Türk Edebiyatında Bir Kadın: Suat Derviş

Türk Edebiyatında Bir Kadın: Suat Derviş

Ne tür bir okuyucu olduğunuzu biliyor musunuz?
a) Herkesin sözünü ettiği, bolca reklamı yapılan kitapları okurum.
b) Çoksatan olmadığı takdirde bir kitap asla okunmaya değer değildir diyenlerdenim.
c) Her kitabı inceden inceye inceler, yeni çıkanlara göz atar, kişisel tercihimi edebi değeri olan yayınlardan yana yaparım.

Birazdan okuyacağınız yazı, a ve b grubu okurlar için yazıldı, c grubu okurlar, Suat Derviş’i zaten tanıyorlar.

 

Saraylı olarak doğmak

Dünya dengelerinin değişmeye başladığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya yüz yuttuğu zamanlara, II. Meşrutiyet’in ilanına rastlar 67 yıllık yaşamının ilk günü.

Suat Derviş, gerçek adıyla Hatice Saadet Baraner, Darülfünûn kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın torunu ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi hocalarından Doktor İsmail Derviş’in kızı olarak açar hayata gözlerini. Annesi tarafından saraylıdır üstelik. Sultan Abdülaziz’in Mızıka-yı Hümayun Orkestrası şefi Kâmil Bey’in kızıdır, Derviş’in annesi Hesna Hanım. Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin kızı olarak küçük yaşlardan itibaren yabancı öğretmenlerle büyümüş, Almanca ve Fransızcayı kendi dili gibi öğrenmiş, yazar olan annesi tarafından edebiyat sevgisi daima desteklenmiştir.

Nâzım Hikmet ve gölgesi

Ancak onu keşfeden ve yazın dünyasında adının duyulmasını sağlayan kişi, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet olacaktır. Ünlü şair, Derviş’in henüz 14 yaşındayken yazdığı “Hezeyan” adlı mensur şiirini kendisinden habersiz Alemdar gazetesine yollamış ve Türk edebiyatının göklerine doğan yeni bir yıldız diye nitelendirdiği bu genç kızın tanınmasını sağlamıştır. Yıllar sonra Suat Derviş bu olayı şöyle anlatır: “Ben yazılarımı kimseye göstermez, gizlerdim. Bir gün nasılsa masanın üstünde unutmuşum. Nâzım Hikmet, komşumuz ve arkadaşımdı. Babamla babası çok dost oldukları ve her gün ailece beraber bulunduğumuz için her zaman bizim eve gelirdi. Benim mektepte olduğum bir saatte bize gelmiş, masanın üstünde unuttuğum yazımı okumuş ve annemden izin alarak, onu benden gizli bastırmak için yanına almış. Nâzım, o zaman tanınmış ve sevilen bir şairdi, Hezeyan adlı bu şiirimi Yusuf Ziya Ortaç’a vermiş ve gazetenin edebiyat nüshasına koymuşlar."

Nâzım Hikmet ve Derviş birlikte okumalar yapıyor, ülke siyaseti hakkında tartışıyor ve birçok toplantıya beraber katılıyordu. Bunlardan biri de Halide Edip’in öncülük ettiği ünlü Sultanahmet Mitingi idi. Derviş, dönüş yolunda Halide Edip için “gözlerimi açan kadın” diyecekti. Edebiyata duyduğu ilgi azalmamış, yazmayı bırakmamış fakat siyasetle, ulus-devlet olma yolunda adımlar atarken Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumla daha bir ilgilenir olmuştu. Kısa zaman sonra Derviş, üniversite eğitimi için Almanya’ya gönderilmiş, Nâzım’a da yiten bu aşkın şiirini yazmak kalmıştı: Gölgesi.

"Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını
Bir kere eğemediğim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım
Ben ki bir çok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim!
"

Yllar sonra Derviş’in yazdığı eserlerden biri olan Emine adlı romanı için tutuklu bulunduğu Bursa Cezaevi'nden şu yorumu yapacaktı Nâzım, “Eğer gerektiği gibi çalışırsa diyalektik-materyalist gerçekçiliği cesaretle uygulayabilirse, yani kahramanlarını, bunlardan en sevdiklerini bile hiç de pişmanlık duymadıkları bütün büyük günahlarıyla, olağan ama dikkate değer erdemleriyle gösterebilirse, gelecek kendisinindir.”

Feminist yaklaşım / toplumcu duruş

Tam da Nâzım’ın dediği gibi yapmıştı oysa. 1920’lerde yazdığı ilk romanlarında, İstanbul’un aristokrat ailelerinin yaşamlarını anlatmış, karakterlerini üst tabakalardan seçmiş ve onları konaklarda, deniz manzaralı köşklerde yaşatmıştı. 1930’ların sonlarına gelindiğinde dikkate değer bir farklılık vardı yapıtlarında. Toplumsal sınıfların farklılığını vurgulamaya ve bunun yarattığı sorunları yazmaya başlamıştı. Ekonomik dinamikler göz önüne alınıyordu artık, kadını ve aynı ölçüde erkeği baskı altına alan toplumsal-ekonomik düzen sertçe eleştiriliyor, toplumcu-gerçekçi yaklaşımdan asla ödün verilmiyordu. 1920’lerde cinsiyete dayalı bir çerçevede ele aldığı eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar Marksizmin etkisiyle biçimlenecek ve giderek sınıfsal bir olgu kazanacaktı. Tefrika halinde yayımlanan “Aksaray’dan Bir Perihan” adlı eserinde eski ve yeni arasındaki çatışmaya yoğunlaşıyordu, çöken soyluluk kavramı ve arada kalmış köylülük şablonuyla yüzleşiyor, yükselen görgüsüz burjuvaziye duyduğu nefreti saklamak bir yana sayfalarca yazarak dile getiriyordu.


Gazetecilik hayatı

İlk yapıtlarıyla, sürgün öncesi son yazdıklarının arasındaki uçurumun sebebi Suat Derviş’in yaşadığı hayattı bir bakıma. İlk romanı Kara Kitap’ın yayımlandığı 1921 yılında Alemdar gazetesinde çalışıyordu. Gazetecilik mesleğine adım atması, hem kendini hem de yazdıklarını yavaş yavaş değiştiriyor, kendisi de bunun bilincinde olarak başarısını gazeteciliğe bağladığını söylüyor ve şu yorumu yapıyordu, “Yaptığım röportajlar, beni hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdi. Gazeteciliğe başladıktan sonra memleketimi ve insanlarımı tanıdım. İstanbul’un en fakir semtlerini bildiğim gibi, en ücra köşelerinden en lüks muhitlerine kadar girip çıktım. Sefaleti ve refahı aynı şehirde birbirinden çok uzakta değil, aynı şehrin belediye hudutları içinde seyrettim. Ben gazeteci olduktan sonra gerçekçi eserlerimi yazmaya başladım. Asıl sevdiğim romanlarım, bu tarihten sonra yazdıklarımdır.” Edebiyat alanında gelen başarının yanı sıra bir kadın olarak birçok ilke de imzasını atmıştı Suat Derviş. Avrupa’ya giden ilk kadın gazeteciydi, 1922’de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Paşa ile ilk röportajı yapmıştı, Alemdar’dan sonra çalışmaya başladığı İkbal gazetesinde ilk kez bir kadın sayfası hazırlamış ve sayfa modasını başlatmıştı. Yabancı dil bilen bir gazeteci olarak, Boğazlar sorununun görüşüldüğü Uluslararası Montrö Konferansı’nda bulunmuş ve 1923 yılında Lozan’a katılmıştı.


Almanya’ya gidiş

Bu koşturmaca uzun yıllar devam etmemiş, Derviş, modernleşme yanlısı, gerçek bir aydın olan babası tarafından üniversite eğitimini alması için ablası Hamiyet’le birlikte Almanya’ya gönderilmişti. Berlin’e konservatuvar eğitimi almaya gelmiş olmasına rağmen ailesinden gizli edebiyat fakültesine kaydını yaptırmıştı. Bir yandan Berlin Üniversitesi'nde eğitimini sürdürürken diğer yandan İstanbul’da kitapları yayımlanmaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra Almanya’da da gazetecilik yapmaya başlamıştı. Yazıları dönemin seçkin edebiyat ve sanat dergilerinden biri olan Querscnitt’ten başlayarak en ciddi siyasal gazete olarak nitelendirilen Vossische Zeitung’a kadar sayıları on beşi bulan dergi ve gazetede yayımlanmıştı.

1933 yılında Almanya’da Hitler yönetiminin faşist baskılarına rağmen sağlam durmaya gayret gösteren birkaç yayın organı da ortadan kaldırılmış, böylece Suat Derviş çalıştığı Alman gazetesinden ayrılmak zorunda kalmış, üniversite eğitimini tamamlayamadan ülkesine geri dönmüştü. Almanya’da kalmış olmak belki üniversite hayatını tamamlamasına yetmemiş fakat yükselen faşizmin şahidi ve İstanbul’a döndüğünde bundan sonra yazacağı eserlerin temelini oluşturacak ideolojinin sahibi olmuştur. Nazi Almanyası’nda, antifaşist bir tutum sergilemiş bu da Suat Derviş’i Marksizme yaklaştırmıştır.

Taraf olmak

İstanbul’a dönmüş, babasını kaybetmiş ve ailesinin de içinde bulunduğu Osmanlı aristokrat sınıfı çökmüştür. Yeniden gazetecilik yapmaya başlar Suat Derviş. Hayatının belki de dönüm noktası olarak gösterebileceğimiz işine başlar. Tan gazetesinde İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın politik çekişmelerini izlemek üzere Rusya’ya gitmekle görevlendirilir. Gazeteci ve romancı kimlikleri birbirine karışacaktır artık. Hissettiklerini yazacak, görmek istedikleri için uğraş verecektir ve bunlar uğruna taraf olmak gerekiyorsa, taraftır.

Siyaset ve edebiyat

Yazdıkları Marksist görüşlerin etkisiyle biçimlenecek ve cinsiyet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar sınıfsal bir vurgu kazanacaktır. Yazarın roman kahramanlarının çoğu bu nedenle toplumsal bir sınıfın temsilcileri, içinde doğdukları çağın toplumsal dönüşümüne ayak uyduramayan, çelişkiler yaşayan, arafta kalmış bireyler olacaktır. Suat Derviş romanlarının kendine özgü olan yanı ise, bu arada kalmışlığın sebebinin kahramanların ahlakıyla değil, yaşadıkları iktisadi olaylarla açıklanmasıdır. Onlar parayla hiçbir zaman “ticari” anlamda ilişki kurmadıkları için, insanların onurlarını ya da aşklarını ticarileştirmelerini anlayamazlar. Ankara Mahpusu’ndaki Zeynep yoksulluktan gelen ve gözleri paradan başka bir şey görmeyen bir kadındır, Çılgın Gibi’nin Celile’si ile Aksaray’da Bir Perihan’ın Pakize’si ise soyluluktan geldikleri için yeni toplumsal düzende kendilerine yer bulamamışlardır. Bu üç kadın da yaşadıklarından ötürü sınırlarını tanıyamamış, aitliklerinden ayrılmış ve bilmedikleri dünyalarda yaşamaya başlamışlar/heveslenmişlerdir.


Tutuklanma yılları


1940’lı yıllara geldiğimizde, romanı kitlelere politik görüşler yaymak için bir araç olarak görmekten vazgeçmişti artık. Çünkü anlatılmak istenen, edebiyatın içinde “örtük” bir konuma gelmiştir. Edebiyata bir nebze ara vermiş ve 1944 yılında Neden Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? adlı siyasi bir inceleme yayımlamıştır. Bundan sonra romancı kimliğinin önüne siyasi duruşunun geçmesini engelleyememiş, Mustafa Kemal’in teyzesinin oğlu olan eşi Reşat Fuat Baraner ve kendisi için tutuklanma yılları başlamıştır.

Moskova Lenin Akademisi’nde Marksist kuram ve ekonomi-politik öğrenimi yaptıktan sonra Türkiye’ye dönen ve TKP içinde yer alan Baraner ve Derviş’in yürüttükleri ilk ortak eylem Yeni Edebiyat Dergisi’ni çıkarmak olmuştu. Yeni Edebiyat, Türkiye’nin ilk sosyalist- gerçekçi edebiyat dergisi olarak, yazın tarihine geçecek olmasına rağmen ancak 26 sayı çıkarılabilmişti; çünkü 1941 yılında yönetim tarafından kapatılacaktı. Bundan önce Baraner, 1938 yılında Sanat Edebiyat Sosyoloji (S.E.S) ardından 1939 Kasımı'nda Yeni Sanat Edebiyat Sosyoloji (Yeni S.E.S) dergilerini çıkarmıştı. Yeni Edebiyat Dergisi bu sürecin devamı niteliğindeydi. Çalışmalarını birlikte yürüten çift; okuyor, okuduklarını halkla paylaşmakta bir sakınca görmedikleri gibi bunu kendilerine vazife ediniyordu. 1944 yılında, eşi Baraner’in tutuklanmasının ardından Suat Derviş de “Ömrünü yazı yazmakla ve dünyada olup bitenleri takiple geçirdiği göz önüne alınınca, kocasının bir oda içindeki faaliyetlerine tamamen kayıtsız kalmayacağı kanaatiyle” tutuklanmıştı. Yargılanmalarının ardından Suat Derviş 8 ay, eşi Reşat Fuat ise 9 yıla hüküm giymişti. Bu süreçten gerek anılarında gerekse daha sonra Behçet Necatigil’e yazdığı mektuplarda asla bahsetmemişti. Tutuklu kaldığı 8 ay boyunca yapılan sorguların birinde, çocuğunu düşürdüğünü yıllar sonra Suat Derviş’in hayatını yazan Rasih Nuri İleri’nin kaleminden öğrenecektik.

Avrupa’ya zorunlu sürgün ve Fransızca yayımlanan ilk Türk romanı

Takvimler 1950 yılını gösterdiğinde ülke siyasetinde değişen çok şey olmasına rağmen Baraner ailesi adına değişen hiçbir şey yoktu. Kısa bir salıverilmenin ardından Reşat Fuat, 1951 yılında tekrar tutuklandı ve yargılanmaya başlandığı 1953 yılında Suat Derviş için zorunlu sürgün hayatı başlamış oldu. Yaşanan siyasi hezeyanlar sebebiyle resmi olarak herhangi bir yasaklama gelmese de, gayri resmi bir karşı duruş vardı edebiyat dünyasında Suat Derviş’e. Hiçbir yayınevi eserlerini basmıyor, dergiler yazılarını görmezden geliyordu. Dönemin edebiyatçıları tarafından eserleri açıkça “korku kitapları” olarak tanıtılır olmuştu. 1940’lı yıllardan beri devam eden bu durum, Derviş’in İsveç’e ablasının yanına gitmesiyle son buldu. Yazıları Avrupa’daki çeşitli gazete ve dergilerde gözükmeye başladı. Ankara Mahpusu adlı romanı ablası tarafından Fransızcaya çevrildi ve 1957’de Le prisioner d’Ankara adıyla, Fransızca olarak yayımlanan ilk Türk romanı oldu. Ardından Çılgın Gibi adlı tefrika romanı, 1958’de Les ombres du Yalı (Yalının Gölgeleri) adıyla basıldı. Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa ülkesinde, Batı Almanya’nın ve Avusturya’nın önemli gazetelerinde ve sanat dergilerinde hikâyeleri ve romanları yayımlanmaya devam etti.


Ülkeye dönüş ve Baraner’in vefatı

1963 yılında yeniden ülkesine döner Suat Derviş. 10 yıllık sürgünün sonrasında, hayata kaldığı yerden devam etme telaşındadır. Takma isimlerle romanlar ve hikâyeler yazar, çocuk masalları çevirir ve tercümelerle meşgul eder kendini. 12 Ağustos 1968 günü bu meşguliyet acıya dönüşecektir. Eşinin vefatıyla sarsılır bu kez de. Bu ölüm onu çok üzse de yıkmamış, ne yazmaktan ne de siyasi alanda mücadele etmekten alıkoymuştur. Olağanca emeğiyle siyasete yönelmiştir bir kez daha. 1970’de Neriman Hikmet ve diğer arkadaşlarıyla birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurar, 1 yıl sonra bu derneğin kapatılmasıyla yeniden yazarlığa ağırlık verir. Üç ayrı roman üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1968 yılında kaleme aldığı Fosforlu Cevriye’yi beyazperde de görebilmek için senaryolaştırmasının ardından, eşinin vefatından 4 yıl sonra, Temmuz 72’de yarım kalan romanlarıyla büyük yorgunluğundan kurtulmuştur.

Son söz

Türk edebiyatında hiçbir zaman bir “Suat Derviş Dönemi” olmadı, hemen hemen herkesin bildiği Fosforlu Cevriye’nin hikâyesinin kalemini kimse merak etmedi, senaryosunu tamamladığı halde afişte adına yer verilmedi; ancak şüphesiz Nâzım haklıdır ve gelecek kendisinindir. Okuduğumuz ve hatırladığımız müddetçe Suat Derviş romanları ve mücadelesiyle yaşayacaktır.

Suat Derviş’in yayımlanmış kitapları
 

Romanları:
Kara Kitap (1920)
Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923)
Hiçbiri (1923)
Ahmet Ferdi (1923)
Behire’nin Talipleri (1923)
Fatma’nın Günahı (1924)
Ben mi? (1924)
Buhran Gecesi (1924)
Gönül Gibi (1928)
Emine (1931)
Hiç (1939)
Çılgın Gibi (1945)
Fosforlu Cevriye (1968)
Ankara Mahpusu (1968)

Tefrika romanları:
Onları Ben Öldürdüm
Sen Benim Babam Değilsin
Olan Şeylerin Romanı
İstanbul’un Bir Gecesi
Aksaray’dan Bir Perihan


Berna Metin


  • Bahadır Özdemir

    Bahadır Özdemir 29.07.2017

    Sevgili aya. Tabi şiir nedir ne değildir gibi konular uzun, tartışmalı ve gereksiz konular. Şairler de genellikle gereksiz ve uyuz herifler. Bir şairin kendine bile faydası yokken yazdığı zırvaların ve kafasından geçirdiği hezeyanların kimin üzerinde nasıl etkisi olsun. Örneğin şimdi "Aslında yaşanan bütün bu saçmalıkların sorumlusu bir şairin gereksiz fikirleridir" desem insanlar alır beni Erenköy'e götürürler. Ben de orada Yahya Kemal'in "Erenköyünde Bahar" şiirini okurum. Çünkü dii mi bir şairin gerçekten bir şeylere neden olduğuna kimse inanmaz. Bu bir hezeyandır, bir paranoyadır. Şairler delidir, şairlere uyanlar da delidir. Allah-ü teala, Kuran'ı Azimüşşan'da "Şairlere ancak sapıklar uyar" diyerek bu konuyu ayrıca vurgulamıştır. Bence her mü'min, Allah-ü Tealaya şairlerden, şiirden ve aşağıdaki linkte yazan şeylerin doğruluğuna inanmaktan kendisini koruması için dua etmelidir. (B.Ö.) http://dunyalilar.org/necip-fazil-ve-akp.html/

  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 28.07.2017

    Şiir'in ayrı bi kategori olarak öyle bi işlevi var mı BÖ? Yoksa boyu mu önemli? Daz sayz metığ? Oğr iz fankşın safişınt? Ben anlamıyorum BÖ şiirden. Bana anlatır mısın? Belki de küfürbaz ve rezil ve eğitimsiz olmamdandır. Ama harbi anlamıyorum işte. Hele "fonksiyonu" kısmı beni harbi aştı. a.y.a. aşılsss, topuğu aşilsss

  • Bahadır Özdemir

    Bahadır Özdemir 27.07.2017

    Ben Cahit Sıtkı'nın illa ki antinazi olması gerektiğini söylemedim. Ama Fransa'dan bisikletle kaçma olayından bir şair en az bir şiir kitabı çıkarır. Onun içinde de Nazi karşıtlığı zaten yerini alır. Halbuki Cahit Sıtkı'nın şiirlerinde bu olay yoktur. Bu olay olmadığı gibi hiç bir sosyal olay da yoktur. Yalnızca Cahit Sıtkı değil o devrin hiç bir şairi savaşı, sosyal olayları ve memleketin durumunu anlatmaz. Ya da anlatamaz. Örnek olarak çoğu şairler Fransızcadan çakma aşk şiirleri ve Türk destanları yazarken 1941 yılında yeni diye Garip akımı çıkar ve o da "Rakı şişesinde balık olsam" diyerek kendini gerçeklerden soyutlar. Yani sorun tabii ki Nazi karşıtı ya da yanlısı olmak değildir. Asıl sorun, ülkenin durumunu ve ekonomisini sorgulayıp sorun oluşturmak ya da o zamanki yaygın tabiriyle Komünist olmaktır. Bilmem anlatabildim mi? (B.Ö.)

  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 27.07.2017

    Sevgili BÖ, iyi demişin, hoş demişin ama ben o dediklerinden de hiçbişe anlamadım. Antinazi olma beklentisi neden zorunluydu o dönem Türkiye'sinde? Ya da öyle miydi gerçekten? a.y.a. konfüzsss

  • Bahadır Özdemir

    Bahadır Özdemir 27.07.2017

    Şöyle söyleyeyim aya.cım. Cahit Sıtkı Tarancı sadece "Memleket İsterim" isimli şiiri ve "Nazım Hikmet iyi şiir yazıyor abi." demesi yüzünden ("Bir şey" şiiri) komünistlikle suçlanmıştır. Bu da o zamanlar insanlar üzerindeki politik baskının ne derece güçlü olduğunu gösterir. Dikkat edilirse Cahit Sıtkı'nın şiirlerinde genel bir karamsarlık, hoşnutsuzluk, güvensizlik ve inançsızlık havası sezilir. Ama O, bunların nedenlerinden bahsetmez. Sadece bunlardan kendince "yaşamın güzelliği" falan diyerek iyimserlik devşirmeye çalışır. "Ömrümde Sükut" şiiri bu konuşamama durumu açıklayan güzel bir örnektir. Dediklerimi okuyup "ne alaka" diyorsan aşağıdaki linke de bakabilirsin.(B.Ö.) http://www.yenisafak.com/arsiv/2005/agustos/14/p04.html

  • arif yavuz aksoy

    arif yavuz aksoy 27.07.2017

    BÖ, son yorumunun son cümlelerini bi daha oku. Ne demek istedin? Bi altyazı geçer misin? Cahit Sıtkı'dan kim antinazi olmasını beklediydi bi onu da söyleyiver, sana zahmet! a.y.a. zahmetsss, yorgunsss, gözleriyansss

  • Bahadır Özdemir

    Bahadır Özdemir 26.07.2017

    Ben bu konuyla ilgili şunu söylemek istiyorum. Yukarıdaki yazıdan Suat Derviş'in Nazi baskısı nedeniyle Almanya'daki düzeni bozulunca yurda dönmek zorunda kaldığını, Nazi ve savaş karşıtlığı gibi etkilerle Marksist düşünceye kaydığını görüyoruz. Sistem de düşünceleri nedeniyle onu ödüllendirmiş ve sadece kadın romanları yazan, kadın bir yazarı hapse mahkum etmiş. Yine aynı bunun gibi Cahit Sıtkı da 1940 yılında Paris bombalanırken bisikletle Fransa'dan kaçmış. Ama hiç bir eserinde savaş karşıtlığı, Nazi karşıtlığı gibi temaları işlememiş. Dolayısıyla da sistem de onu başka şekilde ödüllendirmemiş. Yani demeye çalıştığım şey şu: Biz gerek Cahit Sıtkı'yı gerekse o zamanın diğer şairlerini "Ulan dünyada savaş olurken heriflerin yazdığı şiirlere bak" diye eleştiririz. Ama neden öyle olduklarını bir türlü anlayamayız. İşte cesur bir kadın olan Suat Derviş bu konuda da bize ışık tutuyor. (B.Ö.)

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 26.07.2017

    Ben yine de sana soruyorum sevgili Nihat. Bu konuda bir fikrin yok mu? Tartışma olsun. Başkalarına da soruyorum hadi. Soruya niye bana sordun diye cevap verip kaçmak olmaz. Tartışma sağlıklı yapılırsa geliştirici bir şey. Ve bir editörün bunu teşvik etmesi lazım. Bu teşvik ve tartışma alevlemeyi sende yeterli görmüyorum demek ki. Bir neden bu olabilir. Fikirlerini gizliyorsun sanki. Kapalı kutusun. Tartışmaktan hoşlanmıyorsun. Fikirlerini açmaktan hoşlanmıyorsun. Öyle görünüyor. Ben az çok tahmin ediyorum. Ama tahminle olmaz ki... Biraz üstüne gideyim :) :)) Taylan'da bu yön eksikti diye eleştiriyorduk, ama son zamanlarda o bayağı bir tartışıyor...

  • Nihat Ateş

    Nihat Ateş 26.07.2017

    Berna Metin, sitemizin değerli bir okuru ve Twitter hesabından da takipçisi. Kendisi yazının daha önce kendi blogunda yayımlanmış bir yazısı olduğunu iletti. Brecht ile ilgili soru niye Nihat Ateş'e sorulmuştur anlaşılmamaktadır. Brecht'in kitabıyla ilgili metnin yayımlanış amacı sorulan o sorulara yanıt aramak değil açık ki, onun sosyalist bir sanatçı olarak bütün öteki çağdaşı sosyalist sanatçılardan bilinen farkını bir kez daha vurgulamaktır. Sanatçının sürgün yılları ve ABD süreciyle ilgili bilgilere 1985 yılında Yılmaz Onay çevirisiyle yayımlanan Çalışma Günlüğü'nden ulaşmak mümkündür. Kitabın yeni baskısı yapılmış mıdır bakmadım. Saygılar

  • İsmi Hiç Lazım Değil

    İsmi Hiç Lazım Değil 26.07.2017

    Bu yazı ilk kez burada mı çıktı? Daha önce yayımlandı mı? Berna Metin kim? Ayrıca sayın baş editör Nihat bey, kendisine yöneltilen soruyu neden cevaplamaz? Bakınız: Evvelki günkü Brecht yazısı.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.