DOKTOR FO - JAMES BOND – DARBE GÜNLÜKLERİ

DOKTOR FO - JAMES BOND – DARBE GÜNLÜKLERİ

Ön Not: “Karabasan ve Uyanış” adlı romanımı yayınevine geçen hafta gönderdim. Sonu da bağlandı tabii. Romanın, başından sonuna dek e-posta yazışmaları çerçevesinde kalması, bazı yorumlardan, iletilerden anlaşılıyor ki kimi okurlarımızda eksiklik duygusu yaratmış. Bunu klasik bir roman gibi okumayın, bu tarz tamamen değişik desek de, anlaşılan o ki, bu biçem bazılarını edebiyat okuması anlamında tatmin etmeyecek. Gerçi şu ana dek yayımladığımız bölümler romanın beşte ikisi kadar olduğundan yapıtın havasını yeterince yansıtmıyordu.

Yine de her ihtimale karşı dramatik yönü güçlendirmek amacıyla yeni bir bölüm ekledim. Eklenen bölümden beşte iki kadar bir kısmını burada sunuyoruz.  

Kaan Arslanoğlu

DOKTOR FO - JAMES BOND – DARBE GÜNLÜKLERİ

Tam da sırasında çağırdı beni Y. Katiyen sekmez, nekahet dönemimde muhakkak yeni bir angarya yükler. M öleli çok oldu. Onun yerine bu genç Y’yi koydular. Adam bizim gibilerin halinden hiç mi hiç anlamaz. Fakat genç dünyanın halinden iyi anlıyor, o belli.

Londra’ya yazın artık gerçek anlamda geldiği bir zamandı. Yine tiril tiril giyindim, merkezin yolunu tuttum. Teşkilatın yeni ofisine hala alışamamıştım. Bilirsiniz basit bir radyo şirketi görünümündeydi eski ofis ve yabancılar giremezdi. Şimdi BBC binasında çalışıyoruz. Tek kamuflaj, daire başkanlarının odasında “program yapımcısı” yazmasıydı. Giren çıkan belli değil.

“Genel Koordinatör” tabelalı odaya yöneldim. Mari gülücüklerle karşıladı. Y’nin kapatması… Diyorlar… Dedikoducu merkez memurları… Öyle veya böyle, beni ilgilendirmez, işinde çok titizdir, onu bilirim. Her gelişimde yanağıma bir öpücük kondurmağı ihmal etmez. Ben de onun dudağını kenarından öperim. Ancak o kadar izin var. Bu bile işe çeşni katıyor. Karşılaması her zamanki gibi sıcaktı, içerde beni bekleğen buz gibi havayı ilk dakikalarda yumuşatırdı hiç değilse.

Yine zıpkın gibisin James.. Hayranım sana cidden.. Nedir bunun sırrı kuzum? Son iş yine ağır tahribat bırakmış, fakat bakıyorum,dosyadaki şahıs sen değilsin. Nasıl bu kadar çabuk toparlanabiliyorsun?

“Dönüp burada seni tekrar görme arzusu en büyük motivasyon kaynağı tatlım” dedim. “Ben de duygularımı ifade etsem, komplimanına komplimanla cevap veriyorum sanırsın. En iyisi susmak.”

“Ah ne kadar nazik, ne kadar jantisin. Yenilerde asla yok bu… Ayyy… Dudaklarını büzme öyle.”

Büzük dudaklarıma bir öpücük daha kondurdu. İkinci hediye! Her zaman olmazdı, kıymetini bilmeliydim. Fakat her duygulandığımda dudaklarımı büzmek de nereden çıkmıştı? Bu mimiği kesinlikle ortadan kaldırmalıydım. Yaşlanma belirtisi. Ayna karşısında çalışmalı. Alçak Y! Sekreterinden öğren biraz kıymetimizi. Benim için gazetelere ileri geri konuşmuştu geçenlerde. Yok, etik standart… Yok, yeni ajanlarımız son derece ahlaklıdır! Eskiler ise bu konuda sorunludur… Babayı ahlaklıdır, çakallar... O soğuk savaş ruhu öldü… Ne ahlak kaldı ne respect! Diye aklımdan geçirdim.

Geçmişte ajanlığın bir onuru vardı, bir ciddiyeti, bir saygısı. Düşman ajanlar ölümüne savaşır, ama birbirlerine saygı duyarlardı. Şimdilerde kendimize saygımız kalmamıştı. BBC stüdyolarından göstere göstere casusluk. Bu muydu yani!

Az buçuk riskli bir şey çıktı mı gençler yan çiziyordu. Yok, gelecek ay sevgilim pilates kursuna başlayacak, yok haftaya imza günüm var… Gelsin eski ajanlar, gitsinler Arabistan’a. Tek mesele şeyhlerle El kaide’nin,IŞİD’in arası nasıl!Bize mi daha yakınlar onlara mı! IŞİD’i tekrar nasıl kullanabiliriz! Vır vırvır… Herkes her şeyi biliyordu zaten. Güya birbirine rakip olan devletlerin ajanları medya ofislerinde yan yana makyaj yaptırıyor, sonra çıkıp iki tek atıyordu, herkesin eli herkesin cebindeydi.

“Y seni bekliyor” dedi Mari, çalan telefona kısaca cevap verdikten sonra.

Girdim içeri. Elli yaşında yoktu züppe. Amerikalılar gibi masaya ayaklarını dayamış, ben girince kıpırdamadı bile. Masa da cam masa ha! Nerede M’nin o gelenek kokan maun kaplı masası! Eskiden oturun denmeden oturmazdım, şimdi herifin tabanlarını görünce kendimi koltuğa bıraktım. Ah, belim!

Müstehzi gülümsedi Y.

Geçmiş olsun. Fakat hayli zinde görünüyorsun… Herhalde ufak tefek sorunlar dışında.

“Evet efendim, hiç fena değilim” dedim kendimi toparlayarak. Sen de her zamanki gibi yılışık görünüyorsun demek var, ama devlet disiplini ölmemişti daha. Adama değil koltuğa hürmetti bendeki.

Artık iyileştiğine göre yeni bir göreve uçabilirsin sanırım.

Bu kadar erken mi? Acil bir şey? Ciddi bir mesele mi?

Sordum, ama utandım. Koskoca Birleşik Krallık’ın gizli servisi bir görevden bahsediyorsa, bu bir şaka değildir herhalde. Aklımdan geçeni anlamış gibiydi:

Hayır, ciddi değil… Olur mu öyle şey canım. Bu bir parodi. Seni başrolde oynatmak istiyoruz.

Özür dilerim efendim.

Bir punduna getirip beni bozmağı muhakkak başarırdı. M bütün püf noktalarını öğretmişti hergeleye.

Uydur’a gideceksin.

Uydur’a mı? Bildiğim kadarıyla oraya en iyi adamlarımızı gönderiyoruz. Altından kalkamadıkları bir sorun mu var? Yoksa başları belada mı?

Başları kalmış ise belki beladadır. Ama bunu bile bilmiyoruz. İşte oradaki en yetkili üç ajanımızdan son aylarda gelen mesajların bir dökümü. Bir göz at lütfen.

Bana bir dosya verdi.Hızlıca okudum. Ama bir şey anlamadım. Görüşme tutanakları şu tür ifadelerden geçilmiyordu:

Allah’ın inayetiyle gümbür gümbür geliyoruz! Büyük Britanya afiyettedir inşallah. Burada işler maşallah tıkırında. Üç vakte kadar hayırlı gelişmeleri bekleyin sir!..Önce Hakkın izni sonra  rehberimizin büyük dirayetiyle en tepede olacağız!..Falan feşmekan. Yahu kimdi bu gelenler gümbür gümbür, nereye geliyorlardı, nereye çıkıyorlardı, üç vakit dediği de neyin nesiydi? Öteki ajanımız, ki eskilerden tanırım, ben yaşta mükemmel bir uzmandır, neler saçmalıyordu öyle: Uydur’a çağ atlatacağız. Çok yakında… Çok yakında… Demokrasi alttan girecek, üstten çıkacak; sonrasında üstten girecek, alttan çıkacak Rabbimin izniyle… Birleşik Krallık ve dostlarına kem bakanların gözleri dağlansın, ağızları çarpılsın inşallahh!..Öteki ajanımızın laflarına şöyle bir baktım: Ne temenniler, ne beddualar, yakacaklarmış, yıkacaklarmış, cehennem ateşine kavuracaklarmış… Pek yakında bin bir yerden bin bir hayırlı vesile fışkıracakmış, fasıkları fışkiye yapıp yere çakacaklarmış…

“Bunlar nedir ulan!” diye isyan ettim. “Özür dilerim.”

Biz de anlayamadık ve o yüzden seni Uydur’a gönderiyoruz. Anlaşılan şu ki, oradaki tüm elemanlarımız kontrolden çıkmışlar. Yerel bir hadisedir belki, belki bir şeyler söylemek istiyor, ama söyleyemiyorlar… Bakarsın iktidarın bir oyunudur… Kim bilir, Ruslar, belki CIA onları ele geçirdi. Anlayamıyoruz.

“Tamam” dedim.

Bir düğmeye bastı.

Bay Saynır’ı gönderin bana…

Saynır kapıda hazır bekliyormuş gibi on saniye geçmeden içeri sızdı. Bilinen seremoni… Yeni görevimde bana lazım olacak alet edevatın tanıtımıydı.

“Naber Zahni…” Ön adıyla hitap ederdim ona ve bu onun bilhassa sinirine dokunurdu.

“İyiyim.Siz de iyi görünüyorsunuz” diye karşılık verdi her zamanki soğuk nevale tarzıyla.

Tekerlekli koca valizi açtı. Cihazları tanıtmağa başladı.

“Her yerde tanınıyorsunuz uzun süredir Mister Bond” dedi. “Artık bu sorunun üstesinden gelebileceksiniz.”

Gösterdiği şey gerçekten harika bir donanımdı. Kendi kendine değişebilen son derece doğal görünümlü bir yüz maskesi. Ensede, saçların arasında gizlenmiş soketine istediğiniz herhangi bir kişinin yüz fotoğrafını yüklüyordunuz. Sol kulak arkasına basmakla birkaç dakika içinde o yüze dönüşüyordu.

Başka biri, bir kulaklıktı. Kulağınızın içine yerleştirdiğiniz dışarıdan görülmeyecek kadar küçük cihaz, bulunduğunuz binada birçok odadaki konuşmaları size seçerek duyuruyordu.

Fakat… Fakat o da nedir? Basbayağı bir penis değil mi bu!

“Evet” dedi Saynır. “İyi tahmin ettiniz. Penisin ta kendisi. Ama biz buna mutluluk silahı diyoruz. Üstünden geçiriveriyorsunuz aletinize, hem mutluluk çubuğu işlevi görüyor… Sizinki tekliyor ya çoktandır… O bakımdan… Ama bunu unutun, daha önemlisi… Bakın şu kısma, köküne iki kere basmakla on metreye kadar zehir fışkırtıyor. Gayet etkili bir zehir.”

Teklediğimi nereden çıkarıyorsun?

Siz değil o.

Kim? Ne anlatmak istiyorsun? Açık konuş.

“Kimse sürekli mükemmel kalamaz bay Bond” dedi tanıştığımızdan beri ilk kez sırıtıp sırtıma vurarak.

“En azından bunlar hala mükemmel” dedim sıkılı yumruğumu burnuna yaklaştırarak. Size inat emekli olmayacağım işte, diye aklımdan geçirdim. Ve son hikayemi tüm servis, dolayısıyla BBC, yani tüm dünya biliyordu demek ki. Ama gerçekten çarpıtıyorlardı.

Herkes starlara özenir. Oysa starların dostları bile düşmanlarıdır. Bir şeyhin yanında altı ay kadar kalmıştım. Güya yaşam koçluğu gibi bir danışmanlık kisvesi altında. Adamın yığınla güzel odalığı, birbirinden afet beş kızı çevremde dolaşıp duruyordu, hepsi bana hayrandı… Ama kadınların bakmaları bile yasaktı… Beş de oğlu vardı herifin, ikisi özellikle bana hayrandı ve onların her şeye izinleri vardı. Bu da büyük sorun yaratıyordu doğal olarak. Saraydan havalandırma borusu sayesinde kaçmasam daha büyük sorunlar da çıkabilirdi. Havalandırma geçitlerinden ne koşullarda kaçıldığını ve ne travmalara uğrandığını tabii bilen bilir.   

Biraz alıştırma yaptık malzemelerle. Sonra silahlarımı ve birkaç cihazı daha tanıttı. Purolardan yapılma üç atımlık bir tabanca. O da ilginçti. Ben ötesini berisini kurcalarken defolup gitti.

Y’den müsaade isteyip ben de ayrıldım. Yarın yolculuk Uydur’a…

*********

Uydur’a çok uzun süredir yolum düşmemişti. Oysa geçmişte paspas ettiğim ülkelerdendi. Bir yığın dost edinmiştim bu egzotik diyarda. Uydurca’yı da epey öğrenmiştim. Akıcı konuşamıyordum,fakat söylenenleri iyi anlardım. Uydur’un yaşadığı değişim daha uçaktan görmekle sarsmıştı beni. En büyük şehirleri Kocauydur ne kadar büyümüştü böyle. Önceleri ortada modern binaların yoğunlaştığı, çevresinde iğrenç görünümlü eski yapılar ve gecekonduların doluştuğu yeşillik ve denizle çevreli büyük bir şehirdi. Şimdi ise üç dört misli yayılmıştı beton alanlar. Binalar eskiye göre bayağı bir façalıydı, fakat yeşil namına bir şey kalmamıştı. Gri şehir… Hey gidi Kocauydur! Ne günlerim geçti sende.

Havalimanı muazzam büyümüş, modernleşmişti. Benden tam not aldı. Not vermenin sırası değildi, pek fazla ortada görünmeden şehrin kalabalığına dalmalıydım. Gerçi maskem bir numaralı yüz formundaydı. Kırk beş yaşlarında aptal suratlı sarışın bir İngiliz idim. Kim görse nasıl tanıyacaktı. Ama belli mi olurdu. Yerin kulağı vardı. Ve nitekim işte...

Bu kız da kimdi yahu? Yapma süper sarışın, cart mavi gözlü, silikon dudaklı, sıkma belli, uzun mu uzun bacaklı bir yaratık ikide bir fotoğrafımı çekiyordu cep telefonuyla. Tedirgin olmak için ciddi bir sebepti. Ama, dur ne yapıyorsun desem iyice dikkatleri çekecektim. Tabana kuvvet, ilk bulduğum taksiye attım kendimi. Uydurca’mı kullanmamalıydım gerekmedikçe, İngilizce konuştum:

Doğru Ortvil’e…

Yolculukta üçüncü saate girmiştim ki, kaçırıldığımı anladım. Ne yapabilirdim? Esmer, kara bıyıklı iri yarı şoförü saniyesinde haklayabilirdim. Gerçi arkada oturduğum için aracın kontrolünü sağlamak üç beş saniye alabilirdi. Sakıncası yoktu. Trafik sıkışıktı ve en kötüsü araç biraz gider, bir yere çarpar dururdu. Fakat beni kaçıranlar kimlerdi? Epeydir Uydur hakkında çok az haber okuyordum ve bu da tahmin yapmamı engelliyordu. Kanlı bir terör örgütü olan TNT buradaki Tartların belki yarısınca destekleniyordu. Taksici de onlardan biri miydi yoksa? Ya IŞİD? O da umulurdu. TNTciler bizi severdi, dosttuk onlarla, az ekmeğimizi yememişlerdi. Peki ya ötekilerse! Bakalım beni nereye götürecekti? Durum biraz daha açıklığa kavuştuktan sonra olaya müdahale etmek herhalde daha akılcıydı. Soğukkanlılığımı her zamanki gibi korudum.

Ne zamanki köprüyü geçtik ve gideceğimiz istikameti gördüm, o zaman aydım. İster istemez Uydurca bağırmışım:

Ulan Teres, ben sana Ortvil’e gidecez dedim, Kadvil’de ne işimiz var?

Abi sen Uydurca biliyor muydun? Baştan niye söylemedin ki?

Hadiiii, ta nerelerden U dönüş yaptık ve tekrar köprüye çıktık.

Taksimetre falan anlamam. Elli dolar veririm, zırnık fazla alamazsın.

Kendi kendine yol boyunca söylendi: “Ulan müşteri diyoruz, başımıza koyuyoruz, alayı dolandırıcı kesildi be.. Bu meslek yapılmaz a… koyayım…” falan…

Yolculuk toplamda dört buçuk saat sürdü. Arada on dakika küçük tuvalet molası vermek zorunda kaldım. Bir de bu prostat çıkmıştı başıma bela.

Ortvil’de eski dostumu buldum. İki katlı bir bar işletiyordu sahile yakın. Biraz yaşlanmıştı tabii. Yeni suratımla beni tanıyamadı ama eskilerden birkaç el şakası yapınca ikna oldu. Gözleri ise aynıydı. O da bana tıpkısını söyledi. Bana Mel der, hani şu Temel esprisinden.

Mel,senin de gözlerin hiç değişmemiş.

Ne değişecek… O maske değil pezevenk, kendi gözlerim.

Pezevenk ona eskiden beri seslenişimdi. İngilizcesi tabii. Asıl işi de eskiden pezevenklikti, ama bunun Uydurca dile getirilişine fena bozulurdu.

Geçmişte bizim servis için çok iş yapmıştı, birlikte ne maceralara daldık. Severdik birbirimizi. Ne yapıyorsa temiz ve düzgün yapan eski toprak elemanlardandı, ilkeli, kurallı. Etik. Şimdiki nesil gibi değildi. Gizli servis önce yarı açık servise, sonra neredeyse açık servise dönüşünce, adı haksız yere kirlenmiş böyle insanlara artık aramızda yer yoktu ve emekli edilmişti. Ara sıra telefonlaşırdık. Bu ülkede güvenebileceğim çok az sayıda kişiden biriydi.

Durumu anlattım. Bizim ajanların son mesajlarından bahsettim. Hatta dosyadaki o birkaç sayfayı yanımda getirmiştim.

“Bakayım hele şunlara” dedi.Okudu.

Ooo, bunlar uçmuşlar…

Nasıl uçmuşlar?

Yani kafaları gitmiş. Geçmiş… Efsunlanmışlar. Kaymışlar.

Nasıl olur ki bu?

Bana Uydur’daki durumu anlatmağa başladı. Ahval tahmin ötesi tuhaftı. Uydur’u Profesör To diye biri yönetiyordu. Bir hipnoz dehası gibiydi. İnsanların aklını alıyordu. On milyonların aklını alıyordu. On parmağında on marifet, iki gözünde bin hüner taşıyordu. Öyle bir etki yaratırdı ki, öyle bir etki, üstüne kırk cin gelse kırkını da aynı anda çarpardı. Bazen de.. Bazen değil, hatta sık sık öyle basit hatalar yapardı… Ama her yaptığı hata karşısındakinin değil, büyülü bir değnek değmişçesine kendi hanesine kazık gibi kakılırdı.

“Onu hiç izleme” dedi bana.

Nasıl yani?

Televizyonda her dakika karşına çıkar. Ama ne seyret, ne dinle…

Neden?

Hemen etkilenirsin.Birkaç kere izledin mi zaten kurtulman mümkün değil. Ya kemiğine dek sinir kaparsın, afakanlar basar, asabiyet fışkırır içine; ya da müridi kesilirsin. Ama her iki ihtimalde de ona çalışmağa başlarsın.

Yapma yaa!

Ama bu da neydi şimdi böyle. Havaalanında gördüğüm aynı kız, şu ucube sarışın - güzeldi güzel olmasına ama robot gibiydi – karşı masanın arkasında tuvalet girişine sotalanmış, yine fotoğrafımızı çekiyordu. Etrafta bu akşam üstüsaatinde bizimkinden başka sadece birkaç masa doluyken ve şu cürete bakındı hele.

Hiç bozuntuya vermeden Baracan’ın (dostumun adı buydu, tuhaftı ama bu ülkede ne tuhaf değildi ki sanki) kulağına sorunumuzu fısıldadım çaktırmadan. 

“Tamam” dedi. Birkaç nefes aldı derin. Endişeliydi, besbelli. Sonra ters tarafa döndü, garsonu çağırdı. Ona yavaşça bir şeyler söyledi. Garson uzaklaştı.

İki dakika geçmemişti, iki bodyguard hatunu kolundan tutmuş masamıza oturtmuştu.

Niye fotoğrafını çekiyorsun beyefendinin?

Ben gazeteciyim. Haber çıkabilecek her şeyi çekerim.

Uydurca konuşuyordu, ama gençlerin Uydurcası bayağı bir değişmişti duymayalı. Baracan’ın bir göz işareti ile, yanımdaki yarma kızın kolunu iyice bir büktü. Sarışının yüzü acıdan buruştu, ama sadece…“Maşallah” dedi.

Maşallah mı? Kızım sen havaalanından beri bu beyin fotoğraflarını çekiyormuşsun.

Cevap aynı: “Gazeteciyim. Haber..” Feşmekan.

Yahu şu ülkede kimi tutsan gazeteciyim diyor. 

Izbandut daha kuvvetli büktü kızın kolunu.

İnşallah.

Kızım neye inşallah?

Her ikiniz de çok yakışıklısınız. Maşallah. Maşallah. Ama bu ayı değil.

Adam kızgınlıkla kızcağızı öyle bir acıttı ki, içim yandı… Ama o saniye hatunun belindeki dar korse elbisenin içinde patladı, kaplama bir kamyon lastiği gibi gümleyerek iki parçaya ayrıldı, parçalardan biri bodyguardın yanağını baştan başa yardı.

Baracan öteki bodyguarda bir kumaş peçete uzattı, adam da yaralının yüzüne bastırdı. Darbeyi alan yarma, kızı bir saniye bırakmamış, öteki eliyle bile yüzüne elini götürmemişti. Ne filmlik sahneydi ama.

“Bırakın gitsin” dedim.

Baracan başıyla onayladı. Adam kolu bıraktı. Kız yay gibi fırlayıp uzaklaştı. Beş altı adım yürüdü. Döndü:

“Bunun hesabını soracak!”

Dedi ve salına salına çekti gitti. Anlayamamıştım.

Kim bu kız? Kimin hesabına çalışıyor? Kim bizden hesap soracak?

Baracan’ın… O gözünü budaktan sakınmaz, o cesareti efsanelere bahis, o aslan yürekli Baracan’ın… Bakışlarında ilk kez dehşeti gördüm. Yüzü de gözlerdeki dehşetin altını çizmek istercesine bembeyaz kesilmişti. Üsteledim:

Patronu kim olabilir bu hatunun? Bu kadar güvendiği, bu kadar büyülendiği kim?

“Doktor FO” diye fısıldadı Baracan. Kendi fısıltısından bile korktuğu belliydi.

Doktor FO mu?

Kuşkusuz ki Doktor FO hesabına çalışıyor… Bu kadar pervasızlık…

Kimdi bu Doktor FO? Baracan bana orada Doktor FO’yu anlattı. İlerden nefis bir deniz manzarası görünüyordu, fonda müthiş bir Frank Sinatra şarkısı, verandadaki masalar dolmağa başlamıştı, şırıl şırıl bir keyifli restoran-bar, elimde Chivas Regal bardağı… Ve böyle bir ortamda bile ve ben bile..sırtıma dek ürperdim…

Önceleri uzun yıllar Profesör TO ile birlikte çalışmışlardı. Ülkeyi bir araştırma hastanesine çevirmişlerdi ortaklaşa. Nasıl bir hastaneydi? Baştan ferah bir hastaneydi Baracan’a göre. Memlekette her şey satılmış, ülkeye her kaynaktan, Batıdan Doğudan para akmış, diyarın façası düzelmiş, cepler dolmuş, demokrasi demlenip kral gibi taç giymişti. Eski rejime bağlı ne kadar asker, polis, yargıç, bürokrat varsa imanları gevretilmişti Sonra sonra hastanenin araştırma tarafı tedavi tarafının önüne geçmeye başlamıştı. Anlayın artık siz onu. Sonra FO ortaklıktan sıkılmış, ülkeyi ben yöneteceğim, To da kim oluyor demeye başlamıştı. Muhalifler üstünde yapılan deneyleri FO, To’ya yıkıyordu artık, To’da FO’ya. İktidar iktidarı suçluyor, muhalefet iktidardan yakınıyor, iktidar muhalefeti suçluyor, FO iktidarı suçluyor, iktidar herkesi suçluyordu. Bu arada FO devletin yarısından fazlasını ele geçirmişti. Askerler, polisler, yargıçlar, gazeteciler… Alayı onun hesabına çalışıyordu. Üstelik uluslar arası desteği de kaviydi ve Amerika’nın Peninsula eyaletinde üslendiği yerden fetvalar veriyor, ağlıyor, sızlıyor ileniyor, herkesi büyülüyor ve ona karşı sempati her geçen gün artıyordu. Şimdi daha büyük hesaplar peşindeydi ve ülke büyük bir çatışmanın arifesindeydi. Belli ki bizim buradaki ajanları da o efsunlamıştı.

“Vakit varken Uydur’u terk et. Yoksa seni kimse koruyamaz. Benim başımı da yakarsın” dedi bana ağlamaklı.

Gideyim mi? Benim görevim bu kardeşim… Olayım bu… Neler döndüğünü merkeze rapor etmeye geldim ben. Nasıl gideyim.

İyi işte öğrendin, rapor et ve dön. Daha fazlasını bilirsen ölürsün.

Oradan ayrıldım. Epey bir dil dökerek daha fazla kimden bilgi edinebileceğim konusunda bir ipucu koparabildim kendisinden. Başuydur’da, CNN-Uydur’da çalışan bir üst yetkili. Eski bir dostuymuş. Beni de iyi tanırmış gıyaben. Herkese birden çalıştığı için belki bir menfaat karşılığı o heriften daha fazla bilgi edinebilirmişim. Bir de araba kiraladı bana. Ertesi gün Başuydur’a gidecektim.

Akşam geç olmadan Baracan’ın rezerve ettiği otel odama yerleştim.

************

Ertesi gün erkenden arabama atlayıp, Başuydur’un yoluna vurdum. Sabahın köründe çıkmama rağmen şehir içinde trafiğe yakalandım ve bir hayli geciktim. Çevre yoluna girince akış hızlandı. Yollar ve çevresi tahminimden çok daha moderndi. Demek ki beni beş saatlik güzel bir seyahat bekliyordu ve Baracan fiyakalı bir Jaguar bulmuştu stilime tam uyan. Sürüş gayet keyifliydi. Saatte 140 kilometre yavaş bir tempo tutturdum. Yol altımdan yağ gibi kayıyordu.

Gece mi ne oldu? Notlarımı büyük bir dürüstlük ve titizlikle aldığım veçhile anlatmak zorundayım.

Önce herhangi bir saldırıya karşı tedbirlerimi aldım. Kapıya içerden destek dayadım. Balkon güvenliydi, yine de sürgüsünü sıkıca kapadım, perdeleri dışarısı görünecek şekilde kenarı aralık bırakarak çektim. Ve yine format gereği önce ılık, sonra soğuk suyla duşumu aldım. Sonra TV’yi açtım. Biraz zap yaptım. Sonra ışığı söndürdüm ve hava her yanı kapadığım, klimayı ise bir türlü alışamadığım için açmadığımdan ötürü çok sıcaktı. Format gereği tamamen soyunarak yatağa girdim, pikeyi üstüme çektim ve deliksiz bir uykuya daldım.

Ama delindi. Gece yarısıydı sanırım ve uykum bir ürperti ve sonrasında tam bir dehşetle delindi. Yatakta bir şey vardı. Hafifçe kımıldadığım her saniye biraz yukarı çıkan bir şey vardı. Altımda sol baldırımdaydı ve hafif hafif dişlerini geçiriyordu. Kımıldamamalıydım, ama nefes alışlarım bile kımıldamaydı. Giderek kabama doğru çıkıyordu sanki. Bir ter boşaldı. Çıkıyordu. Nefesimi bile durdurmak zorundaydım. Çıkıyordu. Neydi bu? Odama, yatağıma bırakılmış bir yılan. Hayır daha kısa bir şey. Örümcek olsa ezilirdi. Bir akrep veya bir çıyan. Aman Tanrım… Belli ki hediye sepetinin içine bırakılmıştı. Yatağı daha önce kontrol ettiğime göre… Hediye sepetine de bakmıştım ama, belli ki ben bakmadan önce yaratık ayrılmıştı. Şimdi bunları düşünmenin sırası değil. Burası Uydur. Tropik bölge sayılmasa da Doğudur ne de olsa ve çöl sayılır veya çöle yakındır, oryantaldir ve daha sıcaktır iklimi bize göre ve akrep yaygındır… Bir şey yapmalı. Soktu sokacak… Ani bir kararla sağ yanıma yuvarlandım, dönüp aynı hızla yatağa baktım… İşte oradaydı kara siyah yaratık. Yanıbaşımdaki ayakkabımla süpürüp yere fırlattım: Akabinde kaçmasın diye yatağın üstümden uçup yere düşmüş kara çıyanın üstüne potinimin topuğuyla vurdum vurdum… Kurtulmuştum.. Fakat ömrümden bir yıl daha gitmişti. Üstümden kova boşalmış gibi ter içindeydim. Titreyerek ışığı yaktım. Uzaktan kumanda aleti paramparça olmuştu… Yerde kıpırtısız yatıyordu.

Yol giderek açıldı, trafik hızlandı, ben de iki yandaki manzaraların keyfini çıkarmaya başladım. Radyodan da güzel bir müzik bulmuştum. Eskilerden: Tom Jones çalıyordu, Green gren grass of home… Ne günlerdi… Ama bitmemiştim daha…

Bir araba peşimdeydi ve ikide bir arkadan selektör yapıyordu orta şeritte sürdüğüm halde. Hayvan gibi bir cip. Geçip gitsene, diye düşündüm. Biraz daha yol aldım. Sol yanıma geçti ve sağ ön pencere açıldı, takım elbiseli sivil polis tipli biri sağa yanaş diye işaret yaptı. Aldırmadım. Adam önüme geçti. İçerisi görünmüyordu arabanın, camları koyu film kaplıydı. İyice yavaşladı. Sağından geçmeği düşündüm. Yine önüme kırdı. Bir yandan pencereden sarkan aynı el dur dur işareti yapıyordu.

Belki polistir, belki de resmi görevlilerdir diye düşündüm. Kaçmak problem çıkarabilirdi. Daha işin en başında. Dertleri neyse anlarız diye aklımdan geçirdim.

Durdum. Araba da önümde durdu. İçinden üç kişi çıktı. Yüzleri tuhaf bir temizlikte, garip bir kötü ifadede pek iri sayılmayacak üç genç adamdı bunlar. Bir an cipin arka koltuğundan sarışın bir kadın kafası çıkıp arkaya bakar gibi oldu. Şu işe bakındı hele! Bu bizim bardaki hatundu. Anlamıştım. Doktor FO’nun ekibi! Ortalık ölüm kokmağa başlamıştı.

Kapı kilidini açtım, ama kapıyı aralamadım. Gelmelerini bekledim. Hafifçe camı indirdim aşağı. Açık tenli olanı soldan o aralığa doğru sözünü söylemek için yaklaşınca kapıyı hızla açıp karnına çarptım adamın. Akabinde şimşek gibi dışarı fırlayıp afallayan hasmımın iki omzumdan kavradım, arkadakine doğru fırlattım. İkisi birlikte yere düşerken kızıl saçlı üçüncü kişi silahına el attı, bense önce davranıp bıçağı bacağına fırlattım. İsabet tamdı. O iki büklüm kıvrılırken silahımı çektim. Hiç de silaha benzemiyordu gerçi, fakat patlayınca muhtemelen benzeyecekti ve herifi de benzetecekti kii… Arkamda bir haykırış:

Dur. Kimse kıpırdamasın. Herkes sakin olsun. Tamam bir şey yok..

Döndüm.Bu bizim Maykıl’dı. Kıl bir herifti adı gibi, fakat eski hukukumuz güçlüydü. CIA’in bölgedeki emektarlarından. Zaten ben böyle düşünmesem bile adam çıkartmış kimliğini, gözüme gözüme tutuyordu. Uydurca “Dur! Polis!”diye bağırıyor, ama alakasız bir kimlik gösteriyordu.

“Tanıdım tanıdım seni,tamam Maykıl” dedim İngilizce.

Nerden tanışıyoruz?

Ben seni tanıyorum. Uzun hikaye.

Sarışın ucube de bağırıp duruyordu bir yandan. “Bu o değil! Bu o değil!”

Yahu kim o değil!

Ayağına bıçak saplanan hergele kenara yatmış böğürüyordu. Bizim Maykıl hepsini kış kışladı, toparladı, bir şeyler deyip arabalarına bindirdi. Defolup gitti ilk grup. İkinci arabadaki iki kişi ve Maykıl’la başbaşaydık şimdi.

Yine sordu ama bayağı bir şaşkındı. Böyle bir tipten böylesi bir İngilizce aksan hiç beklemiyordu tabii. Kendimi tanıttım.

Ben Bond. James Bond.

Olayı anlattım. Otelden çıkarken interneti açmış, görsellerden, beşinci altıncı sayfa seçeneklerden sıradan bir Uydur vatandaşı yüzü bulmuş, maskeye yüklemiştim.

Maykıl bir yüzüme bakıyor, bir “Biraz daha konuş” diyor, bir kahkahalarla gülüyordu. “Sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün” diye bir şeyler gevelemeğe çalışıyordu.

**********

Başuydur’a gidişim böylece ertelenmiş oldu. Maykıl beni ikna etti, gerisin geriye Kocauydur’a döndük. Dedi ki Maykıl, madem Uydur hakkında, yaşananlar hakkında bir şeyler bilmek istiyorsun, gel bizden öğren. Bu kaç göç neden? Peki bizim ajanlara ne oldu? Onlar güvende. Bizimle işbirliği içinde çalışmağa devam ediyorlar. Yine sizinler. Sağlıkları yerinde. İstediğin zaman onlarla seni buluştururum. Önce bir merkeze gidelim. İstediğin bilgileri orada fazlasıyla bulacaksın.

Tamam, ne olacak. Başuydur’a yarın giderim.

Canım bir şeye sıkılmıştı: Benim bıçak kızıl saçlı FO’cunun bacağında beni terk etmişti. Güneş gözlüğü sapından çıkarılan birinci sınıf bir Saynır icadıydı. Adam sinir bozucuydu falan, fakat işinde dünyada bir numaraydı. Hiçbir malzemesi hiçbir serüvenimde beni yarı yolda bırakmamıştı.

Şehrin merkezine varınca benim arabayı bir yere park ettik. Ben Maykıl’ın arabasına geçtim, birlikte CIA merkezine yollandık. Vay Kocauydur… Amma değişmiş serpilmişti. Bazı caddeler tam bir Avrupa şehri havasındaydı. Giysiler düzelmiş, kızlar daha da güzelleşmişti. Kapalı kadınlar da artmıştı gerçi. Eee, Doğu’ydu ne de olsa. Kahire’den daha moderndi gene de.

Sağdan soldan sohbet ettik Maykıl ile. O da eskilere bayılır. Dean Martin’den “Sway”i duyunca “Sus” dedim. “Şarkı bitene kadar konuşmayalım.” Kendimi eski günlere, eski sevgililerime bıraktım. Bazılarını kaybettiğim, birçoğundan haber alamadığım… Şarkı bitti ve yine mest olmuştum. Hüzünle sıvanmış mest.

“Ne superb bir melodi, ne harika sözler ve ne muazzam bir söz melodi uyumu” dedim.

“Ben de çok severim. Uyum bahsinde de haklısın. Bir de şu ‘Only you have the magic technic’ derken, keşke ‘technic’ demeseydi. Böyle romantik bir şarkıda technic…olmamış!”

Haklısın der gibi başımı salladım. Şu Amerikalıların kompleksi. Bizim karşımızda cahil kalmaktan hep korkarlar. Bir de benim teknik tarzıma alaycı bir göndermeydi besbelli. 

“Ahaaa, burası mı?”

Dev bir medya plazanın önünde durmuştu Chevrolet cip. Binanın en üstünde dev bir tabelada CNN-Uydur yazıyor. Altta da Hurra gibi bir başka şey… Bir gazete adı olmalı. Tabii ya, onu da hatırlamıştım. “Hurra” değildi tabii.

“Yahu, tamam aziz dostum, bizim merkez de Londra’da BBC binasında. Fakat hiç değilse kendi ülkemizde, kendi milli televizyonumuzda. Burası yabancı bir ülke ve bu işler bu kadar göstere göstere yapılmaz ki kıymetli kardeşim. Bu kadar mı yani, pes doğrusu!” dedim, Maykıl’a, camlı kapıdan içeri girerken.

“Bırak bu işleri, devlet su işleri” oldu yanıtı. Uydurca. Neydi ki bu laf, bir tekerleme mi! “Orada veya burada fark etmez. Bu işler ne kadar açık yapılırsa o kadar az dikkat çeker. Gizli olanı ne kadar açık hale getirirsen, açık şeyi gizli hale getirmen o kadar kolaylaşır.”

Dönem değişmişti ve dostum haklıydı. Daha fazla ayak uydurmaya çalışmalıydım. Öğrenme ölene kadar bitmemeliydi ve benim hızlı öğrenme kapasitem eşsizdi.

“Yukarıda arkadaşlar ne bilgi istiyorsan verecekler sana. Ben çok önemli bir iş peşindeyim. Seni birilerine tanıştırıp ayrılacağım. Kapıya talimat bırakacağım. İstediğin an bir araba seni istediğin yere bırakacak. İstersen arabanı park ettiğimiz garaja, istersen başka yere.”

“Tamam” dedim. Asansörle on ikinci kata çıktık. Bu kat özel şifreyle girilen görece tenha bir kattı. Geniş bir koridora girdik. Sağda solda ofisler… Birkaç kapıyı açtı baktı, içerde kimse yoktu, çıktı, birkaç kapı zaten kilitliydi. Altıncı denememizde açık bir kapı ve odada şık bir genç kadın bulduk. İçeri girdik.

Sevgili Misis Poyzon, bu bay James Bond. Şu ünlü James Bond. Hayranı olduğunuz James Bond…

Kadın gülümseyerek ama şaşkın bir bana bakıyordu, bir Maykıl’a.

Şaka etmiyorum Şayroncuğum. Taşralı bir müteahhide benziyor değil mi! Ama Hayır. Bond’un ta kendisi. Yüzünde maske var, olay bu.

Poyzon, Maykıl’la kucaklaştı, benim de kuvvetle elimi sıktı. Hala inanamıyor, işletildiğini düşünüyordu. Bir gülüyor, bana bakıyor, bir ciddileşiyordu.

Fiskos koltuklarına geçip bir üçlü yaptık. Biraz konuştukça daha fazla inandı. Bu kez de görünümle ses arasındaki uyumsuzluğa kahkaha atmağa başladı. Gülmeye ara verdiğinde tüm maceralarımı izlediğini, tam bir fanım olduğunu söylüyordu.

O bunları diyordu, fakat dikkatim duvarlara takılmıştı. Che, Castro ve hatta Mao resimleri. Aralarda kızıl bayraklar, flamalar, bir yığın parkalı, bıyıklı Uydur vatandaşı resmi. Çoğu genç. Belli ki hepsi kızıl. Gözlerimi sağa sola çevirdikçe Maykıl ve Poyzon’un dikkatleri de dağılmıştı.

Maykıl açıkladı. Burası CNN-Uydur’un “sol departmanı” imiş. Poyzon hanım da departman koordinatörü. Her renkten solcular girer çıkar, program yapar, konuk çağırılır, solun sesi buradan çıkartılırmış. Bir tuhaf hissettim. Anlaşılan o ki taşralı müteahhit yüzüm iyice düşmüş, başka boyutlara dalmıştı.

Misis Poyzon havayı daha bir şenlendirmek için güya benimkine dokundurdu.

Maykıl, bazen düşünüyorum da.. Yollarımız kırk yıl önce kesişse ne biçim kesişirdi acaba? Biz aşağıda miting yapardık.. Siz buradan basardınız kurşunu. Ne varmış ki bu katta..Neyi paylaşamıyormuşuz. Birlikteyiz işte. Değer miymiş onca şeye..”

Çak yaptılar bu mizahi beyin jimnastiği üstüne, kahkaha attılar, viskilerinden birer yudum daha çektiler. Olayı anlatışım kadar, kavrayışım da bayattı galiba. Viski çekmek ve kötücül kahkahalar falan.. Ve hala bir şeyi çıkaramıyordum.

Her şey çok güzel… Bayıldım daa.  Peki bu sol kanat, reformistler, revolisyonerler, yani buraya gelenler, buraya program yapanlar… Hadi onları geçtik..  Onları bir şekilde görüyorsunuzdur..Bu programları seyredenler, onca kızıl…Yani aşağıdaki kalabalığı kast ediyorum. Sizin United States bağlantınızı bilmiyorlar mı?

“Bilmezler mi, biliyorlar. Saklamıyoruz ki, alnımızda yazıyor zaten” diye kıkırdadı Poyzon.

Maykıl bir kez daha o manasız sözü tekrarladı:

“Bırak bu işleri devlet su işleri…”

Devlet su işini bıraksın mı demek istiyorsun. Sözlerine hiçbir mana veremiyorum Maykıl. Ama matrak geçiyorsan, beni hafife almamanı öneririm.

“Ahh sevgili dostum, hiç seni hafife alabilir miyim, kırma kalbimi” diyerek kolumu hafifçe patiledi adam. Şu Amerikalıların abartılı yapmacıklıkları.. “Şunu anlatmak istiyorum sana başından beri. Soğuk savaş bitti, bütün kurallar değişti. Tamamı dostum, hepsi, pokerin kağıtları değişti, as vale bilmem ne yok artık… Anlamıyor musun, heeey… Yeni kağıtlar var şimdiiii… O solcu tayfası, ben bile onlardan biriyim bir bakıma… Biz onlarız, onlar biz. Onlar diyorum, kızıllar. Burası neresidir bilmezler mi… Bildikleri halde şu kapıdan girebilmek için birbirini çiğnerler. Kendi gazetelerini okumazlar, bizimkileri okurlar. Kendi yazarlarına beş kuruşluk değer vermez, bizim yetiştirdiğimize bayılırlar. Bir şey onların gözünde ancak biz onaylarsak değer kazanır. Buraya çıkarsa. Eski Uydur değişti James usta. Dünya değişti. Savaşı kafalarda kazandık bile, çık artık ormanından. Onun için seni buraya getirdim, anlamaya buradan başla diye.”

Poyzon da o güzel şaşı gözlerini belerterek ciddileşti.

“Burası sağa olduğu kadar tüm sol için de bir okul, ekol” diye fısıldadı. “Burada çalıştırdıklarımızdan fazlası başka yayınlarda çalışır. Parlatırız, kovar gibi yapar satarız, başka yayınlar havada kaparlar.”

“Burası hem okul, hem operasyon merkezi” diye doğruladı Maykıl parmağı ile başını işaret ederek.

Öyleyse öyleydi demek ki. Başarıyorlarsa tebrik etmek gerekirdi. Poyzon bir yandan taşralı bir dallamaya bu kadar sır vermek acaba doğru muydu diye yüzüme bakıyordu kuşkulu kuşkulu. Ama benim Bond olduğumu anımsadıkça şirince gülüyordu. Ne sırrı canım, hala değişemiyordum, sır diye bir şey yoktu. Kadıncağız yüzüme uyum sağlayamamıştı, hepsi buydu. Ben de ona en çarpıcı tebessümlerimden birini çaprazladım. Quaresma’nın trivelası gibi şeydi bu. Ama nafile, Poyzon suratıma baktıkça gelgitlere devam ediyordu. Duygusal dengesini bozmak üzereydim kızın. 

Hadi ben gidiyorum. Şayron.. eski dostuma ne bilmek istiyorsa anlat.

Çıktı kapıdan, tekrar döndü, kapı aralığından hınzırca başını uzattı.

Mottomuz neydi?

Poyzon bağırdı:

Anti-Bizi de Biz temsil ederiz!

Maykıl tekrarladı:

Anti-Bizi de Biz temsil ederiz!


  • Deniz Can

    Deniz Can 18.12.2016

    Kaan Bey kaşların kara değil mi türküsünü dinliyorum bir yandan ve keşke sadece isimde hata yapsaydım diyorum. Toplantıya katılmak ve sizleri tanımak beni çok mutlu eder, onur duyarım. Çağrı Bey'i kırmak da istemem, orada olmaya çalışacağım ancak şimdiden söz veremiyorum. Saygılar.

  • Deniz Can

    Deniz Can 18.12.2016

    Kaan Bey isim konusunda oldukça kötüyüm. Pek çoğumuz özümüze ters işlerde çalışıyor olabiliriz bu sistem içinde ancak medya çalışanlarının durumu özel, eleştirinizi haklı buluyorum o konuda. Kişiye temkinli yaklaşılmalı hatta hiç yaklaşılmamalı diyorsunuz ben acaba bozuk saat misali şu an doğruyu gösteriyor olabilir mi diye düşündüm. Haklısınız eylem kadar nereden geldiği de önemli, bir garip sarmalın içindeyiz zaten, tertemiz olduğunu düşündüklerimize bile temkinli yaklaşmak zorundayız. Benden de sevgi saygı.

  • Ç.

    Ç. 18.12.2016

    Ayşenur Arslan konusunda Kaan Arslanoğlu gibi soru işaretleri bende de bulunuyor. CNN Türk'ten önce Ali Kırca,Mehmet Ali Birand ile habercilik geçmişi var. Geçmişteki ana haber metinlerini hazırlayan kişidir. Türkiye İşçi Partisi geçmişi olmasına rağmen annesinin ve babasının MİT mensubu olması da soru işaretlerimi arttırıyor. Deniz Can Hürriyet'te yayınlanan röportajında söylüyor. Kişiler üzerinden gitmek değil ama bu tür medya organlarında çalışanlarına kuşku ile yaklaşmak her zaman iyidir. Mehmet Harma güzel bir buluşma düzenliyor. 14 Ocak'taki İnsanbu İstanbul buluşmasına gelmeyi düşünüyorum. Katılıp katılamayacağım kesin değil. Mehmet Harma'ya daveti için teşekkürler. Arif Yavuz Aksoy ve Çağrı Erhan'a da selamlar.

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 17.12.2016

    Değerli Deniz Can, Ayşegül değil Ayşenur :) Benden uyarması. Ha, uyarıyorum da ne oluyor. Bizim muhalefet ajanların peşinden gitmeye bayılıyor. Lafı neresinden anlamışsınız. Bunlar tekil örnekler değil ki. Sizleri fark etmemiş olması veya geçmişte şuralarda çalışması ikincil önemdedir diyorsunuz. Tam da oralarda çalıştıkları için bizleri fark etmiyorlar. Bunu nasıl anlamak istemiyorsunuz. Siz niye bizi fark ettiniz. Kuzen mi oluyoruz? Bunlar bizi fark etmiyor değiller, fark ettikleri için silmek istiyorlar. Ayşenur A'ya özel bir şey değil. Topu böyle bunların. Ha, AKP'ye karşı çıkmak için bunları desteklemek lazım diyorsanız, buyrun destekleyin. AKP veya değil. Bunlar iktidar binasının A, B, C, D kapıları. Dilediğiniz yerden buyrun girin. Sevgiler, saygılar.

  • Deniz Can

    Deniz Can 17.12.2016

    Akif Beyin yorumunu gerçeklikten uzak görmüyorum. Anormal koşullarda normalmiş gibi yapıyoruz hepimiz bu kime yarıyor belli. Tepki, etkili olacak bir tepki ne olabilir arayışındayız. Burada Ayşegül Aslan'ın şu an yaptığı ve onun yankısı önemli, sizleri fark etmemiş olması ya da geçmişte şurada çalışmış olması ikincil öneme sahip. Yazmak, eleştirmek normal koşullarda etkili olabilir, koşullara uygun tepki vermek, normalin dışında bir şey yapmak gerekli. Sokaklara inip kendimizi hedef yapalım değil dediğim, akılla zekayla doğru tepkileri bulmak zorundayız.

  • Gül T.

    Gül T. 17.12.2016

    Esprili üslubunu çok başarılı. Zamanı var, bazı gerçeklere ikna olamıyoruz ne belgeler ne kanıtlar yetiyor. Daha Cüneyt Özdemir'in ne olduğuna bir türlü ikna olamamışlar varken ohooo diyorum...

  • RECAİ KULAKSIZ

    RECAİ KULAKSIZ 16.12.2016

    Akif Akalın bence sayısı son derece az olduğunu düşündüğüm çok önemli bir teorisyen. Bazı konularda ne yazık ki değerlendirmeleri gerçekçi değil. Kaan Arslanoğlu için ise, 21. yüzyılın filozoflarından desem abartmış olmam. Ayşenur Arslan özelinde tüm bu çevrelerle ilgili Kaan Arslanoğlu çok gerçekçi değerlendirmeler yapıyor. Yine keza bugün solportal'da Taylan Kara ( Üst-İnsan ,Alt -İnsan, vasat insan, küçük burjuvayı çok iyi anlatan) Emre Kongar ile ilgili yazısı çok yerinde ve doğru değerlendirmeler. Editörlerimiz ve yazarlarımızla ne kadar övünsek azdır. Saygılarımla.

  • Mete Demirtürk

    Mete Demirtürk 16.12.2016

    Aziz Hocam, çok çok sert oldu yanıtınız. Sözlerinizin ruhuna katılmakla birlikte, yine de böylesi bir genellemeden uzak durmak gerekmez mi? Elbet bütün bunlar üzerine düşündüğünüzü, yazdığınızı biliyorum. Yorgunluk mu? Umutsuzluk mu? Sağırlar toplumuna seslenmenin yılgınlığı mı? Şimdi soralım, arınmış kaç kişi var ve bu sayı nasıl yüz bine, milyona varır? Ve unutmadan Hocam, sizin kimin onayına ihtiyacınız var ki? Saygılar... .

  • mehmet harma

    mehmet harma 16.12.2016

    Kaan hocama katılıyorum, Aslangiller elit zümreden olup hiç üstlerini kirletmemişlerdir. Hep temiz işler yani, kavgaları bile temiz. Baksanıza, programa devam edip tutuklanan partnerini meşhur Ayşenur Aslan gradosuyla savunmaya devam edeceğine, tam tersine bırakıp gitti. Bence uzun zamandır bırakmayı düşünüyordu zira büyük sermayeye ait olmayan bu "low grade" kanal ona nicedir rahatsızlık veriyordu, Hüsnü Mahalli vesile oldu. Kanal içi rahatsızlıklar da olabilir. Bir bakarsınız umulmadık bir yerden de çıkar ya da üniversitede ders vermeye bile başlayabilir. Bir taşla bir kaç kuş.

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 16.12.2016

    Sevgili Akif, görüşlerinde haklısın, ama Ayşenur Aslan dahil CNN'den, Hürriyet'ten yetişmiş, buralarda uzun süre program yapmış kimseye güvenmiyorum. Oralarda boşuna program yaptırmazlar insana. Hepsi ajandır demiyorum, ajanları bildiği halde onlarla iyi geçinen kişiler de dolaylı ajandır. Medya Mahallesi'ni yıllarca yaptı bu Aslan. Eeee, biz medya değil miydik? Medyada yazmıyor muyduk? Bir kez çağırdı mı beni veya benim gibi birini? Öyle bir alıştırmışlar ki herkesi bak sen bile ki bir şeyleri görmede bu ülkede ilk bine belki ilk yüze girersin, bunu gayet doğal karşılıyorsun. İkide bir konuk çağırdıkları yanında yirmide bir kıymetimiz veya okurumuz da mı yoktu? Bunların topu satılmış. Ben öyle düşünüyorum ve bu düşündüklerimi yinelemeye devam edeceğim. Yukarki bölümde zaten tam da bu anlatılıyor. Bu satılmışlar onay verecek ve biz o zaman saygın yazar olacağız öyle mi? Almayalım.

  • Mete Demirtürk

    Mete Demirtürk 16.12.2016

    Sevgili Kaan, sizinle ilgili bir yazıda okumuştum, K.A. haydi bir roman yazayım diye yazmaz, bir savı varsa öyle yazar. Edebiyat dünyasında kolay kolay bulunacak bir özellik değil. Bir sır vereyim, beni en çok etkileyen özelliklerinizden biri oldu. Hocam, şu savlardan biraz tatile çıkında, polisiye bir şeyler yazmayı düşünün! Neşeli bir dille yazılmış polisiye, sizi de eğlendirecek eminim. Öyle keyif aldım ki bu bölümden... Saygılar...

  • Akif Akalın

    Akif Akalın 16.12.2016

    Öyle bir noktaya gelindi ki, neredeyse soluk almak bile düşmanın tabelasına artı yazılıyor. Ayşenur Arslan da böyle düşünmüş olmalı. Acaba bu da bir mücadele tarzı mıdır? Ne yaparsanız yapın (hekimlik, yazarlık ne olursa) yaptıklarınız şu veya bu şekilde düşmana yarıyorsa... Elbette bu durum "muhalefetin" ürettiği bir sonuç. Artık beceriksiz mi denir, işbirlikçi mi denir, satılmış mı denir, her ne denirse, muhalefet "muhalifleri" buraya getirdi. Eğer gazetede yayınlanan yazınız neredeyse sadece "bakın memlekette isteyen istediğini yazabiliyor" denmesine hizmet ediyorsa ne yapmalı? Diğer yandan Arslan'ın programının "gaz aldığını" hissetmesi gerçekten önemli. Arslan'ın kararına saygı duymakla ve anlamakla birlikte, "sessizlik çığlığının" duyulacağından emin değilim. Sorun "muhalefetin" adam edilmesi. Elbette Türkiye'de bütün muhalifler, ne yapıyorlarsa Arslan gibi bıraksalar bu tarz başarıya ulaşabilir, fakat bunu da örgütlemek için muhalefete ihtiyaç yok mu?

  • ağ iğ sıpa

    ağ iğ sıpa 14.12.2016

    Hamdolsun, hem sesim bet ötesidir, hem de kulaklarım âlâ oynar. Bir tek popom oynamaz. Taklitlerimden sakınınız. Nitelikli sıpayımdır. Hemen tanırsınız. Gülen yüz yapamadım ama gülüyorum.

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 14.12.2016

    Kıymetli Sıpa, o zaman bu konuyu biraz daha bilenler bir şey desin. Taylan mesela. Ben bir ara araştırmıştım böyle şeyleri, ama unutuyor insan. Eski notlarıma bakacak da zamanım yok. Peki birisi ispatlarsa sizi öteki karakaçanlardan nasıl ayırt edeceğiz :)

  • ağ iğ sıpa

    ağ iğ sıpa 14.12.2016

    Orwell'ın CIA'dan para aldığını kanıtlayan tek 1 belge göstersinler, meydanda karakaçan gibi anırmazsam bana da ağ iğ sıpa demesinler!

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 14.12.2016

    Değerli Fahri Kumbul, "Türkçe" uyarınız için teşekkürler. İnsanın eli sürekli Türkçe'ye gidiyor. Başka birçok yerde aynı hatayı yapmıştım, hepsini düzelttiğimi sanıyordum, yine kalmış :) y yerine ğ kullanmam ise kasıtlı. Bu Doktor No'nun elimdeki çok eski bir çevirisinde hep yapmağı etmeği deniyordu, ben de oralara takılıp duruyordum, buraya da koydum. Tekrar teşekkürler, saygılar. Kıymetli Güm Güm, Orwell her yere yakıştırılır da, kendisi de sanırım CIA'den para alan yazarlardandı. Yanlışım varsa düzeltin. Bir de bütün bu kehanetleri Sovyetler için yapmıştı, fos çıktı. Sol gösterip sağla işimizi bitirdi :) Size de saygılar.

  • Fahri Kumbul

    Fahri Kumbul 14.12.2016

    Birkaç sözcükte "y" yerine "ğ" kullanılmış. Başta "Uydurca" sonlara doğru "Türkçe" olmuş. Bilerek mi, romanın aslında doğrusu mu var? Bilemem.. Tebrikler, kutlu olsun.

  • güm güm tosun

    güm güm tosun 14.12.2016

    Anti-Biz'i de Biz temsil ederiz! It is quite an Orwellian quote. War is peace. Freedom is slavery. Ignorance is strength! Yaşasın 1984. 32 yıl gecikmeli de olsa yaşıyoruz işte.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.