Felsefe
Son Sosyal Medya ve ODA-TV Yazılarım

İLİM KALİFORNİYA'DA DA OLSA GİDECEKSİN!
Madem o gelemiyor, Türkçenin Batı dilleri içindeki muazzam etkisini kapsamlı ve derin çalışmalarla ortaya koyan Norm Kisamov’u yerinde ziyaret etmek farz olmuştu. Bir haftalığına gittik, onun evinde candan konukseverliğiyle kaldık ve pek çok konuda bol bol sohbet ettik. (...)
Bizim konumuza ilgisi Sovyetler döneminde bugünkü Türki cumhuriyetlerinde çalışırken uyanmaya başlamış. Bazı Türkçe sözcüklerin İngilizce sözcüklere ne kadar çok benzediğini gördükçe. Önemli Sovyet Türkologlarının kitaplarını okudukça bu benzerliğin rastlantı olmadığını kavramış. Sürekli üstü örtülen, sürekli şu veya bu şekilde yasaklanan bilgi yığınına ulaştıkça, diller ve milletler tarihinin özünün bu yayınlarda yattığını anlamış. Amerika’da da aynı çalışmaları devam ettirmiş. Hiç Türkçe bilmeden ve hiç Türkiye kaynaklı yayın okumadan sorunun özüne ulaşmış. Düşünün! Tüm TC vatandaşı yazarlar, tarihçiler, dilbilimciler bundan ibret almalı. Çok uzaklardan ve Türkçe bilmeden görüleni bizimkiler neden ve nasıl göremiyor? Üstelik Norm ilk örnek değil. Listelesek 50’den fazlayı bulan önemli yabancı bilim insanı bu gerçekliği değişik dönemlerde orasından burasından hep dile getirmişler.
Norm’a “yabancı” dedik de, aslında o hiç de yabancı değilmiş. Annesi Tatar Türk. Nöro-psikiyatri uzmanı doktor ve resimlerinden gördüğüm kadarıyla çok güzel bir kadın. Babası da gayet karizmatik bir tip. Ukrayna Yahudisi bir hesap uzmanı. Anne ve babasının evliliğinden müthiş bir roman çıkar. Annesi binbaşı rütbesiyle 2. Dünya Savaşı’nda askere alma sağlık kurulu başkanı. Sonradan akıl hastanesi başhekimliği de yapmış. Kocasını bu sağlık kurulu muayeneleri sırasında seçiyor. Tabii o kadarı şaka da, aslında tanışmaları ve ilişkileri böyle başlıyor. Sonra babası savaşa katılıyor, kopuyorlar. Baba birçok cephede birçok madalya alıyor, en büyük nişanını Berlin’e girdikten sonra takıyor. Bu arada dayısı da önemli bir Bolşevik savaş kahramanı, Sovyetler’de üst düzey konumlara ulaşıyor. Ancak o da Stalin’in hışmına uğrayıp Sibirya’da toplama kampına sürülüyor. Norm’un annesi onu kurtarmak için bir operasyon düzenliyor, falan… Oraya girmeyelim, iyice uzayacak.
Babası savaş bitince Moldova’da görevlendiriliyor. Orada ölümcül bir hastalığa yakalanıyor. Annesi Moldovya’ya gelerek onun hayatını kurtarıyor. Sonra evleniyorlar. 1948’de Norm doğuyor. Gayet romantik başlayan evlilik giderek o havadan iyice uzaklaşıyor. Zaten Norm 15 yaşındayken baba ölüyor. Üstünde baskın ve olumlu izler bırakan güçlü figür hep annesi oluyor.
Ne var ki evde yalnızca Rusça konuşuluyor. Norm üç beş kelimeden fazla Türkçe öğrenemiyor. Türk kökenli Rus veya Sovyet vatandaşları üstünde ne kadar yoğun bir Ruslaştırma baskısı bulunduğunu ancak yetişkin hale geldikten sonra geriye baktığında anlayabiliyor.
Oysa o iyi bilinen sözün betimlediği gibi “Rus’u azcık kazıyın, altından Türk çıkar.” Rus ve Sovyet tarihinin her alandaki önemli kişilerinden yarıya yakını Türk’tür veya Türk kökenlidir. Rus ve Sovyet başarılarının yarıya yakını Türk başarısıdır. Bu çok somut olgu bugüne dek hep inkar edilmiş, bahsedildiğinde geyik muhabbeti konusu sayılıp küçümsenmiştir. Oysa başarıların hakkını vermemek, nankörlük, vefasızlık ve haince yalancılık Sovyet başarısızlığının önemli nedenlerinden biridir...
BU YAZININ YARISI... YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN : https://www.odatv4.com/yazarlar/kaan-arslanoglu/turkcenin-bati-dillerindeki-muazzam-etkisi-norm-kisamovu-tanir-misiniz-120001473
AVRUPA HALKLARININ BİLİNCİNDE TÜRKİK ARKETİPLER
Gamalı Haç ve Orak Çekiç: Her İkisi de Türkik Arketip / Avrupalının Bilinçaltında Yoğun Türk İmgeleri… ODA-TV YAZISI… Ruhbilim aleminin en önemli ustalarından Carl Gustav Jung’un üzerinde çok durduğu “Arketip” kavramıyla Avrupa halklarının “kollektif bilinçaltı”na iniyoruz. Aslında benim görüşüme göre “bilinçaltı” diye bir şey yok. İnsan bilincinin ilkel, kaba alt bilinç katları var. Ve o bunun pekala farkında. Kişisel veya toplumsal boyutta yaptıklarının sorumluluğundan kurtulmak için “bilinçaltı” bahanesi uyduruyor. Her neyse ve buna rağmen Jung usta ile görüşlerimiz bazı noktalarda örtüşüyor. Academia’daki son makalemde pek çok arketip, başka deyişle ruhsal imge üstünde duruyorum. Excalibur ve Kral Arthur’un Türkik özü, ilk Britanya kralları, Germen ve İskandinav efsaneleri… Kurt Ana figürü… Haç, gamalı haç ve orak-çekiç… Noel Baba ve Ayaz Ata… Hepsinden genetik akrabalığa paralel olarak eski Türk kültürü ve Türkçe fışkırıyor. ‘Arketip’ ve ‘Saga’ sözcükleri bile doğrudan Türkik.
Adolf Hitler şeytani amaçları için güçlü bir sembol seçmek istedi. Gamalı Haç’ın (Swastika – Oz tamga) Hristiyan haçından çok daha eski, çok daha etkileyici, motive edici ve çok daha korkutucu olduğunu biliyordu. Öte yandan Türklere sempatisini de gizlememiştir. Ancak sonunda Reichtag’a kızıl bayrağı dikenler de Kızıl Ordu’nun en ön saflarında dövüşen Türklerdi. Rakhimzhan Qoshqarbaev, Aleksei Kovalev, Abdulkhakim Ismailov… Orak-Çekiç haçın ve gamalı hacın yeni bir formudur. Acaba kendi Türkik soyunu dikkate almamış olan Lenin’in bu figürü beğenip kabul etmesinde Jung’un teorisine uygun yan ne kadar güçlü? Bence onun teorisinin başka bir ispatı.
ODA-TV’den TAMAMINI OKUMAK İÇİN: https://www.odatv4.com/guncel/mitolojide-avrupanin-turklerden-aldiklari-avrupada-turk-imgesi-114909995
İkinci yorumda geçen gün kaybettiğimiz Naci Güçhan hakkında kısaca bir şeyler yazdım.
Naci Güçhan abimiz Fethi Naci ve Cevat Çapan’ın arkadaşıydı. O bağlantıyla tanımıştım. Sinemacı, öğretim üyesi değerli bir aydındı. Feysten de arkadaşımdı, son aylarda beni sıkı takip eder, beğeniler koyardı. Geçen gün köy yolunda yürürken araba çarptı, öldü. Tekrar bir sohbet edemeden aramızdan ayrıldı. Bugün varız yarın yokuz. Üzgünüz. Nur içinde yatsın.
BUNU HAKKEDİYORMUYUZ?
Türkçenin çok çok basit yazım kuralları var. Ama bakıyoruz ki pek az kişi bu kuralları biliyor. Anlatsak, uyarsak da anlayamıyorlar. Pek fazla okumamışlarda, iddiası bulunmayanlarda bunu bir dereceye kadar hoş görebiliriz. Fakat yazarlık iddiasındaki kişiler, akademisyenler bile kuralları öğrenemiyor. Ya bunlar Fransız, İngiliz, Alman olsalardı, o çok zor kuralları nasıl öğreneceklerdi? Ona buna sallamak kolay, Türkçenin toplamı bir sayfaya sığdırılabilecek kurallarını öğrenemeyene başka konuda nasıl güvenebiliriz? İnanın bunları görmek küfür gibi geliyor. Belki bizim gibilerin hastalığı... 🙂 Ama öte yandan en basit kural olmayacaksa, kurala uyulmayacaksa öteki konularda neden kurallara uyulsun?
Bir ara ‘adına’ modası vardı. Birçok sözcük için sadece bunu kullanırlardı: için, nedeniyle, amacıyla vb. Şimdi biraz azaldı. ‘Tabii ki de’ furyası devam ediyor. Soru olan ‘mu, mı, muyum, mıyız’ vs. ayrı yazılır. Dikkat eden az. ‘De, da’, ‘ki’ ayrı fecaat. Bazıları var ki güya kurala uygun yazmak istiyorlar. Bitişik yazılması gereken ‘de’leri, ‘ki’leri ayrı yazıyorlar. ‘Ben de ki’ gibi. Onlar insanda daha büyük bir hakaret hissi doğuruyor.
Bence kuralı öğrenemeyecek olanlar tüm ‘de-da’ları, ‘ki’ ve ‘mu’ları bitişik yazsınlar. O daha katlanılır bir şey. Hatta TDK’ya söyleyelim bu kural olsun. Bitsin bu işkence.
‘Hakketmek’ bir şeyi oymak, işlemektir arkadaşlar. ‘Hak etmek’i kast ediyorsanız, bu ayrı yazılır. ‘Haketmek’ diye yazarsanız, o daha iyidir hiç değilse. Yeter ki aradaki şu lanet ikinci ‘k’ olmasın.
30 AĞUSTOS KUTLU OLSUN!
Yukarıdaki sayfa Tohumların Zaferi adlı kitaptan. Tabii ne yabancı yazarı ne çevirmeni ne yayınlayanı burada bir ilişki görür. ‘Acı’nın İngilizcesi de ‘ache’. Görmek çok kolay ama çok zor hale getirilmiş. Amerikan yerli dillerinde binlerce Türkçe sözcük var. En az 20 bin yıl önceki ortaklıktan. Birçoğu yayınlandı. Ama görmezler. Görmemek çok zor, ama çok kolay kılınmış. Örneğin ‘tomatoes’ yani domates. Örneğin ‘tepek’ yani tepe. Domates tomur olan şeyden geliyor, tombul, tombalak, tümsek, top, topuz… Türkçede onlarcası var. Tepe İngilizceye ‘top’ diye geçmiş.
Geçen hafta futbol konusunu açmıştım. Futbol ne? Bizim eski ayak, bacak yani ‘but’ olmuş size ‘foot’. Altay Türkçesinde geçen ‘polçuk, bolçuk” yani yuvarlak, top nesne İngilizcede ‘ball’ olmuş. Türkiye Türkçesine sadece ‘bol’ (geniş) kalmış. Süper Lig denen şeyin ‘Sup’ ana öğesi ‘up’ yani ‘yukarı’dan kaynaklı. Eski Türkçede ‘apa, aba’ yüksek kişi, yüksek yer anlamında. Bize ‘abartmak’taki ‘ab’ ve ‘abla’daki ‘ab’ gibi örneklerde kalmış. Lig, yani ‘league’ Latinceden geçmiş İngilizceye, kökü Latince ‘leg’. Yani bağ, bağlantı. Latinceye de Türkçeden geçmiş, nereden anlıyoruz, çünkü bizdeki çeşitlemeleri çok daha fazla. Ula, ile, ilik, ulam, elek, ulak, ulaş, iliş, alaka vb.
İki hafta tatil yaptım. Doğa ve denizle buluştum. Ülke çok güzel ama her kesimden insanımız hiç güzel değil. Dünyaya sanki her yana çöp atmak, her şeyi pisletmek için gelmişler. Korkunç su harcıyorlar, felaket gereksiz tüketiyorlar. Üstelik bir yolunu bulup ormanları yakıyorlar. Tarlaları bilerek yakıyorlar. Dur duraksız bina yapıyor, olanları büyütüyorlar… Denetim yok, hesap soran yok, kamu malı deniz, yemeyen domuz… Bunlar mı Türkçelerine sahip çıkacak… Çok zor…
Ama zoru başarmak için, bazı gerçekleri kabul ettirmek için azimle sıçrayacağız. Belki bir gün taşı deleriz. Bir ucundan gerçeği görmeye başlayan toplum, belki öteki şeyleri de daha kolay görmeye başlar diye.
TÜRKİYE’DE FUTBOL NE YERLİ NE MİLLİ…
Adında meymenet bulunmayan en üst ligimizin abidik gubidik sponsor isimli takımlarında yabancılar çok büyük çoğunlukta. Daha alt liglerde de yabancı yoğunluğu giderek artıyor. Yurdumuzda yetişen oyunculara amatör liglerde bile yer kalmayacak. Zaten ülkede pek fazla da oyuncu yetişmiyor. Olayın bu kadar çok paraya dayanması sportif ruhu öldürüyor, yaratılan şaşaalı fuar ortamı sağlık değil hastalık yayıyor. Öte yandan ulusal ruhu, motivasyonu da zayıflatıyor. Her yıl yüz milyonlarca doların dışarıya kaptırılması da cabası.
“Kaçak göçmen istilası var” diye ortalığı ayağa kaldıranlar bu konuda sessiz. Zaten çoğunda mesele ucuz milliyetçilik yapıp siyasi rant sağlamak. Boşa atıp tutmak kolay, ama on milyonlarca taraftarı olan büyük camiaları karşıya almak elbette gerçek cesaret ister.
Zaten bu federasyon ve hükümet politikalarıyla giderek iki büyük kulüp arası bir rekabet ortamına gidiyoruz. Diğer tüm takımlar figüran yapılacak, şimdiden yapıldı. Futbol oyununda saha içi bir adalet var, belki başka hiçbir alanda olmadığı kadar. Ancak 100 milyon dolarlık takımların 10 milyon dolarlık takımlarla oyununda, haticede değil neticede hiçbir adalet kalmıyor. 30 milyon taraftarı olan takımların 300 bin taraftarlı takımlarla mücadelesinde erdemli bir zevk alınmıyor.
Ne var ki insanız. Tüm bunları bile bile izlemeye, taraftar olmaya, ortada ciddi bir sportif rekabet varmış gibi yapmaya devam ediyoruz.
AÇ KALMA REKORUMU KIRDIM:
24 buçuk SAAT… Sonlarda pek bir açlık da hissetmedim, yemem gerektiği için yedim. Aralıklı açlık diyetini ve esas olarak düşük karbonhidratlı diyeti uyguluyorum uzun süredir. Günlük açlıkta önerilen ideal süre 16 saat. 18 saate kadar çıkılabilir. Ben denemek için bu süreyi zaman zaman aşıyorum. 16 saat boyunca hiçbir besin almayacaksınız. Şekerli, alkollü sıvılar hariç başka her türlü sıvı serbest. Ayrı bir şey ve beslenmenin esası da şu: Karbonhidratlar alınan günlük kalorinin yüzde 20’sini geçmeyecek. Daha iyisi yüzde 10’a kadar indirmek. Karbonhidratlar: Şeker, her türlü unlu, nişastalı, şekerli besinler…
Geçmişte Ahmet Aydın hocamızdan öğrendiklerimizi ve üstüne kattıklarımızı yoğun biçimde sık sık anlatıyordum. Uzun süredir buna ara verdim. O süreçte bu beslenme tarzına pek çok kişiyi ikna etmiştik. Ama ne yapsanız ciddi bir toplumsal değişim yaratamıyorsunuz beslenme alanında. Doğru beslenmeye ikna olanlar da bir süre sonra tavsatıyor. Yine de bir toplumsal sorumluluk. Ara sıra kendini harap etmeden yinelemek gerek.
Bu öyle önemli bir konu ki, o önemi de pek az kimseye anlatabiliyorsunuz. Doğru beslenmeyle şu andaki tüm hastalıklar en az yüzde 50 azalır. Ama kim uygulayacak, kimin umurunda. O iradeyi kim gösterecek? Zaten insanlar kendi yaşamlarında o iradeyi gösterebilse siyaseten ve her alanda da gösterir ve dünya işte o zaman güzel bir dünya olur. Hayal işte…
BEŞİKTAŞ AFRİKA TAKIMI OLDU… deniyor ya… oradan aklıma geldi. Afrika ülke isimleri bizim şehir isimlerimize ne kadar çok benziyor yahu!
Kenya: Konya; Kongo: Konya, Kamerun: Kaman; Togo: Tokat; Cezayir: Cizre; Eritre: Edirne; Mali: Muğla, Malatya; Tunus: Tunceli; Nijer: Niğde; Burkina Faso: Bursa; Angola: Ankara; Gine: Girne; Botsvana: Batman; Çad: Cide, Çat; Tanzanya: Tonya; Burundi: Burdur; Moritanya: Mardin; Sudan: Side; Gabon: Gebze; Fas: Foça; Somali: Soma…
Bazılarında arasanız kök ortaklığı çıkar, bazıları ise rastlantıdır. Fakat sadece şaka olsun diye yazdım… 🙂
ÜLKENİN SON 40 YILDA EN BÜYÜK SORUNU PKK SORUNU…
Ülke 40 yıldır savaş içinde ve fakat öylesine başarıyla bu savaşı yok kabul ettiriyorlar ki… Öylesine alıştırdılar ki… hayret bile edemiyoruz. 100 binin üstünde insan yitimi… On binlerce sakat… Milli gelirde her gün oluk oluk kan kaybı… En kötüsü ulusal birliğin her dakika dinamitlenmesi… Tüm haklı haksız muhalif çıkışların, demokratik tepkilerin başından kirletilmesi… ÜLKENİN 2. EN BÜYÜK SORUNU (belki de asıl birincisi) Batı merkezli emperyalist kapitalist sistemin ekonomik, siyasi, kültürel hegemonyası…
Başka çok ağır sorunlar da var. Ekonomik kriz, yoksulluk, gelir eşitsizliği, israf, çevre sorunu, göçmen sorunu… Fakat her kim ki… grup ya da kişi… baştaki iki sorunu anmadan, bunları ve öteki sorunları bağırıyor… Bilin ki o uyanık ya da aptal bir emperyalist ajanı, PKK işbirlikçisidir. Azcık dikkatli bakarsanız bu kuralın hiç sekmediğini görürsünüz.
Yaşanan her olumsuzlukta iktidarın sorumluluğu şüphesiz ki büyüktür. Ama ülkenin altı en başta muhalefet eliyle oyulmakta. Muhalefet aslında hem bir bakıma iktidardır, hem de yaptığı muhalefet gerçek muhalefet değil, ülke düşmanlığıdır. Sonra soruyorlar, biz bu seçimi neden kazanamadık! PKK ile ortak çalışanlar bu ülkede seçimi kazansa da hükümet olamaz. Bir de şu var ki: Geçmişte emperyalizme karşı mücadelenin ana odağı olan ülke solu, ruhunu tümden Batı’ya teslim etmiş. İşin özü budur.
BAZI İNSANLAR BUNU NEDEN YAPAR?
Başkalarına yardım etmek, başkaları için özveri göstermek, toplumsal sorumluluk duygusuyla hareket etmek… Çok az kişi böyle bir tutum içindedir. Çoğunluk ise böyle duygulardan uzaktır, bu duyguyu birçok zaman anlamazlar bile. Hatta bazıları böyle fedakar tutumları kendi kişilikleri gereği çıkara bağlar. Siyasette bir yerlere gelmek istiyor demek ki… Birilerine yaranacak… Muhakkak maddi beklentisi, kazancı vardır…
Oysa özgeci tutumlar özgeci kişilikten kaynaklanır. Onlar ancak böyle yaparlarsa huzurlu, mutlu olurlar. Evet, bir yerde çıkar için böyle davranırlar. Aslında kendileri için çalışmış olurlar. Aslında her insanda vardır başkaları için bir şeyler yapmak güdüsü. Ancak zayıftır veya baskılanmıştır. Bunlar sadece toplumsal hareketlenme zamanlarında çoğunluğun tutumu haline gelir. Savaş zamanları, felaket veya devrim zamanlarında.
Başka zamanlarda toplumun büyük çoğunluğu salt kendisi için yaşar. Aslında dedik ya, özverili insanlar da bunu kendileri için yapar. Bu tutumun uzun süre için toplumun geneline yayılacağı beklentisi ise bir hayaldir. Sosyalizmler zaten bu yüzden çökmekte, kapitalist rejimlere dönüşmektedir.
Peki ne yapacağız, neyi öneriyorum? Sadece asıl gerçeğin saptamasını yapıyorum, bir önerim yok. İnsan türü kendi içinde türlere ayrılmıştır ve on binlerce yıldır bu böyle süregitmektedir. İnsan budur. Her kişilik grubu kendi karakterinin izini sürer veya kavgasını verir. İyi ve kötünün çekişmesinde (ki her kişilik grubunda iyi ve kötü farklı algılanır) tüm bu tutumlar değişmez bir denge oluşturur. Aslında bir bakıma her şey önceden planlanmış gibi (ki fiziksel bilimsel anlamda da bu böyledir) olduğu gibidir, olacağına varır. Herhangi bir şeyi savunmak ya da savunmamak bile herhangi bir şeyi değiştirmez, o da zaten değişmeyen bütünün parçasıdır. Siyaset de bu değişmez bütünün sıradan parçasıdır. Zaten bu bakımdan kim ne derse desin herkes bildiğini okuyacak, kendi kişiliğinin yolunu, siyasetini savunup ona göre davranacaktır.
KAHRAMANMARAŞ FELAKET HAVASINDAN ÇIKMIŞ...
Acılar, yaralar, korkular henüz taze. Ancak şehir hayli canlanmış. Depremden sonra gidenlerin önemli bölümü dönmüş. Başka illerde ve yurt dışında yaşayan Maraşlıların da gelmesiyle artık trafik ve otopark sorunu bile yaşanıyor. Pek çok dükkan yeniden açılmış. Kafeler, lokantalar özellikle akşamları şaşırtıcı ölçüde kalabalık. Şairler Tepesi’nde boş masa bulmak çok zor. Halk artık “endişe endişe nereye kadar, biraz da hayatımızı yaşayalım” havasına girmiş.
ODA-TV'deki YAZIYI OKUMAK İÇİN: https://www.odatv4.com/yasam/kahramanmaras-felaket-havasindan-cikmis-89140609
MARAŞ.. DULKADİROĞLU.. Otelimizin penceresinden 31 Temmuz akşamı (Yazının başlık resmi). Böyle hüzünlü göründüğüne bakmayın. Şehir gereğinden fazla canlanmış, trafik sıkışıklığı ve park sorunu bile ciddi boyutta. Akşam hayatı bizim Düzce'den daha renkli ve yoğun... 🙂 Kafeler, lokantalar formunda. Bazı lüks giyim mağazaları bile gördük. Kahramanmaraş çok güzel bir şehir. Deprem öncesi görmüştük, depremden bir ay sonra geldik ve şimdi... Cidden her haliyle etkileyici bir kent, doğası ayrı bir zenginlik. Deprem bölgesi diyabetli çocuk ve gençler kampı için geldik. Bugün geniş katılımlı toplantı vardı. Yarın kamp başlayacak. Her şey güzel, ama yaralar, acılar henüz taze. Bir de şansımıza hava çok sıcak...
HER KONUDA HAKLI OLMAK NE GÜZEL BİR ŞEY! Öyle tek başına değil, topluca haklı olmak çok daha güzel. Sürekli, her gün her saat bir gündem oluşturacaksın. A ve B diye ikiye ayrılacaksın. Karşı taraf tam haksız, sen tam haklı olacaksın. Üstüne de bir sigara yakacaksın!
Ama aslında hepimiz bir ve aynıyız. İnsanız. Tüm sorunların, kavgaların özeti: İNSAN BU’dur. Eskiden sıcak oldu mu insanlar yaylalara çıkardı. Şimdi sıcaktan kaçmak için daha sıcak yerlere koşuyorlar. Köklüyorlar klimaları. Yüz milyonlarca klima çalışıyor, dünya daha da ısınıyor. Yollar açılıyor, milyonlarca ağaç kesiliyor. Kimse durmak bilmiyor, herkes kıtalar arası uçuşta… Tüm bunlara enerji lazım, daha fazla enerji, daha fazla doğa katliamı. Klima yokken, uçak yokken insanlar ölüyor muydu. Yok ölmüyordu ama şimdi çevreyi öldürüyor. Yer gök inşaat, beton. Arsızca bir tüketim. Reklamlara çıkan ünlüler, hepsi yeşilci, onları toplum önderi yapan kitle de yeşilci ve hatta solcu, aşırı solcu!..
Boşuna debelenmeyin. Her şey olacağına varır. Gerçi bu bir karakter meselesi. Ben de hala bir şeyler için debeleniyorum. Bir yerde insanlık görevi ama başka açıdan boş… Ama hiç değilse insanları daha az kandırmaya, daha az artistlik yapmaya çalışıyorum. İktidarların yeşil karnesi berbat. Muhalefetler yukarda anlattık, sözde muhalefet. Bizde ise her örgütte, her seçimde ormanlar katili PKK ile beraberler. Gerçekten farklı olana hiçbir toplum geçit vermiyor. Sonuçta hepsi aynı olan artistlerin filmlerini izleyip duruyoruz.
ATATÜRK'ÜN FİKİRLERİYLE, DİL ve TARİH TEZİYLE EN BAŞTA TÜRK DİL KURUMU ALAY EDİYOR...
Atatürk’ün Türkçeyi araştırsın, geliştirsin diye kurduğu bu kurum Türk Dili’ni itibarsızlaştırma kurumuna dönüştü o ölür ölmez. Atatürk’ün tezleri üstüne tüm bilimsel tartışmalar yasaklandı, bu yasak sert biçimde devam ediyor. Batı’ya meftun olmuş Türk aydını başka dillerde rastladığı tüm Türkçe sözcükleri yabancı sayar, Türkçe kabul etmez. Çünkü bu kafaya göre ortak olan sözcüklerin İlk kez Türkçede görülme ihtimali yoktur. Çünkü Türkler Atatürk’ün görüşlerinin tam aksine göçebe ve ilkel bir kavimdir onlara göre.
İşte Türk Dil Kurumu’nun asılları Türkçe köklü olduğu halde hiçbir araştırma yapmaksızın başka dillere hibe ettiği, her birine bir yabancı köken uydurduğu binlerce sözcüğümüzden bazıları. Uzatmamak için bir bölümünün Türkçe kökenlerini parantez içinde verdim. Yoksa binlercesinin açımlaması bizim yayınlarımızda var.
Türkçeyi Yücelten İki Ermeni ve Türkçeyi Küçük Gören Türk Bilim İnsanları... Bedros Efendi Keresteciyan, Agop Dilaçar ve Türk dilbiliminin en önemli ustası kabul edilen Prof. Dr. Hasan Eren’den söz ediyorum...
YAZIYI OKUMAK İÇİN: https://www.odatv4.com/guncel/turk-bilim-adamlari-hakir-gordu-onlar-ataturkun-dil-tezini-savundu-turkceyi-yucelten-ermeniler-103344764
KILIÇDAROĞLU ve “TEMİZ PARA”SI
Kılıçdaroğlu’na soruyorlar, kaynağı ne? “Temiz para” diyor, “uyuşturucu baronlarının parası.” Montaj falan yok, aynen böyle söylüyor. Tabii ki niyeti bu değil. Dili sürçüyor. Zaten videoyla oynamaya ne gerek, adam böylesi belki 100’ün üstünde gaf yapmıştır. Bir ara da “namussuz siyaset istiyoruz” diye tutturmuştu. Konuşmasını bilmiyor, ne dediğini bilmiyor, çok fazla da yalan söylüyor. İlk zamanlarından beri bu böyle. Sormuşlardı Baykal’a kaset komplosu yapılınca: “Aday olacak mısınız?” “Hayır, böyle bir şey yok” demişti, ertesi gün adaylığını koydu.
Muhalefet Türkiye'deki liyakat sorununu liyakatsiz adaylarla çözmeye kalktı. “Terliği aday göstersek seçilir” rahatlığı içindeydiler. Fakat aldandılar, herkes terlik sevmez, terlik sevenler de her terliği giymez. Bu terlik çok küçük geldi. AKP’li olsa bütün dünyanın diline düşerdi ama sözde muhalif ise bunların hepsi badem gözlü.
Burada dikkat çekmek istediğim iki şey daha var: 1- 300 milyar doları kim kime verir, pek soran olmadı. Garantisi ne? Hani anlaşma? Solcu geçinen onca parti, yazar var, hiçbiri kapitalizmde temiz para mı olur, diye sormadı. Bastılar oyları Kılıçdaroğlu’na. 2- Medya ve internette dolaşan yanlış bilgileri düzeltsin diye kurulan sitelerden en bilineni, aşağıda linki var, girin. Doğru bilgiyi çarpıtıyor. Kılıçdaroğlu böyle dedi diyenlere karşı, “yanlış bilgi, böyle demedi” diyor, oysa kendi koyduğu videoda da Kılıçdaroğlu aynen böyle diyor. Niye yanlışmış peki? Çünkü Kılıçdaroğlu konuşmasının sonraki bölümünde ne demek istediğini açıklamış. Yani bu site Kılıçdar’ın gafını onun yerine düzeltmeye kalkıyor. Bu besleme medyanın çivisi tamamen çıkmış…
Kaan Arslanoğlu