabildiği ve yarar gösterdiği önemli işler vardır. Basit yaşam ilişkileri ve iş yaşamı temelinde oluşturulacak daha yerinde kurallarla, daha kalıcı örgütlenmelerle bu “iyilik” katlanarak artabilir. Zaten gerçekten “iyilik” getiren her alandaki her çalışma, bu kuram kabul edilmese de fiilen bu esaslara dayanır.

Ya da boş verin, aklınızı zorluyor, size uçuk geliyorsa unutun gitsin. Belki zaten bu da bir safsatadır. Belki gerçekten her şey olacağına varır. Son bir şey daha söyleyip bu özeti sonlandırayım: İnsan tek bir türdür, ama aynı zamanda tek tür değildir. Ortalama insan karakteri (çan eğrisi kavramını iyi bilmek gerek) dünyanın her yerinde her dönem birbirine epeyce benzer. Akıl yürütme, duygu yönetimi açısından. Fakat ortalamadan az çok sapan insanlar da bir hayli fazladır. Ortalamadan sapan insanlar belli karakter-kişilik özelliklerine göre temel kişilik gruplarına ayrılırlar. Belli bir karakter grubundaki insan her tarihsel dönemde ve her bölgede birbirine çok benzer, ötekilere az benzer. Yani başlı başına bir alt tür gibidirler, adeta insanın alt türleridir. Karakteri insanın kaderidir. Biraz daha ayrıntılandırarak şöyle basit örnekler vereyim: Hayvan sevenler, hayvanlardan nefret edenler; dindarlar, dine soğuk bakanlar; siyaseten sorgulayıcı, isyancı olanlar, çoğunluktan yana siyasete kapılanlar; vicdanı yüksekler, vicdanı düşük olanlar vb…

Tüm insan özelliklerine göre böyle bir sıralama yaptığımızda oldukça karmaşık bir tablo ortaya çıkar. Çok kötü birinde çok iyi yanlar da bulunabilir. Ne var ki bu karmaşıklığa karşın insan karakter kategorileri o kadar da fazla değildir, atla deve hiç değildir ve buna kafa yormaya başladığınızda, gündelik yaşamda, iş yaşamında durumu görüp buna uygun davrandığınızda konu basitleşir.

Ve tüm bu özellikleri genetik yapı belirler. Bunun da bilimsel kuralı vardır bence. Belli bir genetik yapısı güçlü olan bireyler o yapı çerçevesinde dış etkilerden, yaşam koşullarından, toplumun kültürel farklılıklarından pek az etkilenir. (Tıpta hastalıklar bazında bunu çok iyi görüyor ve anlatabiliyoruz.) Genetik olarak ortalamaya yakın çoğunluk ise genelde veya o özellik çerçevesinde dış etkenlerden, çevre koşullarından hayli fazla etkilenir. Kurallar koymanın, bilgilenmenin, örgütlenmenin, onun da ötesinde sistemi değiştirmenin mücadelesini de bunun için veriyoruz zaten. Bu temel kişilik özelliklerini, gruplarını bilmek bir şeyleri iyi yönde değiştireceksek bize yardımcı olur.

Zaten bir şeyleri böyle sürdürmek ve hatta daha da kötüye götürmek isteyen güçler tüm bunları bizden de iyi biliyor ve uyguluyorlar. Bu konuyu 30 yıldır çalışmaktayım. Sırasıyla, “Yanılmanın Gerçekliği, Politik Psikiyatri, Evrim Açısından Devrim, Evrimci Açıdan Din Psikoloji Siyaset” adlı kitapları yazdım. Merak edenler o kitapları, tartışmaları, o kitaplardaki yüzlerce kaynağı inceleyebilir. Görüşlerim esas olarak bilimsel psikiyatrinin son elli yılki bulgularına, sosyobiyolojiye, evrimci psikolojiye, kendi gözlem sonuçlarıma ve hipotezlerime dayanır.

Evet, ne diyorsunuz ATA

Bunlar kelimesi kelimesine doğru. Fakat bu bir şey ifade etmez. Tam da çok doğru olduğu için bu insan denen türün temel özelliklerini yansıttığı için… İnsanda bir şey değiştirmeyecektir. Bunları laf olarak insanların büyük çoğunluğu yakın zamanda kabul edecek. Çok değil 15-20 yıl içinde. Ama laf olarak kabul edecek. İnsan türü temel karakteri nedeniyle yine bildiğini okuyacak. Bir kez kavransa bu yaklaşım insanın tüm bakış açısını değiştirir. 10 derece miyop gözlerle dünyaya bakarken gözlük takmış gibi berrak görmeye başlar her şeyi… Ama olmaz. Bu gözlükten ancak çok az sayıda insan yararlanabilir. Geçmişte olduğu gibi.

En basit örneği: Yuval Noah Hariri denen İsrailli bir adam Sapiens adlı kitabında bunları anlattı. Senden çok sonra… Sen de okumuşsun. Gayet pop bir dille, yalan yanlış yorumlarını da katarak seninki kadar nitelikli sayılmayacak bir biçemde anlattı. Tüm dünyada yok sattı bu kitap, bu ülkede bile yüzbinlerce kişi okudu, büyük çoğunluk takdir etti. Ama sadece okudular. Okumuş olmak için okudular, beğenmek için beğendiler. Aydın sınıfından sayılmak için, bilgiç insanlar kategorisinde görünmek için okudular. Sonra unutup gittiler. Bu kitap hiçbir şekilde hiçbir davranışlarına rehber değil. O kitaptaki doğrularla birlikte başka kitaplardan ve medyadan duydukları saçma sapan kalıpları da birlikte kullanmaya, öyle düşünüp davranmaya devam ediyorlar.

Sorun temel ve büyük… İlerleme ise güç ve zikzaklı. İlerleme mi gerileme mi yaşandığı .. insanlık sürecinde.. o bile tartışmalı.

Çözümler geçici ve kısmi. Bu böyle olmak durumunda, olmak zorunda. Bu tür düşünsel temel öğretiler insanlara sadece görece ve kısmi bir fikir verir. Kısmi,  görece ve geçici siyasi kültürel çözümler ise siyasi akımlarca sağlanır toplum bazında. Bu görece ilerlemeleri yaratacak olan da bu konunun başında senin de belirttiğin gibi yeni siyasi akımlar, yeni çözümleri hayata geçirecek yeni liderlerdir. Yeni Muhammetler, Marxlar, Atatürklerdir.

Kaan Arslanoğlu


  • Özgür Önal

    Özgür Önal 10.09.2021

    Kaan Hocanın Politik Psikiyatri kitabındaki "Siyasette Liderin Yeri" (sayfa 83) adlı denemesinden uzunca bir alıntı yapmıştım. 1000 karakter dolmuştu. Gönder butonuna bastım, site hata verdi, uçtu gitti :)) Tekrar hepsini yazamayacağım. Fikrimi destekleyen, en kapsayıcı olduğunu düşündüğüm şu cümleyi yazayım sadece: "Liderlik kavramı din gibidir; o olmadığında her şeyin birbirine gireceği, her şeyin mahvolacağı düşünülür; ama olduğunda yararından çok zarar getirir, yine de kaçınılmazdır."

  • Özgür Önal

    Özgür Önal 10.09.2021

    Eksik ifade etmişim Nedim Hocam. Ayna nöronlar kişinin ikili ve toplumsal ilişkilerinde, öğrenmesinde daha çok işlevsel kanımca. Empatiyle ilişkili mesela. Ayna nöronlar dışında ya da onu da kapsayarak; idealize etme, yüceltme, özdeşleşme, feda etme, boyun eğme, mücadeleye bilenme, odaklanma vb. duyguları yaratan nöronlar da olmalı demek istemiştim. Belki de ayna nöronları da kapsayarak daha fazla nöron aktivitesi olmalı.

  • Nedim Pala

    Nedim Pala 7.09.2021

    iyi güzel söylüyorsun Özgür kardeşim de..? konumuz ayna nöron ise ?? bu ifade ettiğin bütün duygulanımların, anlamların, hislerin .. beyin haritası (connectom) içinde, somut karşılığı olan, connectomdaki nöron ve bunlar arasındaki snapsların anlık haritasının bileşenleri olmalı. biyolojik beyinde ; şeytan tüyü, empati, his, yücelik, vefa .. falan gibi şeylerin hiç bi anlamı yok. bunlardan anlamaz, haberi bile yok ! sadece .. nöron aktivesi ve onlar arasındaki snaps bağlantıları arasındaki bio kimyasal akışlar geçerli onun için. bu dediklerin, başka bi boyutun argümanları ve işlevi. konumuz beyin ise ? bu his, duygu, sıfatların karşılığı olan biyolojik beyindeki haritanın durumu aktivesi ve bu aktiveyi gerçekleştiren nöronlar ve snaps bağlantıları söz konusu (diye düşünüyorum)

  • kaan arslanoğlu

    kaan arslanoğlu 7.09.2021

    teşekkürler değerli Erkut Özkurt.. :)

  • Erkut Özkurt

    Erkut Özkurt 7.09.2021

    İsimsiz yorum bana ait. Sizlerden güzel sözler duymak çok iyi geldi. ismimi yazdığımı sanıyordum ama eski telefonun azizliğine uğradım galiba. 😊

  • Özgür Önal

    Özgür Önal 6.09.2021

    Yani bir insanın ayna nöronlarla elde ettiği şeyle bir lideri takip etmeyle elde ettiği şey farklı olmalı. Lideri izlerken; idealize etme, yüceltme, özdeşleşme, feda etme, boyun eğme, mücadeleye bilenme, odaklanma vb. duygu durumları etkili oluyor sanki. Belki de ayna nöronlar bir durumun bir kısmında etkili oluyor, tamamıyla ilgili kuşkuluyum.

  • Özgür Önal

    Özgür Önal 6.09.2021

    Nedim Hocam, ayna nöronlar bana daha çok toplumsal ilişkiler ve öğrenme konusunda etkili gibi geliyor. Eğer kavramı doğru anladıysam. Liderin toplumu etkileme gücü, basit ifadeyle "şeytan tüyü" gibi bir kavramla anlaşılabilir sanki.

  • Nedim Pala

    Nedim Pala 5.09.2021

    Kaan'cığım.. kısa özetlersem; beyindeki belirli bölgelerde, diğer nöron gruplarına göre, karşılıklı etkileşim, taklit, empati kurma, uzaktan da olsa? düşünsel, amaçsal etkileşimle aktive olma özelliği farklı olan nöron çeşidi. fMRI cihazlarıyla da.. diğer nöronlardan çok daha etkin değerleri ölçülmüş. 1999 da ilk algılanan bu nöron gruplarının çok daha etkin formasyonda olduğu lider, önder gibi karakterlerde; toplumla iletişim, konuşma, nutuk, hitabet bunlarla paralel olarak topluma yansıyan, paylaşılan fikirleri .. karşılıklı empati akışında çok daha etkin olabilir. takip ettiğim evrim ağacı/ matematiksel org/ gibi bilim sitelerinde 3 makale okumuştum. makalelerin altlarında kaynak linkleri de vardı. alttaki yorumu görünce? bu özellik geldi aklıma. internetten aratınca sende göreceksin, videolar makaleler çok.

  • fahri kumbul

    fahri kumbul 5.09.2021

    “Atatürkçülük” ve “Solculuk” kavramlarında gelinen son nokta: Postmodern Atatürkçü Taliban, kadın hakları savunucusu (‘pırlanta her kadının hakkı’ çarpıcı sözüyle) Seda Sayan, ‘solculardan daha solcu sağcılar’ , “Erdoğan, Parkasız Deniz Gezmiş” vb. vs. … Kafalar çok karışık.

  • kaan arslanoğlu

    kaan arslanoğlu 5.09.2021

    Ayna nöronları bilmiyorum Nedim Pala dostum. Azcık açsan veya kısa bir yazıyla kendi bloğunda veya burada dile getirsen.. Teşekkürler..

  • Nedim Pala

    Nedim Pala 5.09.2021

    Kaan kardeş ! isimsiz yorumcumuzun vurguladığı ''onların genetik yapısına kodlanmış bu büyük armağan, ortalama insanlardan oluşan kamu oyunun genetik yapısına işleyebilme yeteneği'' meselesi ; yoksa insan beyinlerinde olduğu ispatlanan ''ayna nöronlar''mıdır ?? Bu nöronların yaptığı işlev son dönemde kanıtlanmış ve literâtüre de.. girmiş durumda. Ayna nöronları etkili olan önder, lider insanların toplumu ortalama etki ve ivmenin çok üstünde yönlendirme, kuvvetli önderlik yaparak dönüştürme durumunu buna bağlayabiliriz diye düşündüm. (nacizane kendi fikrimce)

  • kaan arslanoğlu

    kaan arslanoğlu 3.09.2021

    Aşağıdaki gerçekten değerli yorumu yapan sayın okurumuz keşke adını yazmayı unutmasaydı.. Teşekkürler..

  • 2.09.2021

    Ata ile hasbihal yazı dizisi bütün sürükleyiciliğiyle devam ediyor. Bu kısımda dikkat çektiğiniz genetik yapı ve dip yapı kavramları çok ilginç ve düşündürücü. Bütün değişimleri ortalamadan farklı liderler yapıyor ve bunu yaparken ortalamanın fanatik desteğini de bir şekilde arkalarına almayı biliyorlar. Onların genetik yapısına kodlanmış bu büyük armağan, ortalama insanlardan oluşan kamu oyunun genetik yapısına işleyebilme yeteneği herhalde.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.