Deneme
Saçımızı bir yıldır tarıyoruz ya da bir of çeksem hiçbir dağ yıkılmaz!
SUNU:
Yazar arkadaşımız Haydar Ali Albayrak kendi bloğunda birinci yılı doldurması şerefine bir makale yazmış. Yazarımızın öteki yazıları gibi bizce değerli ve ilginç bir makale.
BLOK ADRESİ: https://sacinitarayanlarintaragi.home.blog/
Birkaç gündür deli bir rüzgâr esiyor İstanbul’da. Bu rüzgârla selamlıyorum seni ey okur! Bu satırların okuru, yahut “her nerde okuyor ve okutuluyorsa”, her telden hatta telmaşadan okura selam olsun!
Bir yıldır saçımızı tarıyoruz işte… Tarağımız ilk senesini eskitti; eskidi elbet, dişleri yıprandı, rengi soldu ve işte kişisel blogum varıp yad ellere bir yaşını doldurdu! Pandemi sebebiyle pasta kesemeyeceğimizden, kessek bile ciğerler dolusu mum üfleyeceğimizden duygu ve düşüncelerimi paylaşmakla yetineceğim. Evvela tatlı, hoş sohbet bir okur-yazar buluşması bekleyenler buradan itibaren ayrılmalı. Bakın, “ayrılabilir” değil, “ayrılmalı” çünkü ne onlar bana bir şey katar ne ben onlara bir şey katarım. Onlarla alacağımız yol buraya kadar… Yolun kalanına ağularla devam edeceğiz, tatlı yazıp tatlı okumayacağız.
**
Biraz cv ayarında gireceğim müsade ederseniz. İlk öykümü, okuduğum bir çocuk kitabından etkilenerek on yaşında yazdım. Bir adaya düşen gemicilerin buldukları lanetli hazineyi konu alıyordu. Hatırladığım, lanetli olan yalnız hazine değil, insanın açgözlülüğüydü. Öylesi bir mesaj verdiğimi hatırlıyorum. O yaştan sonra, bu açgözlülüğü çağrıştıran bir tür açgözlülükle hiç bırakmadım yazmayı. Tabi duraklama, çöküş dönemleri yaşadığım vakidir. Yaklaşık 6-7 yıldır ise düzenli ve eleştiri ağırlıklı yazıyorum, siz beni tanımazsınız ama ben kısmen tanıdım bu alemi. Hadi kısmen’i de bir kenara bırakıp “ucundan kıyısından” diyeyim, dirsek çürütenlere ayıp olmasın! Bu sürede gözlemleme, deneme yanılma fırsatım oldu epeyce… Kimler gördüm kimler, heheyt! Kendini Türkiye’nin Adorno'su biçiminde tanıtıp adamcağızın kitabını imzalamaya kalkanlar (bir anlamda ölünün arkasından imzasını taklit edenler) mı işitmedim! Şiirimi yayınlayıp “kötü bir şiir yayınladık, okurlarımızdan özür dileriz” açıklaması yapan ve doğrusu cürmü kadar dahi yer kaplamayan editörlere mi rastlamadım? “Dertlerini yazacağına ruh hekimine görün, bunlardan okura ne” diyen ticaret erbabı mı tanımadım! Yoksa sitesini var edenlerden biri olduğum halde yazılarımın niceliği dolayısıyla kendinden önce geldiğim için adımı yazarlar sayfasından çıkaran madrabaz yayın yönetmenlere mi maruz kalmadım ve üstelik bu çirkin, bu aciz tavra rağmen yazmayı sürdüren benim gibi Bulunmaz Hint Kumaşı enayiler mi taşımadım bu bedende ah! Neler neler! Bunları belki ağlayarak günlüğüme yazabilir (yoksa şu an onu mu yapıyorum?) ya da hiç değilse herhangi bir iş dalında erbap olmuş dostlarımın önerisini dikkate alıp ruh hekimine görünebilirdim. Fırsat kaçmış sayılmaz. Kapitalist ve aşağılık çağımızda bir telefon uzaklıktadır ruh hekimleri, bir randevu girişimine bakar. Uzun lafın kısası bunlar hiç problem değil! Şöyle bir anarız geçer gider.
Son dönemde canımı asıl sıkan, şu hayatta hiçbir karşılık alamadığım, muhtemelen karşılık bekleyerek büyük hata ettiğim yazma eylemini ve genel anlamıyla çizmeyi, çalmayı, yontmayı, her dalda üretmeyi, elbet putlaştırmayan ancak “ulvi” bir aydınlanmanın yahut bir yüpyüce -kuşkusuz tarihsel falan- amacın kör (tuttuğunu…) aracı haline getirmekten de geri durmayan saplantılı kimselerdir. Bunların bazıları Marksist Leninist’tir, kendilerini öyle tanımlarlar, bazıları ise canhıraş dergi çıkarıp durur, yayıncıdır anlayacağınız… Ve yine bunlar, “bu sektör haydut” dendiğinde, yani bir anlamda yazma’nın bir sektör olduğunu kabul ettiklerinde (etmeyip ne yapsınlar, aksini savunmak güneşi balçıkla sıvamaktır) ya Marksizm 101 dersi vermeye hazırlanıp derslerini bazı teknik aksaklıklardan ötürü son anda iptal eder ya da “okurumuzun bize ihtiyacı var” mazeretine başvururlar. Her sıkıntıyı Marksizm ile çözebileceğini iddia edenlerle -daha doğru bir ifadeyle iman edenlerle (bunu da her şeyin sınıfsal olduğunu savunan biri olarak söyleyince haliyle garip kaçıyor)- dünyayı aydınlanmayla, okur-yazar buluşması, sevişmesiyle filan döndüreceğini öne sürenler; biraz ağır olacak ama materyalizmden sapıp idealist çizgide buluşmuş fakat ortaklıklarını, yorganı başlarına çekip gözlerini yumdukları vakit saklandıklarını zanneden çocuklara özgü şekilde, belki de bu vesileyle çocukluklarına dönerek inkâr eden kimselerdir. Onlara aralarındaki görünmez işbirliğini ve inkara kalkıştıkları sıra sergiledikleri benzerliği anımsatırsanız derin bir hayal kırıklığı yaşayacak, bu kırıklığı takiben öfkeden deliye dönüp fırsatları varsa üzerinize yürüyecek veya sizin muhtelif koyunlarda beslenen bir yılan olduğunuzu vurgulayarak tastamam nankörlüğünüzü yüzünüze çarpacaklardır. O saatten sonra ne şımarıklığınız kalacaktır ne bencilliğiniz… Aldığım günahlar ve açılan bahisler bu yönde…
Oysa okur, güzel okur (bak sana hâlâ “güzel” diyorum, demek beklentimi harcamadım henüz) “ne diyor bu manyak” deme! Lütfen! Blogtaki 61 yazının ve şüphesiz bugüne dek altına imza attığım, çeşitli mecralarda yayınlanmış her yazının ardında böylesi hisler yatmakta… Size hislerimi açıyor, bir bakıma mutfağımı gezdiriyorum! Yine de insafsız sayılmam ve sizin için pek önem taşımayan, bilakis yoracak, üzecek nitelikte satırlarıma, suçlayıcı tarzıma bir son verip yazarlığa nasıl yaklaştığımı, sırtına nasıl bir anlam yüklediğimi kabaca anlatmak istiyorum.
**
Yazarlık… Yazma eylemi… Benim asıl derdim onunla ve hesap burada nasıl kapansın? Mümkün mü? Hesap kof can sıkıntısıyla, sağa sola sataşmakla kapanır mı hiç? Cevabı bildiğimden mümkün mertebe özet geçmek niyetindeyim yazmaya dönük cılız düşüncelerimi. Şu saptamayı yaparak girecek, devam edeceğim.
Bir: Yazar bir dükkân gibidir! Kimse kapansın istemez. O, sokakta rastlanacak bir ölümsüzlüktür, cana gelmediğinden kaskatı, tüm haşmetiyle durur yol üstünde. “Yazarak ölümsüzleşmek” bundandır ama yazar yazdıklarıyla, yüceliğiyle değil yazdığı için ölümsüzleşir ve kendi rızasıyla değil, öyle arzu edildiğinden, öyle beklendiğinden… Bu dükkân hep açık kalacak, hiç müşteri uğramasa da “bir eşekliği yerine getirmeyi” mıhlayacaktır insan aklının duvarına: “Kimse okumuyor ama yazıyor” şeklinde… Helal olmasın! Helal olmasın sana bu yollar, bu duvarlar, bu stopaj… Helal olmasın yazar kardeşim ama sen yazarsın yine de… Bunu da yazarsın! Yeri geldiğinde aşağılanmak bile gider hoşuna. Paşa gönlüne değer atılan her taş, okurun eteklerinden yuvarlanan her kaya… Yahu senin kadar arsızı gelmiş midir dünyaya?
Yazar öte yandan dükkân gibidir ama bir süpermarkettir belki… Ustalaşmanın, uzmanlaşmanın karşıtıdır artık. Onda her ürün bulunacaktır. Bir kere yazarın yazar kasası vardır, fiş kesebiliyordur. Vergisini ödeyip adil kazanç sağlıyordur: Adilane bilinirlik, sözü geçerlilik, itibarı uçarlık… Gömüldüğü, çakılıp kaldığı toprağın rantı da cabası… Sahte sosyal çevreyi saymıyorum bile! Müşteri yazarda yalnız nesir, yalnız nazım… Müşteri yazarda yalnız öykü, yalnız deneme, yalnız roman okumak istemez! İstemez öyle “ben şunu yapacağım’cılık”! Ben yazarım, size mi kalmışçılık… Günün menüsü buculuk… Hadi bakalımcılık… Sonra yazmak kara tahtaya günün menüsünü tebeşirle: “Şehriyeli domates çorbası, öykü ve deneme…” Yok öyle! Yazara kalmamıştır orası! Müşteri ne talep ediyorsa o pişmeli, yerini o almalıdır raflarda ve ayrıca bir müşteri denemeye geliyorsa öbürsü gelir şiirimsiye, beriki düşünce yazısına hatta bakarsınız eleştiriye üşüşür. Ve yazar her şeyi yazar! Dükkânda her mal bulunur. Üstelik yazarın dükkâna benzemesi, bir dükkânın yazara benzemesinden çok daha acıklıdır. Büyük küçük, topu atmayan yazar yoktur çünkü… Yazmak giderek iflas etmenin yerini alır. Yazarlar her ne kadar kendilerine sorulduğunda “iflas etmekteyim” demeseler de… “Yazıyorum” deseler de aslında ölümsüzlüklerinin farkına varıyorlardır yahut başka bir deyişle hiç cana gelmeyişlerinin… Girişindeki kasap perdesinin salınışını rüzgâra ya da çarpmaya yoramadan, ayılamadan… Yitip gidişlerinin…
İki: Yazmak hiçbir zaman çığlık atmaktan yeğ olmamıştır çünkü yazmak öldürür, ilk satırlarınız olsa bile… Ve çığlık atmak yaşatır, son çığlığınız olsa bile… Diyeceksiniz, “mağara duvarlarına resim çizenler insanlığın birikiminin ortaya koymadı mı?” A dostlar! Doğrudur, koydular ama yazıp çizeceklerine “keşke çığlık atsalarmış” diyorum! Yazdıkları onları mağara ressamları’na indirgedi, yani öldürdü. Nasıl ki bugün bir Goethe’yi Goethe’ye indirgiyorsak; indirgeyerek öldürüyor ve önemli kılarak önemsizleştiriyorsak o ressamları da alçakça öldürdük, üstelik eylemlerinin tam ortasında yaptık bunu. Yazarken ölmek bundandır. Yazmak insanı öldürür, bu yüzden yazanlar ancak yazarken ölürler, iş üstünde… Ellerinde kalem ile… Çığlık atmak ise yaşama bağlar insanı, yaşadığını hissettirir ve duyurur başkalarına. Çığlık atanlar yaşar, dillerinde çığlık ile…
Peki, ölmeden evvel mektup yazan intiharcılara, son anda katili ele verecek izler bırakan zavallılara (gerçi çoğunlukla filmlerde rastlarız buna) ne buyrulur? Yazmak onları da yaşatmaz, ölümlerini sürdürür sadece, şaklatıp kamçıyı… Diğer yandan yazarı saracak ağları tamir eder balıkçılar ve yazar durur mu, balıklama atlar katilin ilgisine! Hangi eller yırtıyorsa beynindeki zar(f)ı, koşar yazar ona dalağı şişinceye… Oysa tekrar diyorum; insanlar yazacaklarına çığlık atsalardı, çığlık atsalardı keşke! Ben bazen havlamak istiyorum. Uluorta… Ulumak, havlamak… Yakarmak ve bildirmek… Bundan mı acaba?
Üç: Alışmak yetmez, katlanmak gerekir. Yazmanın ölümcüllüğüne (öldürücü etkisine değil, her gün ölmeye) alışan yazar ortalıkta soluk bir benizle dolaşmasına karşın şayet bu haline katlanamıyorsa, aynalara (insan suretlerine, ellerine ve dillerine) küsmüşse -soyutlamayı bir tarafa bırakırsak- yalnızlığını, çaresizliğini bir türlü normalleştiremiyorsa ona yazmak önerilmez. Yazmanın neresinden dönülürse kârdır! Yazmanın ve aslında kazmanın, bizzat eylemin yani, kendine koşan eylemin, Sisifos’un nafile, Ikarus’un ibretlik eyleminin dipsiz bir kuyu olduğunu; lokma lokma etini kopardığını, günbegün yahut ansızın öldürdüğünü sineye çekmek son kertede yetersizdir. Yazar kişi önünde sonunda “söylediklerimin hiçbir önemi yok, beni öldürmesinden başka” noktasına gelmek, geri dönüşsüz bir teslimiyet sunmak durumundadır. Biatın ve put kesilişin dahi ötesinde bir sözleşmedir bu ve ancak ıslanmış kirpikle imzalanır. O yüzden Sırattan ince, tüyden hafiftir derdin, üslubun, içeriğin… Şunu açıkça ifade edelim: Yazmayı kabul eden kişi bir daha göz kırpamaz! Kendini tekrara ve sonsuz okumaya mahkum etmiştir. Ancak gündelik hesaplar için yazanlar (ben de aralarındayım şüphesiz), göz kırpanlar, boncuk dağıtanlar, sonra bu boncukları birbirlerinin metinlerde arayanlar bu noktadan ısrarla kaçınır ve yazdıklarının dünyayı değiştireceğine, sevenleri kavuşturup sevmeyenleri uzaklaştıracağına, en azından tanınmalarına hizmet edeceğine, yeni kapılar açacağına inanırlar. Oysa ne gülünç, canlarını bile kurtaramıyorlardır!
İstisnalar yok mudur? Olmaz olur mu! “İstisna olarak” işaretlediklerimiz vardır elbet. Mesela insanlık tarihine yön verenler… Kültürü belirleyenler… Kutsal Kitap yazanlar, derleyenler, büyük manifestolar yazanlar, efendime söyleyeyim “ölümsüz eser” sahipleri… Bunları da “eserlerini yazarsız sayarak” (anonimleştirerek ve idolleştirerek) yahut “yazar” tanımlaması altında (ucubeleştirerek) öldürür okur. Aynı göğün altında kendinden ayrıştırarak… Sus payı verir; güya bir ayrıcalık tanır, bir üstünlük atfeder ve öldürür gözünü kırpmadan (Yazarın aksine okur gözünü kırpabilir, uzun süre kırptığında ise tamamen kapanır gözleri, sızar gider). Yukarıda değindiğim Goethe örneğinde olduğu gibi… Biz Goethe’yi “Goethe olarak” öldürdük! Aydınlanma’nın ışımış halini kararttık, budadık körpe dalı, filizleri kesip attık. işledik bu cinayeti! Dolayısıyla yazar kişinin, toplum yahut daha dar bir çevre onu öldürmeden hamle yapıp bizzat kendi anlamsızlığına gerilemesi, taşlaşması ve susması; yalnızca yazması, dirilene dek, dermanı kesilene dek, tırnaklarında kendi yazgısı bulunana dek yazması (boğuşması) gerekir.
**
Yazar! Sevgili yazar, akıllı yazar, aslan yazar! İnanmak işine geldiği üzere senin anlamsızlığın, 20. Yüzyılın zirzop akılsızlaştırma hamlelerinin, post modern zart zurtlarının bir sonucu değil, mağaralara değin uzanan tarihsel ve aynı ölçüde sağalmaz bir problem… Seninle süregelen, seninle süregidecek… Yoktan vara, vardan tekrar yok’a… Sona ve sonsuza… Yahu her şeyi geçtim, Ölüm’ün olduğu yerde, öldüğün yerde ölümlünün anlamını ne diye sorgularsın ve son söz’ün söylendiği yerde ancak geriye yazarsın sen.
**
Yıllardır yazan biri olarak bunların dışında yığınla yorumda bulunabilir, sayfalarca yazabilirim. Yazdım da nitekim… Belki bundan daha olgun fikirler yazmış, derdimi daha duru ifade etmişimdir kimbilir… Fakat saf ayar altın da olsa penez de olsalar onları buraya almak hem imkânsız hem yersiz… Eh, şöyle bitireyim madem… Yazma’nın ölümlüsü, sade bir ölüsü olarak, defnedilmemiş bir ceset olarak ben yazma’yı çiçek-böcek belleyenlerden, ona anlamsız övgü törenleri düzenleyenlerden hazzetmiyorum hiç. Buna karşın evet; yazdım, yazıyorum, yazacağım. Çünkü öldüm, ölüyorum, öleceğim.
Not: Görseller çeşitli sitelerden alınmış olup Stanley Kubrick’in “Dr. Strangelove” filminin çıkarılan final sahnesine aittir.
Haydar Ali Albayrak
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
fahri kumbul 14.09.2021
Yoksulluktan, derbederlikten ve açlıktan ölenlere, belediye çukuruna düşenlere, hapiste çürüyenlere ve en verimli çağlarında öldürülenlere kıyasla durumuna teşekkür etmeli Sayın Haydar demek isterdik ki anlatmak istediği yaşayan ölü olmanın ya da bin kere ölmenin, öldürülmenin daha zor olduğu olsa gerek. Bir zamanlar sokak ve meydan eylemlerinde çığlık atmak, “ulumak” olasıydı, ancak onun da bedeli vardı; şimdilerde bu da olanaksız, belki bulunabilirse yakılmadık bir orman ve delinmedik, kazılmadık bir dağ denenebilir.