Adnan Özyalçıner'in öykülerinde sanat ve hayat ilişkisi sorunu

Adnan Özyalçıner'in öykülerinde sanat ve hayat ilişkisi sorunu

Türk Dili Dergisi'nin 1975 yılının temmuz ayında yayımlanan Türk Öykücülüğü Özel Sayısı'nda Selim İleri, Adnan Özyalçıner'in öykülerini şu satırlarla değerlendiriyordu: “Adnan Özyalçıner, kendi kuşağının öykücüleri arasında çalışkanlığıyla anılmalı. Başlangıçta daha çok bulanık anları, kendi özgü kişilikli, uzun cümlelerle ve okunuşta zorlandırıcı bir söyleyişle dile getirmiştir. (...) Özyalçıner, daha çok okuru zorlandırmayı amaçlıyor bence.” (agy, 25) 1971 yılında Yağma, 1972'de de Yıkım Günleri yayımlanmıştır. İleri'nin, Özyalçıner'in öykücülüğünü “okuru zorlandırmaya amaçlıyor” diyerek nitelemesindeki göndermesiyse, onun ilk kitaplarındaki “öykü”lerinin biçimsel arayışına yapılıyordu besbelli ki. Oysa Özyalçıner'in ilk kitapları, Panayır ve Sur'dan başlayan, bütün 50 Kuşağı'nı etkilemiş varoluşçuluk etkisiyse bu yıllara gelindiğinde yavaş yavaş silikleşiyor ve toplumcu bir anlayışa yaslanmaya başlıyordu. Nitekim aynı yayının “Öykü Nedir” bölümünde öykücüler “öykü anlayışları”nı açıklıyor, Özyalçıner de söz alıyordu:

 

Öykülerimde ilgi alanım büyük kenttir benim. Varlıklı bir kentin yoksul kesiminde yaşayan, büyük kentin yoksul insanlarıdır.

(...)

 

İnsan toplum ilişkilerinde kapitalist düzenin yarattığı sevgisizliğin, ilgisizliğin, acımasızlığın karşısında olmalıdır yazar. Günlük her olayda bu yabancılaşmanın payı büyüktür çünkü.

 

Her olayda bir öykünün çekirdeği yatar. Önemli olan o olayda yer alan çekirdekten çağdaş çözüm getirebilecek bir öykü oluşturmaktır. Yukarıda sözünü ettiğim düşünceler bir çözümün oluşturulmasında ya da toplumsal bu çelişkinin ortaya konulmasında yardım olur.

 

Çağdaş her öz, çağdaş biçimler gerektirir. İşte bu tür bir yararlanma dengeli bir öz biçim uyumu için de yeni ve ileri bir özlere ('İleri özler' nitelemesi çarpıcı. N.A.) yeni ve ileri biçimler yaratır.”

 

Evet, Özyalçıner'in dengili bir öz ve biçim için “ileri öz için ileri biçimler” aramaya başladığı yıllar başlıyordu ve bugüne, en 2014 yılında yayımlanan öykü kitabı Alandaki Park'a kadar sürecektir. Kendi çocukluğunun, ilkgençliğinin de geçtiği, daha sonra da bütün hayatı boyunca birlikte yaşamayı tercih ettiği mekânlar ve insanlarla oradan hiç kopamadığı büyük kentin kenar mahalleleri ve yoksulları, onun bütün öykülerinin ana konusu oldu. Oldu; ama bu öze yeni biçimler de aramayı hiç ihmal etmedi. Bunlardan en önemlisi ise öykünün “ileri özünü” taşıyacak, onu Özyalçıner'in “gerçek” dediği olgudan koparmayacak biçimlerin bulunmasıydı. Andığımız sayının soruşturma bölümünde “Öykü nedir” sorusuna yanıt veren kimi öykücüler, “Geçeği anlatmak için röportaj gerçekliğine kadar” metnin sınırlarının zorlanmasına karşı çıkıyordu ve yazınsal gereklerin dışına çıkılmasını eleştiriyor, bunun yazınsal estetiği boğduğu göndermesini yapıyordu. İşte Özyalçıner, zengin kentin yoksul insanlarının hayatının tanığı olurken bir yandan da “sanat-hayat” ilişkisini “metinsel” boyutunu araştıracak öykülere bir kanal açıyor, bu yerleşik algının yani “biçimde edebi sınırların” ne olduğunu ve nereye kadar zorlanabileceğini görmeyi istiyordu. Bu anlamda da ta ilk öykü kitaplarından itibaren genel anlamda zengin-yoksul, kent-kır, doğa-kent ilişkisini konu aldığı somut öykülerinin yanında mutlaka bir tane soyut, “üstgerçekçi” bir öykü metinine kitaplarında yer veriyordu. (Cem Şems Tümer, Adnan Özyalçıner ve Öykücülüğü, Grafiker Yayınları, Ankara 2016)

 

Gerçek kişiler öykü kişisi olursa...

Adnan Özyalçıner bu bağlamda, edebiyat ve sanat dünyasını onun bir parçası olmuş sanatçıların birer öykü figürüne dönüştüğü öyküler yazmaya başladı. Bu öyküler; “Yazmacı Tahir Sokağı'nda Kırık Dökük Öyküler, Abana'nın Heykelleri, 1964 Yazında, Bu Öykü Nasıl Yazıldı, Yazarın Ölümü, Duvarın Dışında, Yazdan Kalma Bir Gün, Bir Kitapseverin İbret Verici Serüveni, Karın Kavalcısı...” (Adnan Özyalçıner ve Öykücülüğü, s. 118) Bu öyküleri; yer, kişi ve zaman bire bir yaşanmış ve gerçek olmasına rağmen onları sıradan bir anıya dönüşmeden öykü katında bırakan şey nedir? Elbette öykü biçeminin evrenselliğidir. Bu biçem; öykü kişilerinin ve yaşananların anı değil, öykü kişisi olarak gerçekliğinin “silinmesi”yle gerçekleşir. Bu edebi biçemin en önemli diyalektiğidir. Şöyle düşünelim şimdi: 1964 Yazında öyküsünün bütün yazarları, şairleri, mekânı, atmosferi, o öyküde anlatılanlar bizim için gerçektir, bu gerçeklik o öyküde anlatılan kişilerin bireysel tarihlerinde de bir “anı” olarak anlatılmış, yazılmıştır. Bu yaşantı onlarda anı, Adnan Özyalçıner'deyse öyküdür; çünkü onu okurun önünde öykü kılan şey “bilgi”nin çeşididir. Öyküde anlatılan kişiler, olay, edebiyat tarihi, yer, atmosfer bu ülkenin okurları olarak bizlerin “anısal bilgisi”ndedir; ama bu öykü, bir Güney Amerika ülkesinde, öykünün anısı ve yerelleğine “bilgisi”ne sahip olmayan okur için, bu “bilgiyle” donanmamış okur içinse hepsi anının yaşantının değil, öykünün ta kendisidir. Onun için “bizim bilgimiz dahilindeki gerçeklik” yoktur, onun gerçekliği metne doğrudan “öykü olduğu bilgisiyle” okunacak, bizim yerelliğimiz ona ulaştığında evrensel bir nitelik kazanmış olacaktır. Bir öğleden sonra örneğin Ekvador'un başkentinde okunan 1964 Yazın'da öyküsünde Ülkü Tamer, Adnan Özyalçıner, a dergisi, tiyatrocular, edebiyatçılar hepsi bir öykü gerçekliğidir artık. Abana'nın Heykelleri'nde Sennur Sezer, Yazarın Ölümü'nde Hakkı Özkan, birer gerçek kişi değil, öykünün anlattığı insani sorunu, öykü biçemiyle evrensel kılan öykü figürleridir. Öykünün gerçek kişileri, yaşanmışlık, kimlikler; aynı dili, mekânı ve tarihi paylaşmış bizler için, bu “gerçeklik bilgisiyle” donanmış bizler için yaşanmışlıksa, o okur için bu bilginin olmaması ve silinmesi yüzünden, evrensel özün kuşatıcılığıyla, yakın, samimi, insani ama öyküsel yaşanmışlıktır. Bu; aynı zamanda yukarıda değindiğim “röportaj öykülerine” edebi sınırların zorlanması olarak karşı çıkan öykücülerin iddia ettiği gibi evrenselliğin ancak “metnin” katı kurallarına sadık kalarak yakalanabileceği teorisinin de çöküşü anlamına gelir. Sağlam “ileri bir özle, gündelik bir biçemin” gerçekliğin daha başka bir anlamına, başka bir görünümüne ulaşmayı başarır Özyalçıner. Bu diyalektik, Adnan Özyalçıner'in sanat ve hayat ilişkisine getirdiği “çözüm”dür ve tamamen özgündür, Özyalçıner'in Türk öykücülüğüne bir katkısıdır.

 

Aynı okumayı Karın Kavalcısı için de yapabiliriz. Bilindiği gibi yazar bu öyküde, eşi şair Sennur Sezer'le birlikte Filiz ve Fikret Otyam'ın sergisini gezmektedir. “Uzun bir İstanbul betimlemesiyle başlar öykü. Bu betimlemede hâkim olan motif ışıklardır. Flaşlar, sokak lambaları, evdeki ışıklar... Bu ışıkların hepsi yapaydır yani. Öyküde kar beyazlığıyla çelişik biçimde bir karanlık ve boğuntu oluşturur. Öykünün serginin anlatıldığı bölümünde de sergiyi gezen öteki insanların yapay davranışları anlatılır. Böylece, kar, yapay ışıklar, yapay insanlar bir boğuntu gerçekliğinde buluşurlar. Sergide karın altında yoksul köylülerin olduğu tabloları, fotoğrafları daha çok beğenirler ve dışarı çıkarlar. Çıkar çıkmaz da yoksul bir adamın kavalıyla yanık halk türkülerini çaldığını ve dilendiğini görürler. Adam sergide karın altında yoksul insanların betimlendiği tablonun asılı olduğu duvarın tam arkasındaki duvara yaslanmıştır ve bu görüntü karşısında yazar çok büyük bir heyecana kapılmıştır, yoksul adam o tablodan fırlamış gibidir. Koşa koşa içeri gider ve Fikret Otyam'ı görüntüyü anlatmak için çağırır ve Otyam da “acı gerçeği” anlatır. Bu “acı gerçeğin” ne olduğunun bir önemi yoktur yazar için. İşte sanat ve hayat ilişkisinin yine Adnan Özyalçınerce sorunsallaştırıldığı ve çözümlendiği bir öykü. Yine figürlere, mekâna, İstanbul'un caddelerine, karına, insanlara, ilişkilere yabancı değiliz; “bilgimiz” her yönüyle sağlam. Bunu yazar da biliyor. Bütün bu verili ilişkilerden çıktığımızda ise evrensel bir öyküsel gerçeklikle “yapay”lığın vurgulandığı özle ve sanatın her ne olursa olsun samimi olandan kaynaklandığını söyleyen bir özle karşı karşıya kalırız. Artık o “uzak okur” için bu vardır ve bu evrensel gerçeklik başarılı bir şekilde önümüze serilmiştir.

Evet Adnan Özyalçıner, kendisinin de ta 1975 yılında da söylediği gibi kapitalizmin yarattığı gerçeklik karşısında ileri özü, ileri biçimde anlatmaya adanmış bir öykücü ve eylem insanı. Bu eylem insanı yanıyla da sürekli olarak pratik olanı, sanat ve hayat ilişkisi için de düşünmüştür. O kent, yoksulluk, eşitsizlik, sevgisizlik, yabancılaşma, konularının yazmış; ama öykülerinin bir kanalından da sanat ve hayat ilişkisinin sorgulandığı öyküler akmıştır. Adnan Özyalçıner'in farkı da burada yatmaktadır. Bu kadim soruna, tamamen kendine has ve evrensel boyutta yaklaşımıyla özgün bir çözüm ortaya koymuş olmasıdır.

Nihat Ateş


  • Nihat Ateş

    Nihat Ateş 01.11.2016

    Sevgili Sencer, Çok teşekkür ederim:)

  • Sencer Başat

    Sencer Başat 01.11.2016

    Adnan Özyalçıner ile ilgili son zamanlarda yazılmış en derli toplu ve nesnel yazı olması nedeniyle yüreğine sağlık Nihat...

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.