Küçürek öykü ve örnekleri

Küçürek öykü ve örnekleri

Bir fikir yeterince berraksa,

aynı tesiri her lisanda gösterir.(1)

Namık Kemal

 

Düşler ve gerçekler, umutlar ve hayal kırıklıkları, çokluk ve yalnızlık, değerlilik ve değersizlik, sevgi ve kin, hüzün ve sevinç, düzen ve düzensizlik... Yüzlerce sayıda yazabileceğimiz bu karşıtlıklar, insan tekinin kısacık bir zaman dilimi içinde yaşadığı duyguların adı olabilir ya da bu karşıtlıkların birini ve ya hepsini o kısacık zaman dilimi içinde yaşayabilir. İnsan bu duygusal bazen ussal çelişkileriyle kimileri için “doğa” ile boy ölçüşebilmeyi göze alabilmiş mükemmel bir canlı türü, kimileri içinse gelişimini henüz tamamlayamamış, yarattığı yaşam biçimlerinin ancak “insanın tarihöncesi” olarak tanımlanabilecek yaşam biçimleri olduğu ileri sürüyorlar. Bu tartışmanın tarafları ellerini güçlü kılan kanıtları ise bulmakta hiç zorlanmıyorlar. İnsan türünün her ikisine de yeterince malzeme sunmakta cömert davrandığını söyleyebiliriz. Ama öyle ve ya böyle insanın bu durumu, gelişmişliği, gelişmemişliği, mükemmelliği ya da ilkelliği öykü olarak adlandırdığımız anlatım türü için de büyük olanaklar yaratıyor. Edith Tasnadi, Macar öykücü, tiyatro yazarı İstvan Örkeny’in Bir Dakikalık Öyküler’i(2) için yazdığı yazıda bunu şöyle söylüyor: “Metinlerdeki iç gerginlik birbirine zıt niteliklerden doğar”  Zıtlıklardan doğan bir gerilim... (Gerginlik yerine gerilim demek daha doğru geliyor bana. N. A)

 

“Küçürek (kısa-kısa) öykü” olarak tanımlayabileceğimiz bu öykü türünün ülkemiz edebiyatında belki de ilk öykücülerden biri İsmet Kür’dür. Onda neredeyse bir cümlelik “öykü”lere rastlamak mümkündür. Ama onun “küçürek” öyküleri, bu türün olmazsa olmaz koşullarından olan zıtlıklar üzerinde yoğunlaşmadığı için daha çok düzyazı şiire doğru kayar. Örneğin 1953 yılında yazdığı şu öykü: “Ne zaman sislense sokaklar, bir ayrılış seyrederim, yabancı şehrin yabancı bir meydanında... Kırılan kalplerin karanlığında, bir bıçak ucu gibi kımıldar gurur... Ve sisler içinde bir insan, adım adım, yudum kaybolur.(3)

Yine onda bu türün başka bir özelliği olan anlatıcının “dışarda kalma”sı ve kurduğu basit, sıradan cümlelerle aktarması, gerilimin okurca algılanıp, yaratılmasını isteyen boşluklar yoktur. Dışarıdaki dünyanın kendi bakış açısından doğan duyarlılığıyla yazar. O aktarıcı değil, yaşayandır.

 

Her Şey Hatırlandığı Gibi

 

Barış Bıçakçı’nın “Aramızdaki En Kısa Mesafe”(4) adlı öykü kitabı ise küçürek öykü türünün örneklerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Bıçakçı’nın öyküleri 1960’lı yılların sonlarından başlayıp, 12 Eylül’den geçen ve sonrasını “Akşam Yemeği” öyküsünde okuduğumuz “eski devrimci, huzursuz ve bir baba”, üç kardeş, anne, anneanneden oluşan bir ailenin yavaş yavaş büyüyen ortanca erkek çocuğun gözünden aktarılıyor. Büyüdüğünde kardeşleri ile birlikte kitaba da adını veren “Aramızdaki En Kısa Mesafe” adlı öyküsünde, onun gözünden okuduğumuz mekânlara ve zamanlara geri dönüyoruz ve öykünün şu son cümlesini okuyoruz: “(...) hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Her şey hatırlandığı gibi.” (s. 97)

 

Macar öykücü Örkeny’nin Bir Dakikalık Öyküleri’nin ise böyle bütünlüklü bir kurgusu yok. Ama o da tıpkı Bıçakçı gibi insanın doğal bir itkisi gibiymiş gibi çelişkilerini basitçe anlatıp, buradan doğan imgenin geriliminin okurlarca hissedilmesini sağlıyor. Bu iki öykücü de hayata dair sözlerini kendileri söylemeyi değil, okurlara söyletmeyi yeğliyor. Örkany’nin Türkü adlı öyküsünün kahramanı besteci Jenö Janasz ile yenilmiş bir ordunun iki askeri olarak uzun bir yolu birlikte yürümek zorundadır. Janasz’ın gözünde ve gönlünde gördüğü her şey bir türküye dönüşüverir. Gözleri önünde havaya uçurulan bir köprü onun dilinde bir türkü olur. Karın ağır ağır yağdığı bir gün de Janasz, kar ve gün için “Lapa lapa kar yağıyor/ Rus kızakları süzülüyor/ Uç uç kar taneciği...” diye türküsünü yakarken ölüyor. Bundan sonra anlatıcı yıllar sonra bile aklına geldikçe “kar taneciği”ne uyak düşürmeye çalışıyor ama bir türlü beceremiyor. Ve Janasz’ın türkü yakma yeteneğini anlamaya çalışıyor. Sonunda şu sonuca varıyor: “Her birimizin bildiği başkadır bu hayatta ve kimse kimsenin boşluğunu dolduramaz.(s. 40) “Her şeyin hatırlandığı gibi” olduğu bir hayat ile “kimsenin başkasının boşluğunu dolduramadığı” hayat arasındaki koşutluğu görmemek olası mı? Çünkü herkes hayatı hatırlarken kendisine göre hatırlayacaktır tıpkı herkesin hayatını kendisi olarak yaşaması gibi. Örkeny, Bıçakçı’nın bir kitap boyunca kurduğu zamansal boyutu, bir öykü içine yayar. Sonuçta ikisi de “insan” için aynı sonuca ulaşırlar ya da şöyle söylemek daha doğru: İkisi de okura “insan” için aynı şeyi söyletirler.

 

Örkeny’nin küçürek öykülerine çelişkiyi daha da artırıcı bir unsur olarak soktuğu “gerçeküstü” ögeler, Bıçakçı’nın öykülerinde gözükmez. Aramızdaki en kısa mesafe, her zaman insan için sağlanabilecek bir uzaklık ya da uzamdır. Ama öyküleri okuyunca bu mesafenin uzamasının da “her zaman olası” olabileceğini görürüz. Bıçakçı insani olduğu kadar, yaşamsal ve sınıfsal çelişkileri daha somut bir şekilde öykülerine sokar. (Örneğin ağabey ve kardeş babasının işsiz kaldığı bir dönemde annesinin yaptığı bozayı satmaya çıkarlar. Ancak yine Aramızdaki En Kısa Mesafe öyküsünden öğreniyoruz ki o gece yalnızca bir bardak boza satabilmişlerdir.) Oysa Örkeny’nin Kasım adlı öyküsü şöyle:  Sisli bir sabahtı, trafik ağır akıyordu. Tramvayı kılpayı kaçırmıştı. “Royal” Restoranın 48 yılllık şef sebzecisi Kordova Kordovan, sıkkın bir halde durakta dikilmeye başladı. Beklemek canına tak etti. İşte o an sol elinin baş parmağını sağ avucunun içine aldı, sert bir hamle ile kopardı.

Kopmuş parmağını, iki parmağının arasına koyup inceledi, mendiline sardı ve pantolonunun cebine yerleştirdi. Etrafına bakındı, hâlâ görünürde yoktu. O yalnızca omzunu silkti. Böyle küçük şeyler için can sıkmaya değmezdi.”(24)

 

Buradaki gerçeküstü (adamın parmağını çekip koparmasının) gibi yaşanan şeyin sonunda vardığı nokta hepimizin bildiği “sıradan” sonuçtur. Zaten öykücü de bundan fazlasını anlatmak gerektiğini düşünmüyordur. Bıçakçı’nın öykülerinde ise “sıradan” sonuca gerçeküstü anlatımlardan varılmaz. O bizim her zaman yaşadığımız hayatı aktarır ve bitirir. “İşte bu kadar!” der, gerisi orada yaşantının içinde.

 

Öykülerin Sonları

 

Yine her iki kitapta okuduğumuz öykülerde, küçürek öykünün gereği olarak belki de, son cümleye sıkışmış iletiler dikkati çeker. Aramızdaki En Kısa Mesafenin “Seyirci” öyküsünün küçük âşığı, rol aldığı tiyatro oyununun bir sahnesinde bankta oturan adamın yanına gidip “Bu dünyada ne olduysa sen yokken oldu!” der. Oyunu bir türlü sevmemiştir. Ama repliğini sever. Öykünün sonunda oyunun başrolünü oynayan üniversiteli kız sevgilisinin omuza başını koyar, bizim küçük kahramanımızda öykünün son cümlesini geçirir içinden: “ve bana, bu dünyada ne olduysa ben yokken olmuş gibi geliyordu.” (s. 31) Ya da “Anneannem ve Ben” öyküsünde, anneannesini hastaneye götürüp getirirken şöyle bir son cümle karşımıza çıkar: “Anneannem ve Ben... Biz... Biz ölüme karşıyız.” (s. 63) Aynı özellik Örkeny’nin Bir Dakikalık Öyküleri için de geçerlidir. “Her Zaman Bir Umut Vardır” öyküsünün öykü kahramanı mezarına elektrik çektirmek istemektedir. Mühendis ve satıcı hep bir ağızdan bağırırlar; Elektrik mi? Mezarda elektriğin işi ne? “İyi soru dedi müşteri kızararak. Karanlık olmasın diye” (s. 44) “Bodrumdaki Düşünceler” öyküsünün kahramanı farenin kapıcının bir bacağı kopmuş küçük kızına özenmesi anlatılır. Bir fare olarak değil o kız olarak dünyaya gelseydi ne olurdu diye düşünür fare: “Bu fazlasıyla güzel olurdu. Hayallere sığmayacak kadar güzel.” (s. 70) Bu sonların küçürek öykünün hedeflediği şeyi gerçekleştirmede önemli bir işlevinin olduğu çok açık. Okur “küçürek” öykünün dışında bırakılanlara bu son cümlelerle çağrılıyor ve oradan başlayan çağrışımlar dalgası okuru belki de hiç fark etmediği bir çelişkisinin farkına varmasına yol açıyor.

 

Sonuç

 

Küçürek öykülerden oluşmuş bu iki çalışma, öykünün tür olarak sınırlarının zorlandığında ne kadar büyük olanaklar taşıyan bir anlatı türü olduğunu çok iyi gösteriyor. Öykü zamanı ve mekânı ister Bıçakçı’da olduğu gibi bir “dönem” sathına yayılsın ister Örkeny’de çoğunlukla olduğu gibi zaman ve mekân belirsiz kılınsın, insanın çelişkilerinin, bir anda birçok duyguyu yaşaması gibi insani durumlarının aktarılması için önemli olanaklar sunan bir anlatım türü olduğu gerçeğini anlamamıza yol açıyor.

 

İnsanın mükemmelliği ile ilkelliği arasında kıvrandığımız bu zaman dilimi içinde, yaşadığımız her saniyenin, aklı ve vicdanı olan her insan tekine varoluşsal sorularını tekrar tekrar sordurduğu bir dönemden geçiyoruz. İnsanın çelişkili gerçekliği karşısında bu çelişkileri çok iyi kavrayacak bir anlatım aracı küçürek öyküler. Keşke daha çok öykücümüz bu biçemi zorlasa, araştırsa ve kullansa.

Nihat Ateş

           

  1. Aktaran, Ahmet Ö. Evin, Türk Romanının Kökenleri ve Gelişimi, s. 10, 1. Basım Ekim 2004, Agora Kitaplığı
  2. Istvan Örkeny, Bir Dakikalık Öyküler, çev: Sevgi Can Aysevener, Sel Yayınları
  3. İsmet Kür, Kocaman Bir Örümcektir Zaman, s. 6, 1. Basım Kasım 2001, Gerçek Sanat Yayınları
  4. Barış Bıçakçı, Aramızdaki En Kısa Mesafe, İletişim Yayınları

  • Tarık Günersel

    Tarık Günersel 28.01.2020

    Zor bir türde yeni bir yapıt, kapsamlı sunum :) Sağ olun.

  • Nihat Ateş

    Nihat Ateş 19.06.2016

    Çok teşekkür ederim Kaancığım. Bizim "Çanağımızda balımız olsun da, gelir arısı Bağdat'tan":) Saygılar, sevgiler

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 19.06.2016

    Düz, yalın, çok güzel bir edebiyat eleştirisi, dersi.. Fakat böyle olunca okur sayısı çok düşük. Bütün sitelerde, tüm ülkede bu böyle.. Siyaset olacak, polemik olacak ki okur artsın... Fakat edebiyatı sevmeyen, sanattan uzak duran siyasi aydın başarılı olabilir mi? Şekilde görüldüğü gibi olmuyor. En büyük sorun bu. Okumayan, bilimden anlamayan, sanattan çakmayan, felsefeden, mantıktan korkan kitleleriz vesselam. Sonuç bu, insan BU.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.