Edebiyat
PKK’YA LANET MİTİNGİ – PKK’NIN ROMANI
ÖNSÖZ
PKK’nın romanı yazılmalı! Giderek daha fazla kişiden duyuyorum, okuyorum bu dileği. Eleştirel bir havada söylüyorlar genelde. Ciddi şeylerden birçoğunun edebiyatı yapılmıyor bu ülkede, diyorlar. Haklılar. Edebiyatçılarımız, sanatçılarımız aşırı politikler, fakat yaptıkları sanatta politika yok. Olsa da sade suya tirit sabuklamalar çoğun, uydur uydur ipe diz romanları. Sinemacılarımız da öyle. Havalarından yanlarına yanaşılmıyor. Adam gibi sorunlar üstüne neredeyse tek film yok. Çekilenlerin çoğu özenti, kıyısından köşesinden mıymıntı değiniler.
Bir ülkede yüz bini aşkın insan böyle bir belaya bulaşmış, ölmüş… Siyasetin 30 yıldır ana ekseni terör. Romanı yazılmıyor, filmi çekilmiyor. Şu ana dek gördüklerimiz PKK cephesinde de yer alsa, bu yanda da bulunsa sanat denilmeyecek düzeyde. Ağırlığı, derinliği pek eksik geçiştirmeler. Bir takım piyasa arayışları.
Tabii bu beklenti ve eleştirinin ucu bana da dokunuyor. Özellikle üstüme alınıyorum. Romanlarım ağırlıklı olarak politik-psikolojik romanlar. Ana tema genellikle sol siyaset, devrimci siyaset ve bu ortamlara yakın tiplerin psikolojisi. Devrimcilerden, sol görünümlü karşı devrimcilerden, devrimci görünümlü ajanlardan, sağcılardan, dincilerden, hatta polislerden, bazen askerlerden çok bahsettim bu romanlarda. Bazı romanlarımda PKK savaşına da uzak yakın değiniler bulabilirsiniz. Ancak asıl izlek anlamında bu uğursuz sorunu hiç ana gündeme almamışım.
İşte şimdi ona girişiyorum. Gerçi bu bir romandan çok uzun hikaye, bir bakıma novella, yani kısa roman olacak. Resimli roman ya da resimli kısa roman.
Gerçek bir uzun roman da yazabilirdim, bunun için kendimi güdüleyebilirdim. Roman yok, kimse yazmıyor falan diyorlar da.. bunları diyenlerin bile çoğu roman okumuyor kardeşler. Bu kadar az roman okunan, HDP’ye yakın değilseniz en başta medya ve sanat camiasının sizi aforoz ettiği şu ülkede, aynı nedenle yurt dışına da açılamayan bir yazar kimliğiyle yine de kendimi motive edebilirdim. Belli bir sürede sadece bin kişi bile okusa, otur, adam gibi uzun bir roman yaz, diyebilirdim kendime. Fakat şimdiki yolu yeğledim, o da şundan:
Yazdıklarımız biraz da yeni nesillere, gençlere hitap etmeli. Bugün görmesek bile daha sonra onların da ilgisini çekebilmeli. Onun için de her yazılanın maalesef biraz okura uygun biçim ve biçemde tasarlanması gerekiyor. Yeni nesiller okuma özürlü. Uzun kitapları zorunlu kalmadıkça okuyamıyorlar. Gerçi içlerinde okuyanlar da var, ama oran düşüyor. Ve yine gerçi okuma, okuduğunu anlayabilme oranı yaşlılarda da düşüyor. Orta kuşağa mı seslensek? Orası da aynı… Okur-yazarlığı sosyal medyada kediye yükleyenlerin dedikodu cenneti! Siz ne yazarsanız yazın, onda kendi kafasındakileri okuyan ucuz robotlar geçidi! Beyni büzüşeciler bedduasının uyurgezer kurbanları! Hiçbir teneşirin paklayamayacağı capcanlı ölüler! Devrik boylarıyla suç işlemekten vazgeçmeyen günah makineleri! Her neyse… Böyle acıklı hallerimize espriyle dokunup gülüp geçmekten başka ne çaremiz kaldı?
Böyle şeyler kaldı işte. Sosyal medyanın yarattığı tahribatı onu ona karşı kullanarak azaltmaya çalışıyoruz. Üstümüzde patlattıkları top mermilerinin şarapnellerini taş atar gibi kafalarına geri fırlatıyoruz. Olguya iyi tarafından bakıp kötü şeyden yarar iyi şey çıkarmaya bakıyoruz.
Bu inat bizde mevcutken, vazgeçmiyoruz, her yolu deniyoruz. Biz zombileşmiş okumuş "kitlelerin at sinekleriyiz". Sokup uyaracağız onları, aldıkları zombileştirici virüse karşı kendi geliştirdiğimiz aşıları vereceğiz ısırıklarımızla. Bazılarını kurtaracağız. Kurtarmakla iyi mi edeceğiz, emin değilim, ancak bizdeki bu inat geni, RNA’larını dokularımıza yolladıkça yılmayacağız.
Resimli roman bölümler halinde önce facebook sayfamda çıkacak. Yeni bölümler eklendikçe sitede alt alta yayımlanacak.
Kaan Arslanoğlu
Hava yüzümü kesiyor. Ankara’nın ayazı… Sana alışamadım. Alnımın çatını deliyor soğuk, suratımın kemiklerine işliyor. Atkımı iyice sarındım. Annemin kokusu sinmiş üstüne, tam zamanında yetiştirdi. Dün aldım kargodan. Keşke kar maskemi taksaydım. Yok, o da abartılı kaçardı. Evin sıcağına aldanıp her dışarıya çıkışımda aynı tuzak… Serde İzmirlilik var, üstlüğünü kapıp dışarı fırlamak... Neyse ki kuru soğuk bu, kapandın mı sorun bitiyor. Zaten az sonra sevgilimle buluşacaktım. İçim ılık, yüreğim sıcak mı sıcak…
Durağa yaklaştım. İş çıkışı saati, bekleyenler kalabalık… Süper zekâ telefonumun bildirdiğine göre otobüs iki dakika içinde gelecek. Binince yüzüm ısınır zaten… Soğuk alerjisi sinir bozucu bir şey… İki dakika serin çarpsa yüzüme, burnum şırıl şırıl akar. Eldivenimi çıkarıp burnuma dokunuyorum, yanaklarıma… Hayret… Ateş gibi yanıyorum!
Başka bir hayret de caddeye. Yayalar kalabalık ama araçlar ortadan kaybolmuş. Karşı yönden tek tük geçiyorlar gerçi, bizim taraftaysa yol bomboş. Otobüs gelse demek ki rahat ilerleyecek de… Bir görünse…
Çevredekilere göz gezdiriyorum. Yaşlı bir çift, ele ele mi? Hayır, değil, yan yana bitişik yekvücut dikiliyorlar. Kadın başörtülü, adam kirli aksakallı bıyıklı, koca burunlu, şekilsiz, tipik Anadolu köklüyüm diye bağıran yurdum ihtiyarları. Yine de çok şirinler. Ellerinde rengarenk poşetleri, bohçaları, ikili bir karaltı, bir yığın giysi, salkım saçak uzantıları… Küçük bir kütle halinde soğuktan ayaklarını halay çeker gibi oynaştırıp duruyorlar. Bürokrat, memur kılıklı erkekler çoğunlukta. Ruhları alınmış olur bunların, sadece takım elbise… Aralarında birkaç memure kılıklı. Birkaç türbanlı kadın. Başörtülü bir kadıncağız, belli ki ev temizliğinden çıkmış, tıkış tıkış bir araca sıkışacak, varoşa ulaşacak. Şamata yapan gençler… Bir çöpçü… Millet yerlere bir şeyler atıp duruyor, adamcağız peşlerinde, atılanları süpürmeye çalışıyor. Gülünç. Yetişemezsin onlara sen zavallım.
Ah, şimdi New-York’ta beşinci caddede otobüs beklemek vardı. Bir şu insanlara bakıyorum bir de… Gitmeyecektin kızım Avrupa’ya, Amerika’ya… Bir kez gidip gördükten sonra yabancılaşma kaçınılmaz. Gitmeyeceksin… Ülkemi seviyorum da alışamayacağım. Ben buna alışamayacağım. Orada da şehirler pis, çöp atan bol… Fakat çöp atışları bile farklı yahu! Avrupai bir tarzda kirletirler ortalığı!.. İçime bir gülme geldi. Böyle şeyler aklımdan geçer de kimseye denmez. Çoğumuzun aklından geçer.. söylemez.. söyler be.. hatta çoğumuz gereğini yapar.. Yoksa yetmiş iki çeşit yurttaş niye alıp başını gitmeye, kaçıp kurtulmaya can atsın! Elli yıllık fark o dünyayla aramıza hendek gibi kazılmış. Adeta kaderimize işlenmiş. O fark kapanana dek daha da açılır bu gidişle. Bu iktidarla daha da açılır. Off, kurtulamadık gitti şunlardan. Elli yılı kapatacağım derken ömür defteri kapanır, en iyisi kapağı 5. Caddeye atmak. O da olacak pek yakında. İçime sevinç ürpertisi girdi, hoşlukla titredim belimden sırtıma… Kızım, o sevinç ürpertisi değil, eksi 10’un titremesidir, mabadın donacak. Zıpla yerinde, ısın biraz. Şifayı kapacaksın. Karnım da sıkı acıkmış. Güzel. Şöyle çift köfteli bol mayonezli bir hamburger… Birayla… Üstüne de bir trileçe. Sıcak mekandan buz kesen sokağı seyretmek de pek keyiflidir. Bir de kar başlasa.
Hesapta başkentteyim, ülkenin güya ikinci en gelişmiş şehrinde. Gelişmenizi seveyim. Bir tek şu ele ele tutuşmuş iki genç sevimliler. Eh işte idare eder. Gülümsüyorlar bana. Ben de onlara gülümsüyorum. Ülkeme ancak onları alırdım. Sadece size vize mührü basarım çocuklar!.. Ülkem kıçıma tekmeyi basmasın da… Kendi kendime içimden sessiz bir kahkaha attım.
Kahkahayı atmamla beş adım ötemde bana bakan o gençle göz göze geldim. Durağa yaklaşırken yanından geçmiştim, dikkatimi çekmemiş değildi hani. Yüzümdeki kahkahayı soldurup ciddileştim. Başka yana baktım. Karşıda bir belediye otobüsü park etmiş, geldiğimden beri orada aynı yerde duruyor. İçi boş, ışıklarını kapamış, hayalet gibi bekliyor. Çocuk da hâlâ beni kesiyor. Kumral uzun boylu, hafifçe uzun saçlı biri. Aslında formel anlamda tipim. Fakat o da yurdum insanı işte, büyük olasılıkla Ankaralı. Ankara yakışıklısı. İnsanları yüzlerinden kategoriye ayırırım. Size yanlış gelebilir, ama herkeste bir kusur bulunabilir, benim ayrımcılığım da bu olsun, ayıpsa ayıp, sadece içimden… Affedin. Tahminlerim de tutar hep. Tutmasa vazgeçerdim zaten. Bu da fakülte okumuş biri. Fakülte değil, yüksekokul… Ve kendini bilgili, aydın falan sınıfına yazdırmıştır böylece, hatta alim. Ama belli ki ne kitap okur, ne bir şeye kafa yorar, ne bir şeyi aykırı sorgular. İşte bakışlarından belli.
“O durağa fazla yaklaşmayın, bu tarafa gelin, açılın oradan.”
Aaa, bana diyor galiba.
“Bana mı diyorsunuz?”
“Evet, size diyorum.”
“Niye durağa yaklaşmayacakmışım?”
“Çok kuvvetli esiyor, o bakımdan. Görmüyor musunuz paneller nasıl sallanıyor. Tavan gidelim diyor… direkler bok yeme otur.. ayak diriyor...”
Espri yapıyor aklı sıra. Gözüme girecek. Durağa bakıyorum. Evet, sallanıyor, ama Angaralının abarttığı kadar felaket yaşanmıyor. Yan “board”a kocaman bir afiş yapıştırmışlar. Afişteki üç-dört kişi öne eğiliyor, sonra kalkıyor, yaklaşıyor, uzaklaşıyor sanki. Onların bu hareketliliği dikkatimi çekince durağın gerçekten bayağı sallandığına ben de ikna oldum.
“Bakım falan nanay tabii… Reklam afişlerini koyarken gelir bakarlar.. o da sadece panellere, ötesi hava civa.. Siz yine de beni dinleyin.”
Duraktan biraz uzaklaşıyorum, tabii bu şekilde delikanlıya biraz yaklaşıyorum.
“Niye peki sadece beni uyarıyorsunuz? Ötekileri de uyarsanıza.”
“Uyardım, dinleyen kim. Sanki hepsi mevta, ben uyarınca durağa bakmıyorlar, bana bakıyorlar çok acayip bir şey demişim gibi.”
Güldüm… Komik hakikaten vatandaşımızın her hali.
“Bu otobüsler niye gelmiyor?”
“Siz nereye gideceksiniz?”
“Çankaya’ya.”
“Bana sorarsanız yürüyün. Çok mesafe yok. Ben de yürürdüm de.. benim gideceğim yer uzak.”
“Hava çok soğuk, yoksa yürüyüşten kaçan biri değilim. Bu otobüsler niye gelmiyor, bir fikriniz var mı?”
“Kızılay’da miting var. Herhalde ondan.”
“Duymadım ben miting falan.”
“Ben de duymamıştım ama var işte. Her yere afişlerini asmışlar.” Elleri ceplerinde, burnuyla durağı işaretliyor.
Durağa bakıyorum. Demin gördüğüm afiş mitingin afişi olmalı hakikaten.
“Gelin isterseniz beraber yürüyelim. Mitinge de şöyle bir bakarız. Kızılay’dan sonra yollar açıktır bence.”
Cevap vermiyorum. Alenen asılıyor bu bana. Arkamı dönüp durağa biraz yaklaşıyorum. Çıkardım telefonumu Umut’u arıyorum. O mu buraya gelse acaba? Doğru… En iyisi… Ben oraya yürüyeceğime. Umut biraz bencildir, çok hoş, eğlenceli çocuk, beni de gerçekten seviyor, ama bencil mi desem, kabagöt mü desem. İkisi hafifçe ortaya karışık... Her buluşmamızda ben mi ona gideceğim! Gerçi haklı bir bakıma, bastırmış parayı daha eğlenceli bir semtten ev tutmuş. Bizimkiler cimri… Yüz adım yürüme mesafesinde istemediğin kadar bar, kafe… Mekanlar da bayağı cool, kalabalık, renkli. Hani neredeyse dışarıyı yaşıyor insan. O kadar abartmayayım, yoklukta idare eder. Yine işte bak… Telefonunu açmamış. Ne zaman acil aramam gerekse telefonu kapalıdır… Yerde yan yana iki kuş ölüsü. Ne soğuk bee, hayvanlar bile dayanamıyor, yazık.
Döndüm yine öte tarafa. Bizim çocuk gene bana bakıyor. Hani yürüyecekti… Gitmemiş. Tekrarlıyor:
“İsterseniz beraber yürüyebiliriz.”
“Neden olmasın.”
Ve hiç tanımadığım bir gençle birlikte yürümeye başlıyoruz. Hayatımda ilk kez. Bir filmde görsem saçma bulurdum, ama demek ki o kadar da sıra dışı sayılmazmış. Üstelik neden çekineceğim. Tabii psikopatın biri çıkarsa o kötü… Bir de garip bir şey… Nasıl söylesem… Bu çocukta kendime çok yakın bir şeyler hissettim. Hem de ilk anda. Hani ilkokuldan pek sevdiğim bir çocukluk arkadaşımmış gibi. Daha neler.. Yok canım! İlk görüşte aşk mı? “Strangers in the night, AIDS in the morning.” Gülümsüyorum. Biraz tanırsam içimdeki endişe de geçer, üstelik tedirginliğimi hissettirmemeliyim.
“Eksi 10 var mıdır?”
“Fazlası var, eksiği yok.”
“Miting dediniz… heyecanlı bir tonda bahsettiniz. Politikayla ilgilisiniz galiba.”
“Ben mi... Yok canım. İşim olmaz. Hem zaten otobüs gelse geçip gidecektim. Kızılay’dan sonra araba bulurum diye yürüyorum. Haa, merak etmiyor muyum? Ediyorum. Kenarından biraz bakar sonra basar giderim. Sizin var mı siyasetle bir alakanız?”
“Yok canım. Aynen: işim olmaz…”
Köpeğe araba çarpmış. Kanlar içinde… Paramparça yatıyor. Ölmüştür çoktan, o tarafa bakma. Konuşmaya devam et, yoksa down olursun. Ne diyeyim şimdi? Bereket ki ondan geldi ses.
“Okuyor musunuz?”
“Evet, sayılır. Lisansı bitirdim. Yüksek lisans yapıyorum ODTÜ’de... O da bitmek üzere.”
“Hayırlısı… Hangi bölüm?”
Hayırlısı mı! Tahminim hep tutar demiştim size. Yurdumun muhafazakar insanı. Düdük gibi montunun yakasını da açtı, kravatlı sınıfını belli ediyor, öte yandan soğuk bana vız gelir havalarında.
“Kimya diyeyim.”
“Kalırsınız herhalde orada.. Sizde tam hoca olacak karizma görüyorum.”
“Teşekkür ederim. Belki.. Sonra.. Yazın Amerika’ya gidiyorum. En az iki yıllık bir program. Belki orada kalırım. Kalamazsam belki ODTÜ’de kalırım. Orası belli değil.”
“Çok güzel… Memleketin sizin gibi yetişmiş değerlere ihtiyacı var.”
“Ya siz?”
“Ben sağlık yüksekokulundan mezun oldum. Paramedik eğitimi gördüm.”
“Beliniz mi ağrıyor?”
“Biraz… Nerden bildiniz, belli oluyor mu?”
“Yan tarafınızı tutuyorsunuz ikide bir.”
“Evet, demin durakta beklerken bıçak gibi saplandı. Geçer ama.. Soğuktandır.. genciz biz.”
“Boğazınızı sıkı kapayın derim ben. Gerçi siz daha iyi bilirsiniz, sağlıkçı olan sizsiniz.”
“Yok yahu… O iş içimde kaldı. Şimdi alakasız bir şirkette çalışıyorum. Ama bir gün mesleğimi yapacağım inşallah!”
“Paramedikler için iş sorunu olmaz diye biliyordum. Mecburi hizmet mi bekliyor, Doğu’dan falan mı korktunuz?”
“Yok, korkmam ben, niye korkayım. Bedelli askerlik için para biriktiriyorum. Bu şirket işi ayağıma geldi, şans oldu yani. Parası bol. Askerlik bitince kendi işime dönerim.”
“Bedelli askerlik bitince mi? Anlamadım.”
Çocuk gülüyor. Ağzı burnu düzgün. Bayağı seksi aslında. Etkilendim diyeceğim de, öyle de değil. Cana yakın. Bu kadar cana yakınlık “attraction”ı bozuyor mu ne?
“Yok… Benim işler karışık. Kafam hep karışıktır… Ondan. Bedelliden vazgeçtim. Sözleşmem bitince askere gideceğim. Normal askerlik.”
“Niye ki o? Siz mi kurtaracaksınız vatanı?”
“Eveet… O bedelli, bu bedelli… Kim koruyacak bu vatanı? Kendime yediremeyeceğim galiba. Görüyorsunuz durumu. Biz yakından şahit olmasak da, görmesek de bir savaş var. Oradaaa bir savaş vaaaar… uzaktaaa.. Gülüyoruz da.. Başka ne yapacağız. Savaş devam ediyor.”
“Bakmazsanız görmezsiniz. Savaş her zaman varmış. Her dönem bir savaş vardır. İçine dalmak gerekmiyor. Hevesli olan dalsın. Askere gitme hevesinizi erdem olarak kabul ettiremezsiniz bana.”
Gülümsüyor, sözümü dinleyip fermuarı boğazına dek çekerek…
“Erdem gibi görmüyordum. Bana normal geliyor. Ama siz öyle deyince… İş değişti bak.. O tarafından düşüneyim.. Evet, gurur duyayım kendimle..”
Esprili çocuk…
“Hayalleriniz neyse… Ona buna bakmadan, etkiye kapılmadan onları gerçekleştirin.”
“Tipik Z kuşağı mantalitesi. Her yere o Z harfini işliyoruz kılıcımızla. Zorro zenginden alır fakire verir, biz fakirken zengin oluruz, sadece kendimiz yeriz. Size demiyorum, yanlış anlamayın, siz zaten zenginsinizdir. Öyle görünüyor.”
“O Zoro değil, Robin Hood.”
“Z ve Zorro espri yaptım.”
“Zoro kim yahu?”
“Tipik Z kuşağı. Zorro’yu da bilmez.”
Bozuldum. Şuna bakın hele.. elin Ankaralı cahili bana kültür dersi veriyor.
“Zorro bir film kahramanı… Babam severmiş filmlerini. Bana da internetten izlettiydi? Eskilerini. Yeni versiyonu da çıktı aslında. O da epey oldu. Zeta Jones ablamız oynuyordu. Zorro ve Zeta… Bakın şimdi aklıma takıldı. Tesadüf mü acaba?”
“İzlettiydi” imiş. Bu yarı cahiller pek ukala olur. Önce konuşmanı, aksanını düzelt!
“Aman, her ne ise milat öncesine bakmıyorum ben. Biraz yeni şeyler bilmek lazım. Bugünü bilmeden geçmişe hiç bakamayız.”
“Doğrudur!”
Şimdi de uysal, saygılı havaları. “Boynu bükük öldüler!” Hah!
Miting alanına yaklaştık herhalde. Sesleri buradan duyuluyor. Bu ne gürültü böyle. Yüksek sesle bir müzik, yaklaştıkça daha çok kulak tırmalıyor. Tırmalamıyor, beyni oyuyor, hatta davullar kulak tozuma yumruk atıyor. Ne bu şimdi! Dombra galiba. Ne bekliyordun! Rak müzik mi olacaktı, Çav bella mı koyacaklardı. Bunlara en iyi Amy Winehouse gider.. Ha ha..
İşte bu mitingin dev afişlerinden biri. Önünden geçerken durdum. Bu kez dikkatlice baktım. Aaaa.. Bu ne şimdi! Canan Kaftancıoğlu, birkaç kadın daha, ortalarında Selahattin Demirtaş… Altta üstte kocaman yazılar… PKK’ya Lanet Mitingi… Kızılay diyor, Güvenpark diyor… İğrenç… Öfkelendim bak şimdi!
“Bu afiş niye böyle?”
“Nesi niye böyle cancağızım?”
“Cancağız” mı? Bu ne sırnaşıklık. Ben ne yapıyorum Allah aşkına! Kim bu herif ve ben neyi arıyorum yanında? Normalde hemen uzaklaşmam gerek artık. Daha neler? Hadi iyi akşamlar, de ve ikile. Veya bir tepki göstereyim, lafımı koyayım, ondan sonra…
Ama tepki göstermek yerine bir de ona yaklaşıyorum. Hani ne sorsa cevaplayacağım. Hani sevgilim bana seslenmiş de ben de her günkü diyaloğumuzdan bir tutam tatlı bir cevap vereceğim. Kalbim o kadar açılmış şu karşımda gördüğüm dallamaya. Ne yaşıyorum böyle? Nasıl bir aura bu? Çıkarken bir şey de içmemiştim. Kafam da normal yani. Afişi gösteriyorum. Bu arada çok tuhaf bir ışık altında cadde. Gece desen gece değil, gündüz zaten değil… Kar fena bastıracak galiba…
“Afişteki insanlar ne alaka diyorum? Bu insanları niye hedef gösteriyorlar? Demirtaş’ı pek sevmem… Tanımam uzun boylu.. gerçi sevimli adam… Ama Allah sahibine bağışlasın. Ama Canan hanım gayet düzgün yani.. yüz akımız bir kadın. Bu insanlar neden hedef gösteriliyor? Bu mitingin afişine neden konmuşlar? Bunların hepsi yasal siyaset insanları. Demokrasi, hukuk yok mu ülkede? Bu işler bu kadar mı ayağa düştü?”
“Bilmiyorum. Koymuşlarsa vardır bir düşündükleri. Ama söylediydim size, ben politikadan anlamamam. İlgilenmem öyle işlerle. Neydi bir laf vardı… Hah, şöyleydi: Bu sorunun muhatabı ben değilim.”
“Bu mu şimdi açıklamanız!”
“Açıklama yok. Haşa öyle bir şey demedim. Ama Charlie ve meleklerine ne kadar benziyorlar. Bir bakın. Bir de öyle düşünün. Mizah tarafından bakın, matrak değil mi?”
“Charlie kim yahu? Amerikan filmleriyle aklınızı bozmuşmuşsunuz siz. Charlie kim? Politikacı mı yoksa?”
“Politikadan anlamam değerli kardeşim.”
“Ama merak ediyorsunuz. Bir matahmış gibi mitinge gidelim diyorsunuz. Hukuk içinde bir protesto mitingi olsaydı belki ben de katılırım. Ama bir kere bu yasal değil… Beliniz iyice kötüleşti galiba.”
“Yok yok… Geçer o. Önce sizin işinizi halledelim.”
“Benim de bacağıma korkunç bir ağrı girdi. Bu soğuk amma çarpıyor insanı canım.. Resmen topallıyorum.”
“Geçmiş olsun.. Sakin olun. Derin nefes alın: Derin derin… Önemli bir şey değildir. Panik yok. ”
“Sağolun be! Sakinim ben zaten. Bu arada hangi işimi halledeceksiniz anlamadım?”
“Yani sizi rahatlayım diyorum da, elimden geleni yapmaya çalışıyorum… Öteki sorunuza gelince. O sorunuzun cevabı bende yok. Hakikaten yok. Bilsem söylerdim. Bu arada politikayla ilgilenmem.. hiç bilmem dediniz ama… Asıl sizde maşallah ilgi şahane, jargon süper.”
“Evet, ilgilenmiyorum. Çünkü bay geldi… Yani gına geldi.. Babam annem ODTÜ mezunu... Bu ne demek biliyor musunuz?”
“Bilmem, ne demek?”
“Aşırı solcu, aşırı politik demek. Bıktım usandım. Arkadaşlarımın hepsi.. Babalar anneler aşırı politik. Aşırı solcu. Aşırı Atatürkçü… Sıkıntı geldi hepimize… Bıktık, usandık.. Nefret.. Politika.. Iyy!”
“Ya, evet, büyük sorun... Benim böyle bir sorunum olmadı Allahıma şükür.”
“Sizinkiler ne olacak, namaz niyaz.. Allah.. Şükür.. Ne sıkıntı olacak! AKP’ye veriyorlardır oylarını.”
“Evet, AK partiye veriyorlar. Yani öyle… Niye yalan söyleyeyim. Bildiklerinden, çok sevdiklerinden değil ha. Mecburiyetten. Başka ne parti var. Ya bu ya o. Evet dindar insanlar, ben de öyleyim… Ama o işler bildiğiniz gibi değil. Babam işçi. İşçi emeklisi. Onların partisi geçim partisi. Hayatta kalma partisi. Benim hayatım da öyle… Bıçak sırtında geçiniyoruz. Biz hayatta kalma tarikatındanız.”
Şakacı yaklaşımı söylediklerinin sinir bozuculuğuna karşın hoşuma gitmiyor değil. İyi, hiç değilse psikopat çıkmadı.
“Tarikat falan… Lafı bile irkiltiyor beni.”
“Beni irkiltmiyor. Beni hiçbir şey irkiltmez. Anneniz babanız solcu dediniz mesela. Solcu değilim. Ama beni irkiltmedi…”
“O farklı. Ben de solcu sayılmam, ama aradaki farkı bilmiyor olamazsınız herhalde.”
“Valla benim için hepsi aynı. Siyaset ters bana. Kim neyi savunuyorsa, neciyim diyorsa onunla yargılayacaksınız. Bir mahkeme kurulacak, şöyle tarafsız… Kim neciyim diyorsa onunla yargılayacaksın. Din siyaseti mi yapıyor, Atatürk siyaseti mi yapıyor, solcu falan dediniz ya… Onun siyasetini mi yapıyor. Milliyetçi mi… Hepsini sigaya çekeceksin. O’cu mu değil mi gerçekten. O’cu değilse dolandırıcılıktan hapse atacaksın. Dolandırıcılıktan, sahtekarlıktan. Organize sahtekarlıktan. Yemin ediyorum ahalinin yüzde sekseni kodesi boylar. Bir daha da çıkamazlar… Çünkü hiçbiri nedamet de getirmez.”
“İlginç bir yaklaşım”
Takdir gördüğüne seviniyor, gülümsüyor.
“Solcular mesela. Bir sürü solcu arkadaşım var. Başkalarından tek farkları… sağ elleriyle kaptıklarını sol elleriyle güpletiyorlar.”
O kadar uzun boylu değil. Sen de epey ukalalaştın. Zavallı... Bu da her şeyi bilenlerden. Okumadan doğuştan her şeyi bilenlerden. Otodidaktik. Kendi referanslı çakma bilgin. Ama bu böyle gitmez. Ben işime bakmalıyım…
Umut’u tekrar aradım. Yine kapalı. Ben seni ne yapayım çocuk, randevu saatin geldi, hâlâ telefonun kapalı. Kafede demlenmeye geçmiştir bile. Israr etti, aşırı ısrar etti, yoksa dersim vardı, çıkmazdım dışarı. Off be çocuk, hep senin istediğin oluyor, telefonunu aç bari. Annemi arıyorum, o da kapalı. Ege Üniversitesinde kontrole gideceklerdi bugün, gerçi önemli bir şey değil, ama merak ediyordum. Tabii babamla çıktığı zamanlar telefonunu kapatıyor. Babamı da üçüncü kez arıyorum. O da cevap vermiyor? Daha doğrusu acayip bir ses çıkıyor, hemen kapanıyor. Benim telefonumdan olmasın? Tabii ya! Miting var ya güya… Her şey felç… Bomba falan tehlikesi diye sinyalleri de kilitlemişler. Önlemlerini sevsinler…
Biz bunları konuşurken Kızılay meydanına da girmiş olduk. Ortalık mahşer yeri gibi. Mahşer yeri nasıldır bilmem ama böyle bir şeydir herhalde. Doğru dürüst duyurusu yapılmayan mitingde bu kadar kalabalık toplanmasını beklemezdim. Gerçi duyurusu yapılmıştır belki. Haber izlemem ki ben, yandaş kanallara zaten hiç bakmam. İnternetim de ancak belli şeylere açık. Demek “büyük miting” dedikleri buymuş.
Kenarından geçer, şu çocuktan kurtulur, yoluma devam ederdim diye düşünmüştüm, ama kenarından geçilecek gibi görünmüyor. Yani benim izlediğim mitinglerde bir polis bariyeri olur, oradan aramayla geçersin, mitinge katılırsın özel alanda. Burada bariyer yok, her yer özel alan, her yer miting alanı, arama marama hak getire… Kalabalığa daldık mecburen. Bakalım bu kitleyi yara yara öte tarafa nasıl varacağız.
Sahi bu polislerin askerlerin başıbozukluğu ne böyle... Polisler alır güvenliği benim bildiğim gösterilerde. Çok gerekliyse asker de gelir. Burada nesi gerekliyse artık… Onlar kenarda güvenliği sağlar, ortada katılımcılar toplanır. Burada ise curcuna. Polisler kenarlarda daha yoğun ama kalabalığın içine de girmişler, askerler de öyle. Son derece laubali hareketler. Gülenler.. şakalaşanlar. Bizi, bütün yeni gelenleri neredeyse şefkatle karşılıyorlar. Sanki kendileri güvenlik görevlisi değil, ev sahipleri ve akrabalarını, yakın dostlarını buyur ediyorlar. Elbette yandaş miting olunca tüm kurallar değişiyor. Katılımcı kolluk kuvveti ayrımı da kalkıyor. İyi vallahi. Fakat güvenlikten nasıl bu kadar eminler? Cep telefonlarını hadi engelledin, başka sızmalara karşı neyine güveniyorsun?
Mecburen çocuğa daha da yaklaştım, alanın öte tarafına ilerlemeye çalışıyoruz.
“Bu arada adın ne?”
İlk kez “sen” dedi bana! Önceki teklifsiz laflarını saymazsam.
“Deniz.”
“Benimki Ahmet… Memnun oldum.”
İtici şeyler söylüyor ama kızamıyorum bu elemana.
Burası çok tuhaf bir yer… Anlatayım diyorum ya, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Edebiyatım dünya harikası sayılmaz, sadece İngilizce romanlar okudum şimdiye dek. Onlar da ödev gereği. Ders dışı okumayla aram iyi değil, bizim yazarları zaten beğenmem.. Sadece biraz en çok övülenlerden okudum. En çok satanlardan okudum.. Daha doğrusu okumaya çalıştım. Çok methettiler diye başka biri vardı, “top”lu bir şey… Amaan geçinmeye gönlüm yok, adı da uçmuş gitmiş. Öbürleri daha da meşhur. Şimdi saymamayım isimleri, zaten aklımdan çıkıyorlar… Yani, bunları okumak Türkçeme bir yarar getirdi mi, bilemiyorum. Şu var ki mantığıma saldırdılar, orası kesin. Bir nesnel bilimci olarak akıl kurgusunda bir saçmalık yakalamışsam asfalyalarım atar. Gene de az hasarla kurtuldum o okumalardan, iyi tarafından bakmalı… Edebiyatı boş vereyim, tek gayem çevremde gördüklerimi sizlere aktarabilmek… Ona çabalıyorum. Bunları yazabildiğime de şaşıyorum zaten. Çok yönlü anlatmaya çalışıyorum, eleştirel yaklaşmaya çalışıyorum; kendime hayret ediyorum. Bravo bana.
Evet, çocuklar mesela… Kürtler mesela… Çok sayıda çocuk var mitinge katılan. Bu ayazda... Kar da başladı işte! Hava buz kesiyor. Sahi niye bu kadar çok Kürt gelmiş mitinge? Evet, şu anda mesela kolonlardan enseme enseme tokatlayan türkü Kürtçe. Kürtlerin birçoğu kendi köylü kıyafetleri içinde. Bazıları korucu belli, bazıları normal vatandaş. Her yaştan Kürtler. Kürt kadınlar. Sanki HDP mitingi.
Bir polis… Asker mi yoksa? Özel harekatçı polisler de böyle kamuflaj giyiniyorlar. Ayırt etmek güç, zaten sıkıntı bu değil. Bu herif hızla yaklaştı.. o sıkışıklıkta ne kadar hızlı yürüyebilirse artık. Belli ki üstümü arayacak. Kadın polisler de görüyorum çevremde, neden erkek arayacak beni? Gardımı aldım, şarlıyacağım. Omuzumdan tuttu iri eliyle, salladı. Güya dostça.
“Hoş geldiniz” dedi gülümseyerek. Sarkık bıyıklı bilinen görüşteki kesimden, tahmin etmişsinizdir. Yarım ağızla cevap verdim. Sonra utangaçça uzaklaştı. Vay be, devlet mitingine katılanların üst araması da böyle oluyormuş. Fakat bu ne gevşeklik. Öpseydin bari! Bir o eksik kaldı. Ruhum düştü yüzüm düştü… Bir daha dokunsalar ağlayacağım ya da büyük olay çıkaracağım. Yahu nasıl olay çıkaracağım, linç ederler beni şu kalabalıkta.
İşte biri daha… Annesinin kucağında bebek yaşta bir erkek çocuğu. Yanlarında zor yürüyecek yaşta bir kız çocuğu. Çapaçul köylü giysileri içinde. Bu kadarı da fazla artık. Kucaktaki çocuğa ayakkabıyı bile esirgemişler, çorapla getirmişler.
“Hanım, kar yağıyor kar... Bu havada bu çocukları ne akla hizmet getirmişsiniz böyle?”
“Kendileri istedi, ben ne yapayım” diye cevap vermesin mi ortaçağdan fırlamış cadı kılıklı ucube… Zor anlaşılır ağır bir Kürt aksanıyla.
“Nasıl kendileri istedi arkadaşım?”
“Vallah billah kendileri istedi” diye karşılık verdi kadın bu kez pişkin bir gülümsemeyle.
“Yahu sen nasıl annesin, çocuklar donacak donacak!..”
“Bir şey olmaz onlara... Hem zaten ben anneleri değilim, komşularıyım.”
“Komşuları mısın? Annesi nerede bunun?”
“O gelemez…”
Perişan çocukcağız da inanılmaz hüzünlü gözlerle bana bakıp duruyor… Hatta elini uzatıp beni tutmak istiyor. Sanki bana gelmek istiyor, canııım… Belli ki üşümüş, donmuş… Hay sıçtığımın dünyası, çıldıracağım.
Ahmet kolumdan çekti, uzaklaştırdı beni.
“Böyle güldüklerine bakma. Kayıtsız gibi görünüyorlar ama aldatıcı” dedi. “Galiba hepsinin çok derin bir yarası var. Pek çoğu uzak yerlerden gelmiş. Boşuna gelmezler. Demem o ki, üstlerine gitme, beklenmedik bir tepki gösterebilirler.”
“Aman ne yara ne yara” dedim. “ ‘Güldür Güldür’deki Yaralı Show!’
Ama haklısın, bana ne! Ben mi doğurdum. Kimi getirirlerse getirsinler. Zaten halleri meydanda, tercihleri meydanda. Bunları içimden dedim.
“Vaaay, Gluteus Maximus!.. Geldin gene ha! Hiçbir partiyi kaçırmıyorsun bakıyorum... Hah haaa!”
Bunu diyen asker giysili bir genç. Karşısında da Amerikan askeri kıyafetinde orta yaşlı bir adam. İngilizce bir cevap verdi bu Amerikalı, ben anladım tabii. New-York argosuyla “Bok yolunda göt altına girersek, bana ne ad verseniz haklısınız!” gibi bir şey… İki asker kucaklaştılar.
Ahmet de kahkahayı bastı. İngilizce biliyor mu, neyi anladı, neye gülüyor? Şu işe bakın, diye düşündüm. Bunlar hesapta Amerikalılara karşı, “Reis” dedikleri durmadan Amerikan aleyhtarı laflar edip duruyor, ama burada Amerikan askerleri de dolaşıyor!.. Bak, şurada bir tane… Şurada da başka biri… Kimin elin kimin cebinde belli değil, ortam gerçekten tekinsiz. Deniz, toz ol buradan. Bir an önce ayrıl şu ortamdan. Ahmet neye güldü acaba?
“Ahmet bey… Siz bunların nesine güldünüz şimdi?”
“Binbaşıya isim takmış bizimkiler: Gluteus Maximus… Romalı komutanların ismi gibi. Çok şaşaalı bir ad. Ama ‘göt’ anlamına geliyor...”
Allah Allah.. Bir şey anlamadım.
“Senin niyetin bunlara mı katılmak, yoksa çekip gidecek miyiz artık. Yeteri kadar gördük sanırım. Ben ayrılıyorum.”
Son “Ahmet bey” hitabı bana yapay gelmiş olacak ki, ben de “sen”li hitaba geçmiştim.
“Niyetimizi soran yok ki!” diye cevap verdi. İlk kez kaygılı bir bakış yakaladım gözlerinde. Şu ana dek hep neşeli ve biraz da alaycıydı… Birden ciddileşmişti bakışları, bir haber almış ve üzülmüş gibiydi, benim son çıkışımın ardından.
“Hadi ayrılalım. Ben de ayrılmaya çalışacağım, bakalım.”
Tokalaştık. Tokalaştık mı? Hayır kucaklaştık? Nasıl ama? Bu nasıl olur! Nasıl bir kucaklaşma! İki sevgilinin kucaklaşarak ayrılması gibi. Daha yarım saat geçti geçmedi, nasıl bir yakınlaşma? Hüzünle şaşkınlık arası bir yarığa düştü gönlüm. Birkaç saniye… Epey bir zamandır gördüklerime mi afallasam, aniden hissetmeye başladığım düşlerdekine benzer karmaşık ve irkiltici duygulara mı? Ne zamandan beri mitingdeyim? Ahmet’i tanıyalı ne kadar zaman geçti? Kaç yıl geçti? Öyle ağır geldi ki o yarıktan düşme, öyle katlanılmaz ki boşlukta asılma. Bana neler oluyor? Ne geldi başıma? Buna dayanamayacağım.
Döndüm. Arkama bile bakmadan, ilk seçtiğim yönde kalabalığı yararak uzaklaştım.
Fakat bu bir kâbus sanırım. Galiba yanlış yön seçmişim ki, sıkışık daha da sıkışık bir yığın içinde kilitlendim kaldım. İlerleyemiyorum. Madem ilerleyemiyorum. Sakin kalmalıyım. Panik yok. Biraz nefes almalıyım. Nefes nefeseyim çünkü. Sakin ol! Derin nefes.
Yanı başımdaki grup neşeli, hararetli bir şeyler tartışıyor. İşte bu tam tüy dikti. Bütün oyuncular sete geldi, “cast” tastamam, evet film çekimi için her şey hazır! Yönetmen nerede, kim “motor” diyecek? Evet, bunlar da babamların gençlik, orta yaşlılık zamanlarındaki kıyafetlerde, solcu bıyıklı, devrimci aksanlı erkekler, birkaç kadın, ortalarında daha yaşlıca bir gözlüklü adam… Sohbet ediyorlar… Mecburen dinledim. Dinledikçe daha çok kulak kabarttım soluğumun izin verdiği ölçüde.
“Ne hikayeler var abi… Buradaki insanların ne hikayeleri var… Hepsi roman olur.”
“Hocam, bu roman olur lafından sen tiksinmedin mi artık, yetti ya… O roman olur, bu film olur… Rahat bırakın şu insanlığı, rahat bırakın hayatı. Yaşam yaşamdır işte... Bırak aksın. Niye roman olsun. Niye illa romana sıkışsın!”
“Ulan senin gibi köylüler yüzünden sanatta geri kaldık zaten. Hep entellere dantellere kaldı bu işler. Burjuvalara kaldı, liberallere kaldı.”
Karşıdakinin alınmayacağını bilmenin rahatlığıyla takılır bir havada söylüyor bunu diyen uzun paltolu uzun bıyıklı.
“Hepiniz öylesiniz arkadaşım, ben sadece dürüstüm, farkım orada.”
Başka biri söze giriyor:
“Yok öyle deme, güzel bir sanat, iyi bir roman bu ülkede çok şey değiştirir. Siyasette hepimiz odunuz. Karşımızdakine laf dinletemiyoruz, o da dinlemiyor zaten. Belki başka yollardan kalplerine gireriz. Sanat çok şey değiştirir. ”
“Bok değiştirir. Çok okuyanların görüyoruz halini. Film seyretmekten şaşkolozlaşmışlar. Donlarını bile değiştiremiyorlar.”
“Abi sence neden bu PKK’nın romanı yazılmıyor.”
Ortadaki daha bir sanattan bilen dayıya sordular bunu. O dayı da oturaklı bir yanıtla entelektüel bakımdan kendine duyulan güveni boşa çıkarmadı.
“Okur yoksa yazar da olmaz. Yazar yoksa okur olmaz. Bizim insanımız dışarıdan özendirilmedikçe beyninin tek bir kıvrımını çalıştırmaz. Bunu böyle bilin. Ben de eskiden öyleydim. Sizler de öyleydiniz. Bağımsız düşünemiyorduk. Şimdi kafamızı az çok çalıştırabiliyorsak onu bu mitinge borçluyuz.”
Ne mitingmiş be! Diye aklımdan geçirdim. Her derde deva.
“Hocam, okumuyorlarsa filmini yapmak lazım o zaman. Yanlış mıyım?”
“O da zor. Yine piyasa işi. Yine para girer konuya. Yine dışarıya özenti girer.”
“Biz yapalım o zaman. Romanı da filmi de biz yapalım.”
Gülüştüler. Bunda gülünecek ne varsa!
“Gözleri perdeli, kulakları mühürlü… Sadece elleri durmuyor… Bir de ağızları. Ne yapsak sesimizi duyuramayız onlara.”
“Rüyalarına girecek bir yol bulmalı.”
“Vallahi rüyaları bile sansürlü. Oradan bile geçit yok. ‘Others’ filmini seyrettiniz mi, o hesap. Hepsi yürüyen ölü. Zombi mi ne diyorlar şimdi.”
“Amerikalıların aklına girelim. Onları ikna eder film çektirirsek, bak Amerikan filmi seyrederler.”
Kahkahalar…
“Üstünüze alınmıyorsunuz değil mi abi.” Bunu yine ağır sanatsal abiye söylediler.
“Yok niye alınayım. Maalesef doğruya doğru. Çürük dokuya dikiş tutmuyor. İşin fenası çürük dokuya sağlam iplikle de dikiş atamıyorsun. Bizimkilerde yetenek var, akıl var, fikir yok… Karakter hiç yok! Dışarıya köle haline gelmişler. Akıllarını almışlar…”
Yine gülüyorlar. Sinir bozucu. Etraftaki öteki figürlere ise inanamıyorum yine. Baktıkça yeni bir demet saçmalıkla karşılaşıyorum. İlkokul çocukları o izdihamda saklambaç oynamaya çalışıyor. Öğretmenleri “Çocuklar yavaş olun” diye güya düzen sağlamaya çalışıyor. Peki, kabul, resmi mitinge her okuldan katılım sağlanacak diye emir gelmiştir de… Bu karda boranda bir kerecik emri dinlemeyiver. Nasıl öğretmenlersiniz siz. Bir grup yol işçisi bu solcu kalabalığın çevresinde, tartışmayı izlemeye çalışıyor. Baretli işçiler var, mağaza çalışanı kılıklı kızlar var…
Neyse ki yan tarafta bir boşluk açılıyor. Oradan olabildiğince hızla uzaklaşıyorum bu solcu dönek bozuntularından.
Yirmi adım atıyorum atmıyorum, yine sıkışıyorum. Çevremde düğün alayında gibi bir sürü kız. Çocuk yaşta kızlar, genç yaşta kadınlar… İnanılır gibi değil ama, PKK üniformaları içindeler. Gerilla kıyafetinde. Rozetleri, bantları bile tastamam, bir tek kalaşnikofları eksik. Tek eksik kalmadı, her şey tamam, kıyafet balosu artık başlayabilir. Habur mabur diyorlardı. Barış sürecinde PKK’lıların… Hem de üniformalı PKK’lıların devlet güçlerince törenle karşılandığını anlatıp duruyordu babamlar. İşte canlı tekrarı. PKK’ya lanet mitingi mi? Nasıl bir lanet…
Kızların hepsi bir olmuş bana bakıyor. Bense PKK üniformalı çocukların o sıkışıklıkta buldukları aralarda birbirlerini kovalayışlarını izliyorum. Kızlar gülümsüyorlar bana. Kırk yıllık tanışlarıymışım gibi. Kiminde alaycı bir hava seziyorum, kiminde kederli, kimisinde sevecen… Aman ne psikolojiye sararım, ne bu işin edebiyatına. Yine de merakımı yenemiyorum.
“Siz temsilen mi böyle giyindiniz?”
“Ne buyurdun bacım? Nasıl temsilen? Okul temsili gibi mi?”
Gülüştüler. Operadaki hayaletler.
“Siz PKK’lı mısınız?”
“Eveeet..”
“Bildiğimiz PKK’lı”
“Siz nasıl bilirsiniz bilmem ama, biz kendi bildiğimiz gerillayız.”
“Ne işiniz var o zaman burada? ‘PKK’ya Lanet’ mitinginde?”
“PKK’ya, gelmişine geçmişine.. bin sülalesine… lanet okumaya geldik… Ne olmuş, en çok bizim hakkımız değil mi?”
Başka bir kız aryaya devam ediyor:
“Onun legal bacağına, kokmuş ayağına, askerlik şubesine… Halkların katliam kongresine, demokratik puştlarına…”
Başka bir kız, iri yarı esmer bir çam yarması:
“Onlarla düşüp kalkan bilumum leş kargalarına lanet okumaya geldik…” Elindeki dövizi gösteriyor. Dövizde birçok partinin adı yazılmış, üstüne çarpı çizilmiş. En başta CHP… Yasal ve saygın partiler bunlar, halkın umudu partiler… “Ne olmuş... Tabii ki lanet okuyacağız. Evet, tabii ki en çok bizim hakkımız, bizim görevimiz.”
“Fakat! Tamam, PKK’yı ben hiç sevmem, terörle iş halledilmez. İster devrimci densin teröre, ister sol densin, bizden densin.. Terörle sorun çözülmez.. Fakat...”
Annemden babamdan duyduğum tüm terminoloji, işittiğim üç beş cümle ve tiz sesimle mitingdeki tersliğe muhalefetimi haykırmaya çalışıyorum.
“Evet, fakat? Neymiş fakatı yahu?”
“Fakat PKK hiç değilse.. hiç değilse… kadınları özgürleştirmiyor mu?”
Gülmeye başlıyorlar. Gergin, hatta öfkeli kahkahalar… Hatta zorlama… Biri yanağımı okşadı. Alaycı bir okşama mıydı yoksa acıyarak mı? Onurum zedeleniyor. Karşı çıkmalıydım bu aşağılamaya, ancak cesaret edemedim. Abartılı duygu dışavurumları bana yönelik merhametten kaynaklı değilse bile acı yüklü. Buna hükmettim o an. Sadece öyle yorumlayarak gururumu kurtarabilirdim. Kötü bir rüyaydı yaşadıklarım gerçekten. Kötü rüyaların bildik sıkıntıları, tanıdık küçük düşmeleriydi şahitlik ettiklerim.
“Ya pek güzel öğretmişler size bacım. Bize de aynını öğretmişlerdi. Evet, hepimiz pek özgürleştik. Öyle özgürüz ki artık buradayız. Kendi özgür irademizle buradayız. Özgürleştirmedikleri tek bir yerimizi bırakmadılar. İtiraz edince karşı devrimci olduk, ajan olduk, devletin muhbiri olduk… Mağaralara kapadılar bizi.. Boyun eğip onlara itiraz etmeyince bir yere kadar güzel. Yoksa en olmaz noktalara göndermeler! Yoksa infaz… Neydi o infazın adı? Hep unutuyorum.”
Çam yarması verdi cevabı tok, militer sesiyle:
“Yargılı infaz.”
Hiç inandırıcı değildiler. Gerçekten ilkokul tiyatrosundaymış gibi oynuyorlardı rollerini… Kendimi tutamadım söyledim:
“O kadar basit değildir. Yani olmamalı. Yani her ne anlatacaksanız daha ikna edici bir yolunu bulmalısınız…”
Çam yarması kız sözümü bitirmemi beklemeden yakama yapıştı, kendine doğru çekti beni. Şimdi burun burunaydık. Korktuğum işte başıma geliyordu. Ahmet’ten de ayrılmıştım! Tümüyle yabancı ve soğuk bir yığının ortasında korumasız, bir başımaydım.
“Sen de özgürleşmişsin ve işte buradasın. Ama belli ki henüz bu özgürlüğü idrak edememişsin. Fazla zamanını almayacak, merak etme… Garanti veriyorum.”
Öbürleri elinden zorla aldı beni. Sevimli yüzlü bir kız. Çilli… Çok genç… Kulağıma fısıldadı:
“Diri diri gömdüler onu. Kusuruna bakma.. O yüzden bu kadar agresif.”
Ne diyordu canım bu deliler müfrezesinin, kaçıklar ordusunun manyakları? Neler söylüyorlardı? Niye düşmüştüm içlerine?
Çam yarması hâlâ söyleniyor benim hakkımda:
“Belki bu da onlardan. Belli belli… Bu da onlardan… Almış babayı işte! Sırtımızdan siyaset yapan orospu çocukları. Sıcak evlerinden bizi buzların ortasına atanlar bunlar değil mi? Kanlarımızdan nemalanan şerefsizler! Asıl terörist bunlar! Biz bedel ödüyoruz hiç değilse. Bunlar bedel ödemeyen en adi terörist!”
“Sana demiyor. Sana yönelik değil. Öfkesini dağa taşa bağırır zaman zaman. Kızgınlığı sana değil.”
Aynı çilli yüzlü kız diyor bunu… İçimden ağlamak geliyor ama tutacağım kendimi… Bu kaçıkların ortasında ağlamayacağım.
“Bu amca kim? Baban mı yoksa?”
Kimden bahsediyor? Çilli kız da mı dalga geçiyor? Ben zaten allak bullak olmuşum, bir de oyun mu oynanıyor? Hangi adam, nerede babam? Arkamı gösteriyorlar.
Dönüyorum. Babam karşımda duruyor. Gözleri kan çanağı, ağlamaktan yüzü erimiş. Başını omzuma koyup sarılıyor bana. Kötü bir şey olmuş, çok kötü bir şey olmuş…
“İyi ki buldum seni… İyi ki buldum… Tesellim bu artık... Ne yapalım.. ne yapalım.. Oldu işte.. göreceğimiz varmış. Bizimki de böyleymiş. Bu da iyi.. Kavuştum sana.. Seni bulamayacağım diye öyle korktum ki.. Artık.. Artık tek üzüntüm annenden ayrılmak…”
Kopuk kopuk tuhaf tuhaf geveliyor ağzında kelimeleri. Aklını yitirmiş gibi. Dehşetle itiyorum onu, yüzüne bakıyorum.
“Anneme bir şey mi oldu, söyle anneme ne oldu.. İzmir’de değil miydin sen? Bugün İzmir’deydin, ne ara geldin? Niye geldin? Biliyordum, telefonlarıma cevap vermiyordu.. Anneme bir şey mi oldu?”
Çok güçlü bir anons, sesimi kapatıyor, algımı kapatıyor, düşüncelerimi kapatıyor.
“Yeni gelen kardeşlerimize hoş geldiniz diyelim hep beraber… Hep beraber tüm kardeşler!”
Mahşeri kalabalık bu anonsa tok ve derinden, zelzele uğultusu gibi bir sarsıntıyla cevap veriyor:
“PKK’ya lanet!.. PKK’ya lanet!.. PKK’ya lanet!..”
Anonsun geldiği tarafa bakıyorum. Konuşmacı kürsüde. Otuz-otuzbeş metre kadar uzakta geniş ve yüksek bir platformda. Çevresinde tek sıra sağlı sollu dizilmiş otuz kırk kişi. Konuşmacıyı tanımıyorum, ama sanki tanıdık. Sanki ünlü biri. Elinde mikrofon kalabalığı coşturuyor:
“Sadece piyonları lanetlemek olmaz.. Arkalarındakileri unutmayalım!”
Yer gök inliyor, adamın sesinden ve mahşeri kitlenin depreminden:
“Büyük güce lanet… Büyük güce lanet… Büyük güce lanet!..”
Adamın yanında duran… Hemen yanında duran… Hemen yanında tek vücut bir organizma gibi duran… Ellerinde torbalarıyla, bohçalarıyla bir yaşlı çift… Ben bunları bir yerden tanıyorum. Evet, artık bir rüyada yaşadığım kesin. Böyle bir şeyin başka bir açıklaması yapılamaz. Göğsümü sıkıştıran bir düş! Bunlar az önce durakta bekleyen yaşlı çift… Ya ötekiler? İşte temizlikçi kadın. Ta kendisi… Eprimiş, solmuş pardösüsü ve kafasına küçük gelen baş örtüsüyle.. İşte memure hanım. İşte bürokrat beyler… İşte el ele tutuşmuş o sevimli gençler... Kendi ülkeme tek layık gördüklerim.. Bir temizlik işçisi, elinde süpürgesi…
“Kundaktaki bebekten yaşlı ninelerimize… her yaştan, her kesimden, her görüşten… her milletten… siz on binlerce canımıza. Bu lanetli canilerin hayatlarını aldığı ama ruhlarını teslim alamadığı siz kardeşlerimize… Bizlere en son katılan kardeşlerimizi… Ahmet’i ve Deniz’i de kürsüye davet ediyorum. Hoş geldiniz kardeşler. Gelin tutuşalım el ele.”
Babamı bırakıp.. hatta varlığını bile unutup… Büyülenmiş gibi, bir ışıma, bir mistik ses çağırmış gibi yükseltiye doğru yürümeye başlıyorum. Herkes açılıyor önümden. Prensesler gibi yürüyorum. Herkes açılıyor önümden, saygılı bir gülümseyişle eğilerek selam veriyor. Bir ece gibi tan aydınlık tepeye yürüyorum…
Bir el hoyratça omuzuma bastırıp geriye çekiyor. Hatta bununla yetinmeyip önüme geçiyor, göğsümün üstüne ellerini dayıyor.. Göğsüme vuruyor adeta vuruyor, arkaya doğru itiyor… Uzaklaştırıyor beni uzaklaştırıyor uzaklaştıryor… Öteliyor.. öteliyor… İtiyor.. itiyor.. Zaman geçmek bilmiyor… Vaktin boğumları koca bir yılana dönmüş bedenimi sarıyor, sarıyor, sıkıyor sıkıyor…
Ahmet bu! Sonra kendisi… Az önce benim için açılan boşluktan büyük sekiye, arkasından sanki güneş doğacak tepeye doğru kararlı adımlarla ilerliyor…
Gözlerimi açtığımda yoğun bakımdaydım. Hemşirelerden bölük pörçük öğrendim bir şeyleri. Biraz daha kendime gelince kısıtlı ziyaretlere izin verdiler. Gerçi sadece anneme izin veriyorlardı. Kapıdan bakıp el sallayan teyzem. Bir kez de Umut’a…
Durakta patlayan bombanın ardından on altı gün bilinçsiz yatmışım. Üç ameliyat atlatmışım… Birkaç kez kalbim durmuş, tam sayıyı vermiyorlar moralim bozulmasın diye. Ayıldıktan üç gün sonra normal odaya alındığımda kendi kurtuluşuma sevinmeye başlamıştım, ona ne kadar sevinç denebilirse. Bir şeye uğradığımı anlamamıştım ki, ondan yakayı sıyırdığıma şükredeyim. Parça bölük sızılı yaralı yaşam kıpırtıları ruhumda. Yine de çok ama çok kötü bir şeyden kurtulduğunu can çekişse de kavrıyor insan. Acaba? Karabasanın ortasındaki umut pırıltılarını anımsar gibiyim. Ya da üst bilincim toparlanınca böyle hissediyorum. Orası çok farklı bir dünyaydı. Ezdi beni, bedenimi değil sadece, içimi de en az o kadar ezdi. Preste sıkılmış nar gibi özümün dışarı akışını seyretmişim haftalar boyu… Askıdaki baş aşağı hayvancağız gibi boynumdan akan kanla inmişim yeryüzünün cennetine… Nasıl bir yaşam neşesi bekleyebilirdim?
Ertesi gün ısrarlı sorularım üzerine verdiler bilgiyi. Babam haberimi duyunca kalp krizi geçirmiş. İki gün sonra da ölmüş. Zavallı annemin halini siz düşünün. Bereket ki tüm akrabalar, dostlar üstüne adeta binmişler, üzüntüsüne hava vermeyip boğmuşlar. Yaşamasını sağlamışlar. Öyle anlatıyor annem. Dostlar, akrabalar bugünler için var. Ben kurtulunca yeniden güç gelmiş üstüne. Durumum bıçak sırtıymış üç gün. Doktorlar “ümit arttı” dediklerinde yüreğine daha bir ruh yüklenmiş, direnmiş.
Fakat ben nasıl devam edeceğim? Babam benim yüzümden öldü. Çok mu gerekliydi o sevgili buluşması. Umut ısrar etmişti, mecbur gibiydim… Sanmayın ki suçlayacak birini arıyorum… Acılarım bana yeter.
Ya Ahmet ne olacak? O konuda sizi yanıltmayayım. Duygu sömürüsüne yeltenmek istemiyorum, zaten istesem de beceremem. Katı bir insanım sanırım. Hayli katı… Duygusallıktan uzağım. O yüzden Ahmet’i size akademik bir rapor yazar gibi anlatacağım. Rapor değil hatta, birkaç notla noktayı koymaya gayret edeceğim. Psikiyatristim “Z kuşağı işte, siz hep böylesiniz” diyor. Tıpkı Ahmet’in dediği gibi. Tutturmuşlar bir Z kuşağı… İkisi de yanılıyor. Z kuşağında duygusallık genel planda azalmıştır belki, ancak rastladığım sentimentaller az sayılmaz. Keza yaşlı kuşaklarda benim gibi sert mizaçlılar da bol. Bana özgü ne varsa onu aktarmak zorundayım. Konuya dönmeliyim… Evet, Ahmet konusu? Nasıl bir sorun? Neye evrilecek bende?
Kendi onunla öznel sorunumdan öte… Hasta odamın dolabında kanımla kızıla boyanmış kemerin sahibi bu kardeşin hesabını kim soracak? Bacağıma kemeriyle turnike yapan oymuş. Turnike sözcüğünü hemşirelerden öğrendim. Hikayenin pek çok ayrıntısını onlardan öğrendim. Bana gazeteleri veren de onlardı. Kurbanların toplu fotoğrafı içinde hemen tanıdım. Çocukluk arkadaşımdı sanki, kırk yıllık dost yüzüydü. Öldüğüne şaşırdım, ama üzülemedim. Borçlu hissettim… Yalnızca borçlu hissettim. Ödeyemeyeceğim bir borç… İnsana asıl koyan o. Üzülmedim mi? Hatırladıkça içim sızlıyor, ama buna yas denebilir mi? O borç nasıl ödenir?
Ben yerde can çekişirken başımdan ayrılmamış. Ambulans gelene dek benimle konuşmuş, elinden gelen her şeyi yapmış. Sanırım kalbimi ilk çalıştıran da Ahmet! Durağın yirmi adım kadar ötesinde yakalanmışız patlamaya. Benim bacağım parçalanmış. Onunsa küçük, keskin bir cisim arkasından girmiş, içini parçalamış. Benimle uğraşırken darbenin sıcaklığından bunu fark etmemiş ya da önemsememiş.
Ama bakın, mitingde ne kadar gülüp kahkaha atsalar da, mizaha vursalar da… yaşamın en önemli sorunuymuş gibi o sorunu tartışan öbürlerinin başaramadığını, o şimdiden başardı. Entübe bedenimin ruhuna girdi, rüyalarıma sızdı. Halen benimle yaşıyor. Tüm o mitingi, bütün o kurbanların ruh sızılarını bu aleme taşımayı başardı. Ama sadece bana. Bu neye yararsa?
İKİNCİ KISIM
İlk günlerde nasıl devam edeceğim diye kendime soruyordum ya… Dışarıdan bakınca hiçbir önemli sorun yaşamamış lay lay lom hafif ruhlu bir genç kız gibi hafifçe aksayan bacağımla yaşamaya devam ettim. O da geçecekmiş aylar içinde. Doktorlar böyle dedi, öyle umuyorum. Evet, ne diyorduk… Yaşamaya devam ettim hiçbir şey olmamış gibi, aksayan bacağım ve daha da katılaşmış duygularımla. Neşeli, hatta abartılı neşeli halimin altında hiçbir canlılığın kök salmayacağı kaya misali kaskatı duygularımla… Katılaşmış duygularım diyorum da… Belki de duygu bile değildir onlar… Günde bir iki kez epilepsi nöbeti gibi uğruyor gündüz düşleri, kaç dakika sürdüğünü anlayamıyorum. Doktorum üç-dört dakikadan fazla değil, diyor. Ancak bana saat gibi geliyor. Ne hissiyat bırakılmışsa beynimde, yalnızca o anlarda yaşıyorum bazı emosyonları, sonrası robot… Bu bir bakıma bana iyi geliyor… O sayede devam edebildim…
Yüksek lisansımı bitirdim, önceden planladığım gibi New-York’da doktora programıma başladım. Bu arada Umut’tan ayrıldım. Cinselliği çıkarınca geriye bir şey kalmıyordu pek, sadece kakara kukara eğlence. Beni ara sıra aldatıyordu üstelik. Gerçi bir kez de ben onu aldatmıştım. Olay cinsellikten ibaretse Amerika’da âlâsını bulurum. Zaten aylardır canım hiç çekmiyor. Üç ayda on üç yıl yaşlanmış gibiyim. Bir de kıskanma triplerine girmişti bu. Ahmet’ten bahsettikçe önce merak edip sorular soruyordu, sonra agresifleşmeye başladı. Ölüyü kıskanıyor salak.
Annemi yalnız bıraktığıma biraz üzülüyorum. Fakat çevresinde benim istemediğim onun istediği kadar akraba dolu; kardeşleri var İzmir’de herkesten önce… O da katıdır benim gibi, kendini idare eder zaten. Ne yapalım benim de hayallerim var ve yaşayacak bir tane canım… Üstelik bu hayalleri annem babam soktu kafama. İstediği zaman gelir, gezer, hatta uzun kalır. Parası yeter de artar, dil biliyor, zamanı bol… Kimseye üzülemem. Bunu da onlar telkin edip durdular bana: Mekanik, elektronik bir tip yarattılar benden. “Kimse için üzülme… Kimse için bir şey yapmaya değmez… Planlarını hayata geçir… Hayallerini gerçekleştir...” Kurs manyağı yaptılar beni, kariyer delisi yaptılar. Zaten üzülemiyorum hiçbir şey için. Üzülmek istesem de üzülemiyorum. Psikiyatristim bu iyi bir şey diyor, kötü bir şey değil. Biz insanları hep böyle yapmak istiyoruz. İsteyip de her zaman başaramadığımız şey... New-York’da bir ruh hekimi buldum kendime. Seans ücretleri hayli ucuz. Üniversite vakfına bağlı çalışıyor, sanırım ondandır. Ve adam bu fiyata göre umulmadık ölçüde nitelikli. Türkleri çok iyi tanıyor, Türkiye’ye birkaç kez gelmiş. Az buçuk Türkçe bile biliyor. Dahası bana işinin ehli gibi geliyor.
O vesileyle bir şey belirteyim geç kalmadan: Bu bomba, geçirdiğim bu ağır travma, siyasete ilgisiz biriyken siyasi suikaste kurban gitmem… Sizde bir beklenti yaratmasın. Dönüşmem ben. Bombadan önce neysem bombadan sonra da aşağı yukarı oyum. Kimse dönüşmez. Demem o ki size yepyeni şeyler anlatacağım yönünde bir umuda kapılmayın. Zaten o umut yoktur sizde, tahmin etmiyorum. Herkes başından ne geçerse geçsin bildiğini okur. Önüne ne metin gelirse gelsin o metinde de kendi bildiğini okur. Doktorumla bunları tartışıyoruz. Bunların ruhsal düzeneklerini tartışıyoruz. Doktorum takdir ediyor beni. Doğru yoldasın, diyor. Strateji bu olmalı, diyor…
Selahattin Demirtaş ve Seher… Geçen hafta uçakta yanımdaki Türk, baktım Demirtaş’ın Seher adlı kitabını okuyor. Biraz dalga geçmek istedim.
“Yarısına gelmişsiniz” dedim, “Sizce nasıl? Nasıl gidiyor.”
“Çok güzel” dedi, ne kadar da sevecen ve hümanist bakarak. “İyi gidiyor. Öneririm. Siz de okuyun.”
“Ben Türkçe okuyamıyorum” dedim. “Çok sıkılıyorum.” Yalan da değil, ama bakalım ne cevap verecek.
Biraz afalladı, Türkçe okumak zorunda kalan ikinci sınıf Türk muamelesi mi gördüm acaba, gibisinden baktı:
“Evet, haklısınız. Türkçe eserlerin çoğu çöp. Ama ara sıra seçkin örnekler çıkıyor. Bunun gibi örneğin, bunu tavsiye ederim.”
“Bir arkadaşım, bu kitap terörizmi övüyor, demişti. Siz öyle bir izlenim edindiniz mi?”
Adamın tüm hümanizmi uçtu, uçağın havalandırması o sevecenliği haleli bir meleğin ak buharı suretinde sanki yukarı çekti, ızgara deliklerinin içinde kaybetti. Hayli öfkelendi belli ki, ama medeni tiplerdir bunlar, öfkesini kabalıkla dışa vurmadı. Aksine sesini iyice alçaltarak, aşağı yukarı şunları söylemekle yetindi… Aşağı yukarı diyorum, çünkü bomba bende bir de yüzde elli işitme kaybı yaratmıştı, kısık sesleri güçlükle duyabiliyordum:
“Ne münasebet! Adamı suçsuz yere içerde tutuyorlar, bir de böyle iftiralar atıyorlar. O arkadaşınız Türkiye’de Kürtler nasıl yaşıyor, biliyor mu? Hiç gitmiş mi oralara, hiç yaşamış mı o acıları? Başkalarının acılarını bilmeden sırça köşklerinden ahkam kesen bir sürü faşist var Türkiye’de.”
“Annem babam da aynı şeyleri söylüyor, belki de haklısınız” dedim.
“Anne babanız akıllı ve aydın insanlar demek ki” diye yanıtladı biraz rahatlayarak ve de sen de onlardan nasibini al, bakışlarıyla. Sahi, yol arkadaşım akademik amcanın tavrı aynen ana babamın tavırlarına benziyordu. Onlar da az buçuk karşıt görüşten insanlarla tartıştıklarında hep böyle sinirlenip tıkanırlardı. Onca kitap okumuşlar, okuyorlar? Okuyorlar mıydı gerçekten? Tartışmalarda söyledikleri hep üç beş cümleydi.. Aynı böyle cümleler. Sonra sonra.. giderek daha az sinirlenmeye başladılar. Çünkü önceden tartıştıkları tanıdıkları… neredeyse herkes onlar gibi düşünüyordu artık. Epey bir süredir iktidardaki o çirkin mi çirkin, o mubalağa şeytansı düşmanlarına aynı üç beş cümleyle lanet okuyorlardı…
Tüm bunları bombadan sonra düşünmeye başladım. Ama memnun değildim. Beni yoruyordu. Ben yine herkes gibi olmak istiyorum. Herkes gibi… O mitingdekiler yine hayalimde kalsın. Hatta oradan da çıksınlar. Rüyalarıma da giremesinler. Birileri “zombileşme” diyor bu ruh haline. Mitingde de duymuştum. Olsun, zombileşme mombileşme, tek hayatımız var ve bunu yorularak, sıkılarak geçiremeyiz. Kimseyle tartışamam, herkesin doğrusu kendine. Bırak tartışmayı, “gerçek doğru” neymiş, kendimi bunaltıp hayatımı zindan edemem. Psikiyatristim de destekliyor yaklaşımımı. Yaklaşım değil “uzaklaşım” demem gerekir. Bu lafıma psikiyatristim de gülmüştü. En doğrusu, diyordu. Gerçekler hiçbir insanın kaldıramayacağı kadar ağırdır. Altına girip belini kıracağına daha omzun çökmeden at üstünden o yükleri… O yükün altına girip belini kırmayanına rastlamadım henüz, diyordu. Doğru söylüyordu. Doktorumun ücreti düşük dediysem, başkalarına göre düşüktü… Cimriyimdir, paramı çarçur edemem. Onca para harcıyorsam dediğinden çıkmamalı, birçok şeye kayıtsız kalmalıyım. İşin eğlencesine varmalıyım…
Fakat adam hırsını alamamış, o da belli. Ettiğim sözlerde pek bir şey yok aslında ama yüz ifadem sanırım korkunç aşağılayıcıydı.
“Siz Z kuşağı sadece sosyal medyadan besleniyorsunuz. Sosyal medyayı bizden iyi kullanıyorsunuz, övgüye değer. Bir eksiğiniz var, havaya göre saatlik yön değiştiriyorsunuz. Biraz kitap okumalısınız. Sadece ders değil. Meselelerin özüne inmelisiniz…”
Kafamı sallıyorum kayıtsızca.
“O acıları yaşamayanların terör merör diye timsah gözyaşları dökmeye hakkı yok… Siz hiç o acıları yaşayanları, polisin askerin şiddetine maruz kalanları gördünüz mü? Hiç konuştunuz mu onlarla?”
Cevap vermedim. Öylece baktım ona. Son insan bakışlarımla. Hakir görme be beni amcacım, ben de sizin gibi zombi olmaya karar verdim. Çok kısa zaman içinde beni de aranızda göreceksiniz. Ben de yakında benim gibi saçmalayanlara karşı kayıtsız kalacağım. Tam bir mesudiyete ereceğim. Nasıl söylüyorsunuz siz Türkler?
Şırnak’ta yaşamak arzusuyla yanıp tutuşan ama yine yanlışlıkla New-York’a inmiş öfkeli amcadan hiçbir dilekte bulunmadan ayrıldım uçak perona yanaşınca. Arkamdan sırtıma saplanan kızgın bakışlarına da aldırmadım. Dünya zombiliğinin kalabalığına daldım, pasaport kuyruğuna yaklaştım.
Sivil giyinmiş bir grup Amerikalı asker arkamızdan geçiyordu. En önlerindeki tıpa tıp Ahmet’e benziyordu. Sonra o çocuk ertesi akşam rüyama girdi. Biz kalabalık bir kitle olarak hastaymışız. Askerler de bizi karantinaya almak için etrafımızı çevirmişler. Ahmet suratlı rütbeli biri yanaştı yanıma. Onu tanımıyormuşum, ilk kez görüyormuşum. İyice yaklaştı, sessizce:
“Seni kurtaracağım”, dedi. “Şu duraktan uzak dur yeter ki”.
“Ben halimden memnunum” diye cevap verdim. “Sen kendini kurtarmaya bak.”
Gülümsedi, o akşamki uysallığıyla. Sonra başka bir tarafa doğru seyirtti. Onu Amerikalı askere benzettiğimi bilse belki de kızardı Ahmet. Belki başka bir rüyada belirir ve bunu söyler. Rüyalarımın bacasını penceresini daha sıkı kapatmalıyım. Sadece hafif şeyler, keyifli şeyler görmeli rüyalarda, gündüz düşlerinde… Hatta keyifli saçmalıklar olmalı. İçimizi rahat ettirecek saçmalıklar. Annemlerin tüm arkadaşları gibi, uçaktaki entel amca gibi herkesle aynı hayaller kurmalıyım. Z kuşağıysam da Z’liğimin tadını çıkarmalıyım.
Geçen sabah erkenden Umut aradı. Hayret, telefonla aramayı hiç sevmez, hayırdır, diye açtım. Zil zurna sarhoş… Daha akşam olmadan! Epeyce içer ama böyle zom haliyle hiç karşılaşmamıştım. Sarhoş muhabbeti açtığına da rastlamamıştım.
“Sen… Beni… İdealleri olmayan.. boş bir insan olarak gördün... Yine öyle görüyorsun.. Ama ben boş bir adam değilim. Tamam mı bak, ben boş bir adam değilim… Ben idealleri.. ülküleri olan bir insanım…”
“Ya, sabah sabah boş geç idealleri falan” dedim. “Bende ne ideal var ki sende böyle bir nane arayayım.”
“Yok öyle deme. Oraya belli bir plan içinde gittin. Dünyaya… Bilime… Yarar… Şey.. etmek için… Getirmek için…”
Bu çocuk ciddileşince daha komik oluyormuş, sarhoşken daha da matrak!
“Yahu ne ideali, planı, yararı... Amerikan yaşamı için geldim, New-York için geldim, bilim bahane… Bırak bunları.. Çevreciyim mesela ben… Çevreci duyarkasarım. Ne üstünde çalışıyorum: Plastik… Güya çevreci plastik… Çevreci şu çevreci bu. Yemişim çevreciliğimi…”
“Yok öyle deme” dedi. Dili iyice dolanıyor. “Sende… Senin içinde… Ben görüyorum bir isyan var.. Ona doğru planların var… Bir gün patlayacak… Güümmm diye patlayacak…”
“Patladı zaten.. Duymadın mı Ankara’nın öte ucundan duyuldu.. Sen duymadın mı?”
“Çook özür dilerim.. Çook özür dilerim.. Orayı hatırlatmak istemedim.. Şunu diyeceğim. Bak.. Ben onun için telefon açtım.. Şunu diyeceğim..”
“Tamam, söyle, ne diyeceksin?”
“Şunu diyeceğim: Ben sana yapılanın hesabını soracağım… Bak ben Ahmet’in de intikamını alacağım. O yara yalnız sende açılmadı. Asıl bende o açıldı o yara biliyor musun sen. Asıl bende açıldı o yara. Bu vatan sahipsiz değil. Hepsinin hesabını soracağız o … …”
“Tamam” dedim.. “Çok sağol. Ayılınca tekrar konuşuruz.”
“Ayılınca da aynısını diyeceğim. Bana bak bana… dinle beni… ayılınca da aynısını diyeceğim ve dedim mi yapacağım… Yarın da arayacağım seni.. yarın da.. Temiz olacağım o zaman.. İçkisiz tamam mı!”
“Tamam” dedim… “Hadi kapatıyorum.”
Bir bombanın nerelere kadar etki göstereceğini kimse kestiremez… Bombanın ve oradaki mitingin etkileri… Şiddet, kışkırtılmış şiddet… Yakın ve uzak zamanda hangi kalpte ne yara açar, neleri öldürür, kimleri katleder, hangi duyguları yeşertir… Bilemeyiz. Sadece yaşarız.
Kalbim ikide bir tekliyor, beynim sık sık kilitleniyor. Geçecek diyor sinir doktorum. Psikiyatristim ise biraz kaygılı. Fazla uzun sürdü diyor. Oysa o ne diyorsa aynen yapıyordum. İçinden ne geliyorsa onu yap, bol bol yap, diyordu, ben de onu yapıyordum. Doktora çalışmalarını, dersleri hocamla konuşup bayağı bir geniş zamana yaymıştım süreyi bir yıl uzatmak pahasına. Daha çok zaman kalıyordu geriye, zaten uzun süre yoğunlaşamıyordum hiçbir şeye… Kendimi New-York’un tatlı hayatına vermiştim. Birkaç arkadaş da edinmiştim, o kafe senin bu kafe benim dolaşıyordum. Sanat galerileri, felsefe konferansları, sinemalar, operetler fırsat çıktıkça para yettikçe kaçırmıyordum. Ne var ki, gündüz düşleri, beyin kilitlenmeleri azalacağına artıyordu. “Biraz fazla bastırdık hafif etkinliklerle içindeki volkanı” dedi psikiyatristim, “İyice boşlamak da sana yaramadı… O halde… Tekrar yüzleş azcık travmanla. Yeniden deşelim biraz yarayı. Zihnindeki basınç biraz daha düşsün” diyordu.
“Ne rüya görüyorsan anlat” diyor psikiyatristim… “Her şeyi serbest çağrışımla anlat. Gelişigüzel. Sırasız, bağlantısız, her şeyi anlat. Yoğun bakımdaki kâbuslarını, hastanede duyup gördüklerini. Ziyaretçilerinin yüzlerini… duygularını, anlattıklarını… Gündüz dalıp dalıp düştüğün düşler… Biraz daha deşelim…” “Ha bir şey daha… Müjdeyi… Yanlış belki benim söylemem.. ama müjdeyi ben vereyim… Vakıftan sana burs çıkarttık… Şimdilik küçük ama giderek artacaktır… Karşılıksız burs. Böylece benim paramı da rahat ödeyebileceksin…” Bir kahkaha atıyor. Sevimli adam. Seviniyorum tabii, ama belli etmiyorum…
O gazla bülbül gibi şakımaya başlıyorum:
Hava bıçak gibi keskin soğuk. Güçlü bir rüzgar esiyor, caddeyi boğaz yapmış iflahımızı kesiyor. Durak zangır zangır sallanıyor. Reklam panosunda bir parfüm ilanı galiba. Ortada yakışıklı bir erkek, fazla maço, yarı çıplak… İç gıcıklayıcı fakat bana pek çekici gelmiyor, tam hoşlandığım fizikte değil; yanında alımlı iki kadın manken. Biri esmer öteki sarışın. Bana doğru gelip gidiyorlar. “Duraktan uzak durun” diyor arkamdan bir ses. Teklifsiz bir delikanlı. “Niye ki” diye soruyorum. “Baksanıza nasıl sallanıyor…” Erkek ve kadın mankenler sanki üstüme üstüme geliyor. Uzaklaşıyorum biraz. Sohbete başlıyoruz. İş çıkış saati. Cadde çok kalabalık. Yayalar, peşi sıra ilerlemeye çalışan sıkışık araçlar… Çocuk eğlenceli ve tuhaf şeyler anlatıyor. Bir çöpçü ayaklarımızın altından yerdeki çöpleri topluyor, neredeyse “kaldırın ayaklarınızı” diyecek annem gibi. Önümüzde bir otomobil duruyor. Pencereleri açık. Bu soğukta? Otomobili bir kız sürüyor. Sanki bize bir şey soracak gibi… Ama sormuyor. Eğilip yüzüne bakıyorum. Karaltı halinde.. pek hatırlamıyorum. Kızıl saçlı mı, kumral mı? Göz göze geldiğimi anımsıyorum, o kadar… Gülümsedi mi bize? Bana mı öyle geldi? Sonra yavaşça az ilerliyor araba… Ahmet “Kızı ateş basmış herhalde” diyor. “Belli ki aranıyor… Belasını mı bulur artık mevlasını mı!...” Bu söz pek hoşuma gitmiyor. “Cinsiyetçi” diyorum içimden…… Sonra……………………
Kendimi yerde.. betonda sürüklenirken hatırlıyorum… Yüzü koyun… Ne oldu? Bu ben miyim? Ne yaşıyorum? Neden kaldırım kenarına burnumu dayamışım? Neden bir köpek… Bir köpek yanı başımda can çekişiyor? Neden her yan kızıl. Neden ayağa kalkamıyorum? Biri sırt üstü çeviriyor beni… Çevirmeye çalışıyor, çeviremiyor… Korkunç acıyı o an hissediyorum. Nefes alamıyorum. Ahmet bir şeyler diyor. Sürekli bir şeyler diyor. Tepemdeki ağaç yanıyor. Ahmet konuşuyor. Bu gerçek değil! Bu ben değilim. Üstümde ağır bir şey var… Pano gibi bir şey var… Ahmet onu üstümden kaldırmaya çalışıyor… O kadınlar ve erkekler… Onları görmek istemiyorum. Yüzümü asfalta veriyorum. Asfaltın içinden geçmek istiyorum, geçip aşağı inmek, betonu delip bu alemden, bu cehennemden kurtulmak istiyorum. Tırnaklarımla kazıyorum asfaltı. Asfalt değil bir duvar. Öte yana geçersem kurtulurum. Kazıyorum tırnaklarımla, dişlerimle ısırıyorum. Ahmet beni yeniden çeviriyor. O kadınlar ve ortalarındaki erkek…
Meğer arkadaşlarımmış. Cenevre’de mi, Paris’te mi bir kafede buluşmuşuz. En sevdiğim… Tam aradığım ortam, can attığım atmosfer… Sohbeti koyultuyoruz.. Bana pek bir önem veriyorlar, önemlilik duygusu sevişme gibi sarıyor bedenimi. Değerinin bilinmesi gibi bir şey var mı şu yaşamda. Kokoşlar mokoşlar, pek ulaşılmaz havadalar ama demek beni tanıyorlar. Kızların yüzü değişiyor bir anda, erkeğin yüzü değişiyor. Canan hanım, ötekiler ve Demirtaş bunlar… Demirtaş, “Gel seninle bir şey konuşacağız, diyor. “Çok özel bir şey”. Demirtaş tekrar o erkek manken oluyor. “Tamam” diyorum, ne söyleyecek acaba, içim kıpır kıpır. Kapı önüne çıkıyoruz. Paris’in ışıltılı bir sokağı, Paris’in insanları, ne şıklık böyle, bohem bir şıklık, iş çıkış saati… Beyaz yakalar da türlü çeşit tiki giysileriyle sanki podyumda. Ne kadar keyifliyim… “Al, bu arabanın anahtarı” diyor. “Bu da kumanda cihazı.” Bu Selahattin Demirtaş değilmiş, onun kardeşiymiş. Kafenin kapısında burun buruna konuşuyoruz. “Tam şuradaki durak var ya, az sonra herkes işten çıkacak. Araba arka caddede. Al arabayı, yandan dolaş…” İşaret ediyor geçeceğim yerleri… “Tam oraya geldiğinde şuraya basacaksın.” İçime bir sıkıntı basıyor. Olamaz böyle bir şey. Kafeye geri dönmek istiyorum. Deminki sıcak ve hoş ortamıma geri dönmek istiyorum… Kafe yok.. Kafe yok!... Bir Güneydoğu şehrinin izbe bir sokağında kirli bir iş hanının önündeyiz. Kirli mirli, gireyim şuradan, öte kapıdan kaçarım… Kapı kilitli. Giremiyorum. Yine burun burunayım Selahattin’le… “Ama” diyorum, “Çok insan ölmez mi? Fransız bunlar, yazık olur. Fransızlara yazık olur!” “Onlar Fransız değil ki”, diyor. “Hem kimse ölmez” diyor. “Yalnız şey var.. Sen ölebilirsin. Bu mesaj amaçlı bir eylem. Sadece mesaj vereceğiz. Türkiye’ye ve Tüm dünyaya mesaj vereceğiz.” “Ama ben ölebilir miyim?” “Güzel bir şey olmaz mı!” diye cevap veriyor. “Çok güzel bir şey olur!” “Nasıl güzel bir şey olur?” Soruyorum, ağlamaklı… “Nasıl güzel bir şey olur benim ölmem?” “Özgürlük savaşı kadar yaşanılası bir şey bulunabilir mi bu dünyada!.. Bir toplumun, bir halkın özgürleşmesi kadar üstün bir hedef var mı? Onun, bu yüce amacın en seçkin parçasına dönüşeceksin. Yüceleceksin.. yıldızlara kadar yükseleceksin. Sen bu halkın Seherisin. Gerçek bir öznesin, bu halkı gerçek bir özne yapacaksın. Kaç kişiye nasip düşer? Yaşamın amacı bu değil mi! Tüm hayallerin bunun üstüne kurulu değil mi? Özgürleşeceksin. Yaşamanın en büyük hedefine varacaksın. Şu kafede resmin asılacak. Yaşamayı istediğin tüm şehirlerin duvarlarında afişlerin asılacak. Türküler senden bahsedecek. Çocuklar sana gıpta edecek. Sana kitaplar yazılacak. Öykülerin kahramanı sen olacaksın. Sanatçılar, oyuncular, sinemacılar, yazarlar… Seni bilsin istediğin herkes… Seni bilecek… Sana özenecek! Sana duygudaş kesilecek! Senin adını, bizim tümümüzün adını barış şiirleriyle, dengbej masallarıyla yaşatacak…” Havaya girmeye çalışıyorum. Başardım, başaracak gibiyim… Ben o butona basacak gibiyim…
Ahmet bırakmıyor. “Aç gözlerini.. Derin nefes al..” Bir şeyi bacağıma sarıyor, sıkıyor, sıkıyor… Panodaki afiş üstüme üstüme geliyor, o adam ve kızlar üstüme üstüme geliyor. Ahmet onları üstümden alıyor. Yine üzerime kapaklanıyorlar. Selahattin, Canan… Gidin başımdan… Defolun. Ahmet belini tutuyor. İki büklüm. Beni ambulansa bindiriyorlar. Ambulans mı? Ambulans değilmiş… Asfaltın altıymış. Duvarın arkası. Koca bir meydan. Çevremizde askerler…
Çok kalabalığız. Yürüyen ölüler karnavalı… Zombiler şöleni… Karnaval ama eğlenceli geçtiğini söyleyemeyeceğim. Sanki yıllardır, on yıllardır buradaymışız. Bunalmışız. Daha doğrusu kendimi sıkıntılı hissediyorum, fazlasıyla içi daralmış, gönlü kırılmış… Çevremdekilerse kayıtsız. Her şeye karşı kayıtsız. Askerlere soruyorum: “Niye buradayız, niye böyleyiz, niye başka taraflara geçemiyoruz?” Asker şaşırıyor. Bizim aramızdan onlara böyle soru soran da çıkmıyormuş anlaşılan. “Bu hep o mitingin etkisi” diyor yanındaki arkadaşına, “O mitinge katılanlardan geliyor buna benzer sorular.” “Komutana söyleyelim, artık bir önlem almalı.” “Bu Ahmet karıştıracak ortalığı” diyor başka bir asker. Ahmet’i tanıyorlar demek. Ben sorumu tekrarlıyorum: Niye başka yöne geçmemize izin vermiyorsunuz? “Mahkum oldunuz” diyor bir asker. “Mahkeme sonuçlandı. Hepiniz dolandırıcılıktan hüküm giydiniz.” “Ne mahkumiyeti!” diye bağırıyorum, Ahmet’in mitinge giderken ettiği söz geliyor aklıma. “Neymiş suçumuz?” “Suç değil, maharet” diyor asker. “Dolandırıcılık ve sahtekarlık… Bu bir marifet” diyor... “Mahkum oldunuz ama bu bir ceza değil, ödül” diyor. “Huzura kavuştunuz. Başka ne isteyebilirsiniz!” Sadece o mitinge katılanlar canlıymış, canlılarsa yaşayan ölüye dönüşmüş. Mahkum olmuşuz… Yürüyen ölülüğe mahkum olmuşuz. Asker haklı… Bu bir ödül… Baksanıza herkes bir hayli sıkıntı çekse de, bir hayli ezilse de… kayıtsız. Demek ki huzur içinde… Asker haklı… Ödül bu… Burada her şey cila, elektronik, dijital, mijital… cilalı parlak taş devri… Kültür boktan, ilişkiler iğrenç, yaşam mide bulandırıcı. Akıl gözüyle bakmaya gör, ya da gönül gözüyle… kafelerde çalan müzikler rezalet, diziler, filmler disgusting. Ama herkes bunlara hayran… Herkes huzur içinde… Hak ettim, diyorum kendime. Sonuna kadar hak ettim… Ama yine de ben bunlardan farklıyım. Evet, henüz düşünebildiğime göre farklıyım. Bu iyi mi, kötü mü? Psikiyatristime göre çok kötü… Selahattin’e göre de çok kötü… Canan da böyle söylüyor… Ama ben dayanamıyorum. Farklıysam kötü bile olsa bu, dışarıya çıkmalıyım. Bir yol bulup buradan çıkmalıyım.
Başka bir taraftan kalabalığın dış çeperine yaklaşıyorum. Çok kalabalık başka bir yürür gezer grubu bize katışmaları önlenerek önümüzden geçiriliyor. Çevrelerinde yine askerler. Asker dediğim zebaniymiş aslında. Zebaniler de farklı farklı grup grupmuş. Kalabalığın arasında tanıdık simalar görüyorum. Sesleniyorum. Duymuyorlar. Tam önümüzden geçtiği halde duymuyorlar. Duymazlar tabii. Nasıl duysunlar. Görmüyorlar. Bir an kalbim duracak gibi oluyor, sonra güm güm çarpmaya başlıyor. Annem! İşte orada! Arkadaşlarıyla önümden geçiyor. “Anneee!” Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Duymuyor.. Karabasanlardaki gibi.. “Anneee!” Zebani daha fazla ileri çıkmamı engelliyor. Zebaniler bağırıyor: “Hepsi Mahkum oldu, hepsi mahkum oldu!.. Ne mutlu onlara ne mutlu onlara!” Yanımdaki zebani beni paylıyor: “Boşuna kulağımın zarını patlatma, seni duymazlar.” Ani bir sıçrayışla o zebaniden sıyrılıyorum, annemi kucaklıyorum. Annemde hiçbir tepki yok… Sanki bir ceset kucaklamışım. Çıldıracağım… Ahaa, işte annemin arkasında mastırdan tanıdığım, bizim okuldan solcu bir çocuk.. Adı neydi.. Eylem. Ulan kendine bari numara yapma Deniz, diyorum kendime… Adı neydi imiş? Umut’u onunla aldatmamış mıydın. “Eylem!” İşitmiyor. Bu kez onu yakalıyorum. “Eylem, ben Deniz! Tanımadın mı?” Bakıyor ama görmüyor, sesimi ne kadar duyuyor? Sadece dokunduğumu hissedip irkiliyor. O da bir gelişme… Sarsıyorum, yine yanıt yok. “Yahu bir ses ver! Annem beni duymuyor. Sen seslen, belki duyar!” Daha kuvvetli sarsmak isterken arkaya doğru biraz şiddetli itiyorum onu. Sırt üstü devriliyor çuval gibi. Ulan hımbıl oğlu hımbıl, sağlığında neydin ki şimdi nasılsın! Ağzın yüzün düzgün olmasa seninle yatar mıydım? Hem de bizim evde, hem de annem babam evdeyken… “Özür dilerim Eylem, özür dilerim… Beni tanımanı istiyorum sadece. Sadece bir cevap ver.” Doğrulmaya çalışıyor… Hırıltılı bir kızgınımsılıkla bana bakıyor sanki, ama boşluğa konuşuyor: “Taray’ın adamısın sen?” “Ne, ne diyorsun anlamıyorum… Yahu ben Deniz.. Tanımadın mı? Ben kimsenin adamı değilim, adam da değilim.. Ben kızım, adım Deniz.” Kalkıyor, yine boğuk mu desem, peltek mi.. aynı homurtu: “Senin gideceğin yer Farunçak’ın yanıdır!” “Farunçak ne be!” diye isyan ediyorum “Farunçak ne? Kim nereye gidiyor?” “Paşist!” diye mırıldanıyor. “Hay senin politikanı…” diye bu kez kasten itiyorum Eylem’i, yine devriliyor. Bu dingil öyle içi boş bir keskin solcuydu ki, apolitik halimle bile küçümserdim laflarını. Bizimkiler ise bayılırlardı. Şimdi de yerde kımıl kımıl kıvranıyor. Üstü başı vıcık vıcık sümüksü bir şeylerle kaplı. Ellerime bakıyorum, bana da bulaştırmış. Turuncu jel gibi bir şey… Midem bulanıyor.. ıııy!.. Silmeye çalışıyorum, nereye sileceğim, bir yandan da ötekilerden yardım istiyorum… “Ben onun arkadaşıydım” diyorum ötekilere, durumu açıklamaya çalışıyorum. Aldırdıkları yok. Bakmıyorlar bile. Birisi kolumdan yakalıyor. Bir zebani, onları koruyan gruptan Amerikan üniformalı bir zebani hışım gibi yaklaşıyor, kolumdan tutuyor, adeta fırlatıyor beni kortejin dışına..…
Sert bir rüzgar esiyor. Hava kesiyor. Soğuk mu soğuk. Panodaki afiş yine üstüme üstüme geliyor, o adam ve iki kız gene tepeme tepeme biniyorlar… Eziyorlar, yırtıyorlar beni. Ahmet onları üstümden alıyor. Yine üzerime kapaklanıyorlar. Selahattin, Canan… Gidin başımdan… Defolun. Ahmet belini tutuyor. İki büklüm. Beni ambulansa bindiriyorlar. Ambulans mı? Ambulans değilmiş… Asfaltın altıymış. Duvarın arkası. Koca bir meydan. Mahşeri bir kalabalık… Zelzele gibi bir uğultu: “PKK’ya lanet… PKK’ya lanet! Büyük güce lanet! Büyük güce lanet! Amerika’ya lanet!...”
Psikiyatristim karşısında bir IŞİD’li, bir El-Kaideci görmüş gibi dehşet içinde bana bakıyor… Kendi yarattığı canavara bakıyor.
Adam saniyeler içinde güleç yüzüne dönüyor. Niye gülümsemesin, her şey kontrol altında.
“Böyle şeyleri bana anlatıyorsun, çok güzel… Ancak elbette sen de çok iyi biliyorsun ki… Sadece bana anlat, başkalarına anlatma!” diyor.
“Neden? Çok mu sakıncalı? Tutuklarlar mı beni!”
“Hayır, kesinlikle… Bu ülkede hiçbir fikri için kimseyi tutuklamazlar. Belki senin ülkende de tutuklamazlar. Ama dinlemezler. Dinleseler hafife alırlar. Değer kaybedersin. Hafife almasalar bu sefer de sıyırmış sanırlar…”
“O mitingdekilerin yaşayanlara seslerini duyuramaması bu yüzden mi?” diye soruyorum.
“Evet, tamamen bu yüzden. Kendini koruma refleksi. Doğrular… insan ruhunun cezasıdır. Kimse uzun boylu o cezaya katlanamaz.”
“Yine de anlatsam?”
“Dene istersen! Fakat hiç tavsiye etmem… Yapma bunu…”
“Niye annemi görüyorum düşlerimde ikide bir? Niye babamı değil de annemi?”
“Tam da bu nedenle. Annene bile anlatamazsın bana anlattıklarını. O yüzden…” Anlamaz bakışlarım karşısında devam etmek zorunda kalıyor: “Annen orayı bombalayanları destekliyordu öncesinde… onlara oy atıyordu… Baban da öyle… Ama o hayatta değil artık. Çemberden çıktı. Annense devam ediyor. Üstelik tavrında en ufak değişiklik gerçekleşmedi. Yine onların tarafında, yine onlara oy atacak…”
“Hayır bu doğru değil” diyorum hüzünlü bir isyanla. “Üstelik nereden biliyorsunuz bunu? Nasıl biliyorsunuz?”
“Sen anlattın” diyor…
Evet, birçok şeyin yanı sıra bunları da anlatmış olabilirim. Belki de anlatmadım. Ancak hakkımda pek çok şeyi benden iyi bildiği kesin.
“Üstelik” diye devam ediyor. “Sen de o bombacıları destekliyordun, bin bir başka yolla, kırk farklı akla uydurmayla yine onları destekleyeceksin. Onları eleştireceksin belki, belki küfredeceksin. Ama sonuçta onların cephesinde duracaksın.”
Sonrasını gerçekten o mu diyor, yoksa ben mi onun imalı boşluklarını doldurarak kodu tamamlıyorum, diyalog daha da garipleşiyor.
“Ben bile öyle mi? Nasıl bir mekanizmayla?”
Ak düşmüş kızıl sakallarını sıvazlıyor yukarı tersine doğru… Kıllar kalkıyor, kabarıyor, bu haliyle bir palyaçoya benziyor. Zaten bu adamın söyledikleri ciddi mi, espri mi, ironi mi sık sık birbirine karışıyor. Ya da ben her cümlesini farklı algılıyorum. Bakın işte şimdi de karşımda yayıldığı koltuğundan fırladı, masasının ön tarafına dayanıp yarım oturuşa geçti… Sanki oynuyor… Sanki az sonra amuda kalkacak…
“Bizim şaşaalı kentlerimiz bunun için var” diyor. “Eğlence hayatımız… Dizilerimiz… Eşsiz sanatımız, karşı laf edilmez bilimimiz… Görkemli tıbbımız bunun için var... Onların da altında karşı konulmaz bir sistemimiz var, ekonomimiz, paramız var. Biz istesek elinde kalemtıraş tutana terörist deriz. Nefes almasını bile yasak ederiz. Dünyayı zindan ederiz. Sizler de aynısını yaparsınız. Saniyesinde bizi taklide başlarsınız. Alemin en tehlikeli yaratıkları bunlar, dersiniz. Biz istesek, on binlerin katiline özgürlük savaşçısı deriz… Dünyaya reklamını yaparız. Sizler de aynen buna uyarsınız. Çünkü burası merkezdir. Çekim gücü buradadır. İsteseniz de istemeseniz de ışığa uçan gece kelebekleri gibi buraya yönelirsiniz. Bizim gibi olmaya, bizim gibi hissetmeye çalışırsınız. Hepiniz bize öykünen kötü tiyatrocularsınız. Bak… Anlattığım şeyler siyasi olgular değil… Katiyen değil… Tamamen psikolojik dinamikler… Dünyanın her yerinden başka yerlere değil.. buralara gelmek için can atan insanlar yüz milyonlarca kabardıkça o psikoloji herkese yayılır. Politikalar bu psikoloji üstüne kurulur…”
“Bu o kadar basit değil, direnenler çıkacaktır” diyorum.
“Elbette çıkar… Bir kısmı ölür… Ölmeyenler dönüşür… Annen baban var ya… Komer’in arabasını yakanların örgütündendi. Sonrasında ne hale geldiler? Bir bak… Komerlerin arabalarına valelik yapmak için birbirleriyle yarıştılar. O arabalara elli metre binebilmek için kırk takla attılar… Üstelik bunu yaparken hiç değişmediklerini sandılar.”
“Bunu nereden biliyorsunuz. İstihbaratçı mısınız?”
“Hayır, onu da sen anlattın” diyor doktor. Evet, anımsıyorum, anlattım galiba. Neyi anlatıp neyi anlatmadığımı çıkaramıyorum, o ise durmadan not tutuyor.
“Peki, şimdi söz mü, burada her şeyi söyle, ama dışarıda hiçbir şeyi anlatma…”
“Söz” diyorum…
Çıkarken kapıda ayak üstü birkaç şey ekliyor: “Biz biz diyorum, yanlış anlama. Gerçi istersen de yanlış anla.. bir şey değişmez… Gençliğimde ben de anne babanın gençliği gibiydim, şimdi yine onlar gibiyim. Olay budur. Üstelik şimdiki gençlik de bizler gibi… Kendini boşa yıpratma…”
Sözümü tutuyorum. İçimdeki tartışmaların hiçbirini hiç kimseye çıtlatmıyorum. Telefonda anneme bile… Bu zaten karakterime daha uygun.. Bu zaten işime geliyor… Üstelik son haftalarda daha iyiyim… Tek sıkıntı… Evet, tek sıkıntı… Ahmet’e karşı hâlâ borçlu hissetmem…
+++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++
Bir gün sabah kalktığımda… Birden aklıma geliyor… Konuşmamaya söz verdim… Ama yazabilirim… Yazmalıyım… Psikiyatristim ne der? Akşama seansım var? Acaba ne der?
Beş saatte aklımdan ne geçiyorsa yazıyorum… Ha gidip muayenehanesinde konuşmak ha ona yazdıklarımı vermek… Kimse görmeyecek nasıl olsa…
Akşam doktor kararımı ve sonucunu yine gülümser suratıyla ve ama biraz kaygılı dinliyor… Sonra flash belleği elimden alıyor, bilgisayarında on dakika kadar göz gezdiriyor…
“Aynı şeyi söyleyeceğim… İstediğin kadar yaz, ama kimseye okutma…”
“Niye?” diyorum, “Korkuyor musunuz, oyununuzun çökeceğinden mi korkuyorsunuz.”
“Hayır” diyor. “Senin için endişe ediyorum yine… Sen yıpranırsın. İstersen dene… Okumazlar… Okusalar senden soğurlar… Yapma bunu…”
Hiç mi korkmuyor, bence korkuyor… Bunu hissediyorum, az da olsa korkuyor… Benim için mi korkuyor, kendi dönüşümüyle oturttuğu iç huzurunun bozulmasından mı korkuyor, yoksa cidden tam onların adamı, görev duygusunun dayatmasından mı korkuyor? Bilmiyorum. Ama daha gergin baktığını biliyorum.
“Yine de sen bilirsin…”
“Okey… Kimseye okutmam o zaman…”
“İyi edersin… Aynı kısır döngüye girme… Babanın girdiği o kısır döngüye.. hepimizin.. On yıl sonra tekrar neye dönüşeceğini kestiremezsin. Herkes neye yönelirse sen de oraya yönelmelisin. Sağlığın için.”
“Doğru” diyorum.
++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++
O gece tuhaf bir rüya gördüm. Bir kalabalık, bir koşuşturma, bir telaş ortasındayım… Bir yerdeyim.. Bir durakta… Gene mi o durak?.. Gene mi gene mi! Kalabalık artıyor, kalabalık arttıkça sıkıntım artıyor… Bağırış çağırışlar, izdiham… Yine ezileceğim… Devinim hızlı, kalbim hızlı… Onu görüyorum… Babamı. Kalabalık içinde babamı görüyorum… Gençmiş.. genç zamanları… Yanındaki kim? Kim o? Ahmet… Arkadaşmışlar… Yan yana koşuşturuyorlar… Telaşın nedeni anlaşılıyor: O grup bir arabayı itiyor… İtmeye çalışıyorlar… Araba da gitmiyor.. yürümüyor… Arabayı deviriyorlar.. Devire devire durağa getiriyorlar… Benim beklediğim durağa… Benzin döküyorlar üstüne… Komer’in arabasıymış bu.. Yok.. o patlayan otomobilmiş… Benzin döküyorlar…
Kibritleri yok, çakmakları yok… Yakacaklar… yakamıyorlar…
“Durun bir dakika!” diyorum… Öne çıkıyorum… Sigara da içerim ya ara sıra… Cebimde babamın Zippo çakmağı… Yakıyorum… Elimi kaldırıyorum…
Kızıl sakal doktorun söyledikleri geliyor aklıma… Adam iyi niyetlidir belki, belki de tam onların adamı… Ama bir dediği aklıma yatkın geliyor…
Kısır döngüye girme! Aynı şeyleri tekrarlama! On yıl sonra babam gibi birine dönüşeceğine, yaktığın arabaya valelik yapmak için yarışacağına… Farklı bir şey denemelisin! Başka bir yolu bulunmalı! O çemberi kır! Zaman sarmalından çık!
Uzaklaşıp gidiyorum… Babamın ayıplayan bakışları ok saplanmış gibi sırtımda. Ahmet ise sanki mesajı aldı, gülümsüyor…
SON...
SONSÖZ
Romanda sefil bir insanlık tablosu çizdim. Bu ne yeni ne de özgün bir tema. İyi eserler içinde aynı tema yüzlerce kez işlenmiştir. Kanımca burada özgün olan, yeni olan şey şu: İş bu sefil insanlık tablosunun, daha önceki dönemlerde tam da bundan yakınan kesimlerce üretilmesi… Bu Guernica tablosunun dünya liberalizmi, dünya solunca üretilmesi… Ve bu kesimlerin kendi yarattıkları insanlık sefaletini görmemesi.
Diyeceksiniz ki, dünya edebiyatında sol eleştirisi de “sol”cularca çok yapıldı, hayli popüler ve bir bölümü de nitelikli eserler üretildi. Doğrudur. Ancak bu eleştirel yapıtları ortaya koyanlar genelde “Stalinist” sola karşı liberal kesimden unsurlardı ve önemli bölümü Batı emperyalizmiyle bağlantılıydı. Farklı türden dolandırıcılardı. Şimdiki liberal solun babalarıydı. Stalinist olanın da olmayanın da… Hepsinin köküne kibrit suyu.
Benim yaklaşımım nasıl farklı, bir de temele bakalım. Bu sergilenen ve eleştirilen tablo bana göre ne yerel ne de dönemsel. İnsanlığın zaten doğası bu. İnsan akılca pek yetersiz bir tür. İnsan aklını kabaca zekâ + karakter olarak açımlayabiliriz. Her iki ayağı da çok zayıftır. Teknik zekâsı bir ölçüde gelişmiş insanlık, sosyal geri zekâlılığı nedeniyle bu teknik zekâyı da kötüye kullanmakta, dünyayı kendine zindan etmektedir. İnsan yine bu nedenle kabaca üçte bir iyi, üçte iki kötü bir canlıdır. İyiyle kötünün mücadelesi her insan içinde, her toplum içinde asırlardır devam etmekte… Zaman zaman iyi kazansa, bazen de beraberlikler alsa da, genelde yaşanan şey: İyinin mücadelesi, ama mağlubiyetidir.
Bazı dönemler “iyi” atağa geçer ve bir umut yaratır. Umut yarattıkça güçlenir, ama sonuç yine mağlubiyettir. Bizim gibilerin görevi bu mağlubiyetleri şerefli mağlubiyetlere çevirmektir.
Şu anda ortalamaya göre nispeten daha olumsuz bir dönemden geçiyoruz. Dünyada ve ülkede. Bunca olumsuzluğa rağmen çevremizde hâlâ iyi şeyler görebiliyorsak, güzel şeyler yaşayabiliyorsak ona da şükretmemiz gerekir. Aslında pek çoğunu hak etmiyoruz. Bunu aynı zamanda şerefli mağlubiyet için savaşanlara borçluyuz. Sıradan insanın içindeki doğal “iyi”ye borçluyuz. Onlara da teşekkür etmemiz gerekir.
Benim insana bakışta geldiğim nokta şudur: Hayatımızı adadığımız “sol” bitmiştir. Bu ütopyanın çöktüğünü bir an önce kabullenmek zorundayız. Ki insanlık fikren yeni açılımlar geliştirebilsin. Sol kapitalizmin, emperyalizmin liberal soytarısına dönüşmüş... Üretilmiş mikrop besiyerine evrilmiştir. Evrensel acı hakikat… Ülkemizde de solun başka bir değişkesi olan Atatürkçülük, Atatürk’te ve Kurucu İrade’de ne kadar olumlu şey varsa ona ihanet yarışına çevrilmiştir. Bu her ikisi 3-5 yıllık olgular değil, (son 3-5 yılda korkunç hızlanması sizi yanıltmasın) en az 50-60 yıllık hadiselerdir.
Tabii hemen klişe itirazı duyar gibiyim: “Bir kesimi toptancı yargılama!” “Bir bölümü öyle olabilir, hepsini aynı kefeye koyma.”
Fakat on yıllardır tablo değişmiyor, aksine çürüme hızlanıyorsa… Her kesimde ezici çoğunluk böyleyse… Artık boş kavramlarla oylanmayı bırakıp önümüze bakmamız gerektir. Dünyada her türlü ilerleme (Atatürk’ün yaptığı dahil ve hatta en başta) böyle sağlanmıştır.
İnsana bakışımızda ise Wilhelm Reich’ın ta o zaman söylediklerine geliyoruz. İnsanları sağla solla, siyasetle değerlendirmeyin. Yaptıkları işlere bakın. Basit ve yakın insan ilişkilerine bakın. Ona göre değerlendirin. İlla siyaset yapacaksanız en az öldüreni, en az çalanı, en az yalan söyleyeni yeğleyin. Siyasete içiniz kaldırıyorsa bunu yapın. Kenarda kalmak haksızlık diyorsanız bunu yapın. Daha kötünün daha az kötüyü yemesine seyirci kalmayın. Ülkeye ve halka yararı dokunan her edimi destekleyin, kim yapıyorsa yapsın, zararlı işlere karşı çıkın. Kimden geliyorsa gelsin.
Bazı okurlar bu kısacık romanda özdeşleşecek kişi bulamadıklarını, olumlu öge bulamadıklarını söylüyor. Aslında var. Nüve halinde var. Gençliğe yatırım yapmak zorundayız. Çünkü orta ve yaşlı kuşaklar ancak bu kadar… Gençler deyince de hemen aşırı politik yaşlı kuşakların etkilediği gençler geliyor aklımıza… Genellikle muhalif kesime yakın gençler… Bunların içinde de pek çok olumlu değer mevcut, onları yabana atmamak gerek. Ama büyük çoğunluğu zehirlenmiş… Sanırım asıl hazine, çakma sol, sahte Atatürkçü, liberal kesimlerin, Batı’nın daha az zehirlediği kesimlerin.. yoksul ve tutucu kesimlerin çocuklarında… Türkiye’nin aydınlık bir geleceği varsa ki bu bir ihtimaldir, esas olarak Batılı-Doğulu-Güneyli ideolojilerce daha az zehirlenen çocuklara dayanacak.
Kaan Arslanoğlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Turabi 19.03.2021
Sevgili Kaan'ın yaptıklarını önemsiyorum. Kolay olmadığını biliyoruz. Her türlü yaftalamayı, yalnızlaşmayı göze alarak bir şeyleri söylemeye çalışmak ancak büyük bir inançla açıklanabilir. Tüm karamsarlığına rağmen bir şeylerin değişebileceğine, ülkemizin ve dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine dair inanç ve umut. Ayrıntıların çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Hiç girmeyeceğim. Bir tek şey yeterli esasen. Diyor ya, "asıl hazine, (...) yoksul ve tutucu kesimlerin çocuklarında", kesinlikle katılıyorum. Kaan bir devrim beklemese de, devrimi o çocuklar yapacak gibi geliyor bana da.
editör 18.03.2021
Turgut Sönmez'e yorumu için teşekkürler.. Bu arada sahte isimle ve düşük trol IQ'larıyla kötü niyetli yorumcular bir şeyler karalamaya devam ediyor. Emperyalizmin uşağı yalama solcular hayli telaşlanmışlar...
Turgut Sönmez 18.03.2021
Eline ve yüreğine sağlık kuzen. Selamlar
Neo Paladyum 16.03.2021
Romanın son 2 bölümü (11/12) ağır geldi bana ! Tamam, güzel gidiyo falan.. merak edip hızlı okudum ama ? Sonradan farkettim, meselenin en teknik, limbik, ruhsal mekanizması da.. burdaydı. Sonradan tekrar etmek zorunda kaldım ! Roman romanlıktan çıktı ! PCR testinde burun ve ağızdan sokulup, beynin kritik alt tabanına dokundurulan çubuklarla mevzuunun RNA dizilimi üzerinden genomun şifre açılımını ortaya çıkarma dekoder sahnesi gibiydi ? Sonuçta .. nereye geleceez ? sistemin elinde karşılıklı oynadığımız oyun için çok çeşitli, her an değiştirip yerine koyacağı, kurmaca dizdiği kartlar var. 52’lik destenin bize düşen belirli sayıdaki kağıtlarıyla oyunu kazanmamız mümkün gözükmüyor. Onların dağıttığı kağatlar ve oyun kuralıyla bu partiyi kazanmak imkansız. Yemişim sizin oyununuzu deyip, masaya tekmeyi basıp kalkmak lazım ! dedemizden babaannemizden kalan oyun kurallarıyla el kazanmak imkansız. bildiklerimizi unutacaz, kendi kurallarımıza göre yeni bir oyun kuracağaz.
Fatih Torun 15.03.2021
"Kısır döngüye girme! Aynı şeyleri tekrarlama! On yıl sonra baban gibi birine dönüşeceğine, yaktığın arabaya valelik yapmak için yarışacağına… Farklı bir şey denemelisin! Başka bir yolu bulunmalı! O çemberi kır! Zaman sarmalından çık!" O çemberi kırma ve zaman sarmalından çıkmanın mücadelesini veriyoruz. Kaleminize sağlık...
Siinan Kutlu 14.03.2021
Psiko-sosyolojik çözümlemelerini roman diline başarıyla yedirdiğin bu yapıt için kutluyor ve nice romanlar diliyorum. Eleştiriler de olacak kuşkusuz. Ancak iç konuşmada söylenenlerle açık konuşmada söylenenleri karıştırmak gibi teknik- estetik hataların olduğu yerde ciddi eleştiri olamaz zaten.
yusuf bodur 14.03.2021
Bir süre sonra kısa bir son söz değil;bu harika kısa roman sizden okumaya alıştığımız harika romanlar gibi bir roman olmalı..Elimizi taşın altına sokarız..Çok teşekkürler
mete demirtürk 13.03.2021
Değerli Hocam, bu bölüm sanki öykünün kreşendosu... Soluksuz okudum, acılı olsa da, tuhaf bir duyguyla öykü bitsin istemedim. Kutluyorum...
Neo Paladyum 13.03.2021
olmuyo.. ama Kaan bey! ( ;-! biz böyle konulu romanlara alışkın deyiliz. bizim entel, ultra aydın, liberâl devrimci, barış güvercinleri yancısı über/süper romancılarımızda ..bööle sahneler konular, bombalı katliamlar yok. Amet altan, Zülfü, pamuk Oran, Safagh elif, hasanAli Topbaşı .. gibi romancılarımız, bööle şeyler yazmaz ! hayal kırıklığına uğradım ! şok mağazası gibi önce sarardım, sonra kızardım ! onların romanlarındaki gibi fantezi olarak kadın göbeğine işeyen erkegler, katledilen ermeni, rum, ezidi.. süryani, kürt kahramanlar olsaydı ? az gelişmiş bi ülkenin, çok evrimleşmiş neo liberâl karakterlerinin bireysel sıkışmışlıklarını, lezbiyenliklerini geyliklerini anlatsaydınız ? Son kalan 5 kuruşluk edebiyat kültürümüzü .. bu romancılar gibi 3 kuruşluk daha hödükleştirip beynimizi mayonez kıvamına getirseydiniz ?? şahsen ben kendim bilem çok beyenirdim.
kaan arslanoğlu 13.03.2021
Tahsin Abalı'ya cevap vereyim. Tabii gerçek ismi buysa.. Bize durmadan yorum gönderen bir yığın sahte isimli hesap var.. Çoğunu siliyoruz, ara sıra cevap veriyoruz. Aslında cevabı 11. bölümde veriyorum. Edebiyat eserine bilir bilmez laf atmalara en iyi edebiyatla cevap verilir. Bu tür yorumların artması da -ki artıyor- iyidir. Çünkü rahatsızlığın arttığını gösterir. Belli ki bu yorumcu edebiyattan hiç anlamıyor. Bu kısacık konuda sil baştan edebiyat kuralları öğretecek değiliz. Aklında bölük pörçük kalmış bilgi kırıntılarıyla aşağılamaya çalışıyor. İyi roman örnekleri, gerçekçi ve modern romanın iyi örneklerini okumadığı belli. Çünkü "kukla karakter" öyle olmaz. Nasıl olur, burada anlatamam. Fakat şu var ki ABD kuklası solun, ABD kuklası çakma muhalefetin ipliği pazara çıkıyor, daha da çıkacaktır... Hayırlısı...
kaan arslanoğlu 13.03.2021
Şu ana kadar yorum yapan dostlara teşekkürler... Sinan Kutlu, Süleyman Sırrı Kazdal, Recai Kulaksız, Mustafa Sertkaya'ya sevgiler... Tahsin Abalı'ya da birazdan cevap vereceğim.
Tahsin Abalı 12.03.2021
Tüm karakterler kör gözüm parmağıma, kendisini baştan eleştirilmeye hazır duruma getiren birer karikatür... Hatta kadın karakter Kaan Arslanoğlu'nun eliyle hareket eden bir kukla, düşüncelerini empoze etmek için kullandığı bir araç olduğunun bilincinde gibi konuşuyor. "Benim idealim yok, amerikan yaşamı için geldim, bilim bahane" diyen hiç bir kişi görmedim ben... Zaten beşli çeteye ülkenin dağını taşını ormanını emanet eden bir iktidarın, uluorta gazeteci döven bir partinin savunucusu haline gelmiş bir liderin peşinde aklını ziyan etmiş bir yazardan da böylesi beklenirdi... Her yerde PKK var öyle mi, vallahi bravo...
Mustafa SERTKAYA 6.03.2021
Siz yazmaya biz keyifle okumaya devam. Selam ve sevgilerimle...
Suleyman Sırrı Kazdal 4.03.2021
Yine soktu bizi bizi bir romanın içine,bakalım nereye götürüp bırakacak? Yahu melmeketi sen mi kurtaracan? Yettin gari!
Recai Kulaksız 4.03.2021
Bu kadar hayati önemde bir konuda sizin gibi roman yazım ustalarının üretimlerine ihtiyacı var, belki de bu kronik sorunun ortadan kaldırılmasına katkısı olur. Emeklerinize sağlık.
Sinan Kutlu 2.03.2021
Bir roman?! Bu güzel bir haber. Başlangıç da güzel. Devamını bekleyeceğiz artık. Kutluyorum Kaan...