İnternetten Silinen Yazılarım: Taylan Kara Hakkında - Devlet Tiyatrosuna Seyircisiz Oynama Cezası

İnternetten Silinen Yazılarım: Taylan Kara Hakkında - Devlet Tiyatrosuna Seyircisiz Oynama Cezası

Dizi yazının esas amacı şu anda internette bulunmayan eski yazılarımı “bulunsun-ulaşılabilsin” diye siteye koymaktı. Fakat onlara ancak şimdi sıra geldi. Bu bölümde iki buçuk yazı.

İlki Taylan Kara ve kitabıyla ilgili sol Kültür’de 8 yıl önce çıkan yazım. Bu belki de onun hakkında medyada çıkan ilk yazıdır. Ancak sol Portal’a bağlı çıkan soL Kültür arşivi portaldan silindiği için ulaşamazsınız. O yazı çıktıktan bir ay sonra söz konusu yazıyı ve Taylan Kara’yı savunan ana portaldaki yazım hala arşivde duruyor. Ondan da bir bölümü sonuna ekledim.

soL Kültür’de Taylan Kara’nın kitabını tanıtınca hayli yoğun olumsuz tepkiler gelmişti. TKP çevresinden ve portal okurlarından. Hatırlayabildiğim kadarıyla 15 kadar yorum ve ayrıca bana gelen maillerde sanırım bir tek destekleyici ifade yoktu. Yorumlar mealen “bu kitapta ne buldun”, “karamsarlıkla, nihilizmle nereye varabiliriz”, “bu yazarı çok mu aradın” gibi tepkileri içeriyordu. Birkaç kişi ise kitabı açıkça karşıdevrimci ilan ediyordu. Ana portaldaki yazıyı işte onlara cevaben yazdım.

Taylan Kara’nın yazıları, sonrasında İnsan BU’da yer almaya başladı. Biraz da Gün Zileli’nin sitesinde. Ardından, daha yüzünü görmeden onu siteye editör yaptık. Bu şekilde tanınmış bir yazar oldu, yazıları her geçen gün daha da ilgi çekti. Epey bir süre sonra ise soL Portal’dan teklif gelince oraya yazmaya koyuldu. Aynı zamanda bizim yazarımızdı ama bize özel pek az yazı yazıyordu artık. Sonra ayrılık yaşadık. En sonunda da soL Portal onu istemedi. Baştan niye istemişlerdi, şimdi niye istemiyorlar, inanın hiçbir fikrim yok.

Taylan Kara konusuna böylece nokta koyduktan sonra bir şeye daha değineyim. Büyük emeğimin geçtiği soL Kültür, İnsan Bu ve Tıp Bu Değil kitap serisi birçok arkadaşımızı ilk kez yazar yaptı, bazılarının da tanınmasını sağladı. Görevimizdir. Yine yaparız, yapıyoruz. Bunlardan bir bölümü ile sonradan bozuşarak ayrıldık. Ne onları tanıtan yazılar yazmaktan, ne onlar için kavgalara girmekten, ne yazılarını yayımlamaktan pişmanım. Ayrıldığımız için de pişman değilim. İsimsiz yorumlarla hala taciz ve hakaret eden üç dört dadangaç dışında kimseye de kızgın değilim.  

Buraya koyduğum üçüncü yazı ise bambaşka bir konudaydı. soL Kültür’de ancak 3-4 saat durabildi. O süre içinde 1500’e yakın okundu. Hayli beğenildi. Fakat gelen tepkiler üzerine genel yayın yönetmenince silindi. Tepkiler partiye yakın tiyatro ve sanat çevrelerinden gelmiş! Yazıyı bir yol okuyun. Konu bir tiyatro oyunu sırasında Tayyip Erdoğan’ın kızı ile bir oyuncu arasında çıkan problem ve sonrasında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın tavrı. Birçok yazar konuyu ele almaya korkar, bazıları soğuk bir üslupla kısaca geçiştirirken, ben bu olguyu ve medyada ele alınışını mizahla aktarmıştım. Zaten o yüzden kısa zamanda bu kadar okunmuş ve sevilmişti. Futbolda çıkan kavgalarla paralellik kurmuş ve konuyu bilhassa kaypak merkez medyanın klişe diliyle aktararak dalgamı geçmiştim. Hakaret yok, aşağılama yok, küçümseme yok…

Milliyet yazarı Melih Aşık usta da yazıyı ertesi gün köşesine taşımıştı. Hatta bu konuda aşağıda bağlantısını verdiğim “Melih Aşık mizah haberi gerçek sandı, tongaya bastı” türünden yayınlar çıkmıştı. Aşık’ın yazısını şimdi bulamadım. Ama konuyu telefonla konuştuğumuzu ve soL Kültür’de çıkan bu yazımın mizah olduğunu iyi bildiğini, espriyi de sıkı bir futbol taraftarı  olarak çok tuttuğunu net hatırlıyorum. Hatta soL’un bu yazıyı kaldırmasına da bayağı kızmıştı. Yani şaka mı gerçek mi karışıklığı zincirleme bir tepki yaratmış, herkes karşıdakinin tongaya bastığını düşünmüştü.   

http://www.internethaber.com/unlu-yazar-bir-haberi-gercek-saninca-341032h.htm

http://www.gazeteciler.com/haber/melih-ak-yle-bir-dalgaya-geldi-ki/190590

Ah takoz sol muhalefetimiz ah! Zaytung yaparken iyi, başkalarıyla alay ederken iyi, birisi alınganlık gösterince onun davranışı iğrenç… Kendi üstlerine alınmışlarsa küplere binerler, sustururlar, kapatırlar, silerler… Kalsaydı ne olurdu? İki tartışma çıksaydı, beyinlerinde birkaç sinaps patlasaydı… Hatamız varsa onu da kabul ederdik. Yok… “Sol” sanat çevrelerimiz ve koskoca parti yönetimi ufak bir mizahı kaldıramadı. Sonra da eski mizah ustalarını yağlayan bir araba laf ederler…

Yap ya da Sus, Ötesi Alçaklıktır

26/10/2010  soL Kültür

Taylan Kara’nın, “Böyle de Buyurabilirdi Zerdüşt” adıyla Hayal Yayınları’ndan çıkan deneme kitabından bir söz, başlıktaki.

İyi yapıtları okuyucuya tanıtmak herhangi bir yerde yazan, konuşan her aydının görevi. İnsanı heyecanlandıran kitapların başkalarını da heyecanlandırma potansiyelini açığa çıkarmak gerekir. Belki de bizleri bundan alıkoyan nedenlerden biri de iyi yapıtlarla yeterince sık karşılaşmamamız. Öte yandan piyasa ilişkilerine bağlı olarak çok yoğun parasal boyutlu tanıtım kampanyası altındayız hepimiz. Başlı başına o da, arada bir çıkan nitelikli eserleri gürültüye getiren etmenlerin önde gideni.

Bence Taylan Kara’nın 84 sayfalık denemesi sıra dışı bir yapıt. Gerek dili, gerekse daha önemlisi soyutlama düzeyi, saptamalarının gücü bize aynı alandaki büyük ustaları anımsatıyor. Yazarının yaşını bilmiyorum, kaç yapıtı olduğunu da. Ne ki bir ilk yapıt olma izlenimini (deneme kitabı olarak) olumlu anlamda –kötümser coşkusuyla- verirken, aynı zamanda usta işi bir yetkinlik sergiliyor. Her satırı iyi düşünülmüş, iyi işlenmiş ve neredeyse boşuna hiçbir cümle harcanmamış.

İtaliklerle örnekler vereyim:

21. yüzyıl alçaklığının en büyük silahı, “uygun” zamanlarda ortaya dökülen “gerçek”lerdir. Alçaklık, gerçeğin sıradan insana hep “seçmeli” olarak sunulması ve onlarca unsura sahip bir tablonun kendine yarayan bileşenlerinin sunulup diğerlerinin gizlenmesidir. “Ahlaki olma” ölçütü, artık ifadenin “içeriği”nde değil “dışında”, söylenen şeyin kendisinde olduğu kadar çevresindedir.

Dünyanın çırılçıplak somutluğunu hala kabullenemez insanoğlu. Binlerce yıldır varlığa karşı beslediği ısrarlı paranoya ile var olanın ötesinde sürekli bir şeyler arar durur. İnsan maddeyle henüz barışamamıştır.

İnsanoğlu, küçücük bir odada beyni dağ bayır dolaşırken ya da gözünü kapatıp uçmayı düşlerken, yerçekimini anons eden sese veya yarım metre ilerdeki duvarı hatırlatan parlak lambaya kavramlaştıramadığı bir nefret duyar. İnsana karanlık lazımdır. (…) Kendisine, gözünü açması karşılığında gerçek gökyüzünü ve yeryüzünü teklif edenlerden, duvarlarından bile etmediği kadar nefret eder. Çünkü o gözlerini en çok kapalı iken sever.

Plastik direksiyonunu hangi yöne çevirirse çevirsin, rayın üzerinde hep aynı yöne giden bir oyuncak trenin içindeki çocuğun tren sürme sevinci; bir insanın hayat karşısındaki özgür irade övüncü tam da buna benzer. İradenin gerçekleştirilmesi bakımından insan türünün zihin yaşı, ancak oyuncak trene binen iki yaşındaki çocuk kadardır. Direksiyonu çevirdiği yön ile trenin gittiği yön arasındaki ilişkisizliği fark edemiyor olmasından değildir bu geri kalmışlık. Ona sağa sola çevireceği bir direksiyon yeter ne de olsa; isterse tren hiç gitmesin. İnsanoğlunun sorunu tren değil, direksiyondur; bu kurgulamada insanoğlunun tanımladığı, istediği ve eksikliğinden bütün varlığıyla şikayet ettiği özgürlük, sadece bu direksiyon hareketidir.

Küçük burjuva, doğal güzellikleri sadece kartpostalda bir resim olarak sever. Ne güzel diye tepki verdiği resimdekine benzer bir yere gittiğinde ise oradaki böcekleri, sivrisinekleri görür. Görür görmez “müthiş” diye nitelendirdiği karlarla örtülü manzara ile birebir karşılaştığında ise fazla duramaz, üşür. Gerçek hayatta ağacın böceksizine, kumsalın sineksizine, karın üşütmeyenine duyduğu özlemi asla tatmin olamaz.

Küçük burjuva evde kravatlı, ceketli olma halidir; her an dışarı çıkacak gibidir, bir türlü pijamasını giyemez.

Yapıtın en çok eleştirilecek yanı nihilizme kapı açan aşırı kötümserliği. Yazarıyla yaptığım tek e-posta haberleşmesinde bunu kendisine de söyledim; o da böyle bir olumsuzluğu kabul etti. Başlıktaki söz, kitaptaki ne yazık ki az sayıdaki olumlu (yapmaya yönlendirici) bildirimlerden, saptamalardan biri.

Bu kötümserlik şöyle paragraflarda uç noktalara varıyor:

Birinden tiksinmek istemiyorsan, onunla en yakın ilişkin sadece yüzüne bakmak olsun; bu onun olabilecek en saygın halidir. En ilginç insan hiç tanımadığın ve mümkünse hiç karşılaşmayacağın insandır.

İnsanların beşte dördü için bu saptamaya katılabilir, paragrafın altına imzamı koyabilirim. Ayrıldığımız nokta geri kalan beşte bir için ya da onlarla birlikte bir şeyler yapmaya değip değmeyeceği üzerinedir. Hele içlerinde altın gibi bir yirmide bir vardır ki, kanımca, çoğunluğun ne kadar sefil durumda olduğunu bal gibi bilenler bile onlara kurban olur. Hatta belki oranları artırabiliriz, belki o kötüleri de iyileştirebiliriz diye kendilerini bile bile kurban edenler de bulunur. 

Ama hem gönderdiği e-postadan, hem de yazdığı başka şeylerden yazarının zaten benden çok da farklı düşünmediğini kestirdim. Farkındalığı hangi ortamda ne şekilde ifade edeceğiz, hangi sonuçlara vardıracağız? Elbette her birey, her yazar bu seçimi yapmada “özgür”dür. Anarşizme sadece bilinci özgürleştiriciliği yönünden bir fırsat mı vereceğiz, yoksa "özgür" bakışımızı ona mı teslim edeceğiz?

Etten kemikten hırstan ve aptallıktan oluşan insan doğası ile tarihi, kozmik ve ahlaki sorumluluklar arasındaki gerilimdir bu başında zonklayan. Bir ömürde ölmekle birkaç bin yıl yaşama ihtimali arasındaki kararsızlık durumu; varlığı garantili adi mutlulukla, olasılığı sisler arasındaki belli belirsiz hissedilen evrensel bir görevin yaşadığın andaki sıkıcı gölgesinin çatışmasıdır. Bu ikileme düşen insan türündeki çoğu yazar, sonunda uyuyakalır.

Hiçbir şeyin, yaşadığın bu zehirli hayatı durduramayacağına kesin olarak inanmışken, uzun süre önce sildiğini sandığın bir anıyla sarsılman, bir felaket ya da umut olanağı: ikisi de sana hep aynı kılıkta görünüyor. Bitirdiğini ve geçmişte bıraktığını sandığın düşüncelerinin, beynine eskisinden çok daha şiddetli saldırısını, hayatındaki hangi sağlıklı duruşla, bir atımlık bir düşüncenin fiskesiyle oluşan sarsıntıyı nasıl açıklayacaksın? Geri dönüşüm kutusunda silmeyi unuttuğun için yıllarca bekleyen ve bir anda hayatının masaüstüne dönen bu anı, şimdi senin mikroplu yaşamına virüslük yapıyor.

İşte bu virüstür insanı kazanılması çok şüpheli davaların peşine düşüren. Yazarın şu saptamasıyla makaleyi bitiriyorum:

Bugün için dünyanın en “insancıl” tavrı, insanın mevcut halinden tiksinmektir.

 

ŞİMDİ DE AYNI KONU ÜSTÜNE SOL PORTAL’DAKİ YAZIMDAN BİR BÖLÜM:

 

Karşıdevrimciliğin En Basit Ölçeği (19.11.2010)

Yine yakın bir örnek: soLküLtür’de, Taylan Kara’nın kitabını tanıtıp eleştirdiğim “Yap ya da sus... Ötesi alçaklıktır” başlıklı yazıma gönderilen yorumlar… Kara, karşıdevrimci ilan ediliveriyor, dolayısıyla ben de karşıdevrimci oluyorum. Suçumuz: İnsanlığın bu halinden tiksinmek! Bu hali onaylayan, bu hale katılan insanlığın büyük çoğunluğunu sevmemek!

Belirtmek istediğim işte bu. Ölçüt standardı, bilimselliği olmayınca kafadaki gerçek ölçütler aslında ne kadar acımasız. Sevmek sevmemek, nefret etmek etmemek, soyut kavramlardır, ancak bunlar başka şeylerle birlikte gösterilip tanımlandığında az çok somutluk kazanabilirler. Bu arkadaşlarımız insanları pek seviyorlarmış, hem de hepsini! Gözlerim yaşardı.

Sevin o zaman, katliamcıları da sevin, tecavüzcüleri de, insan tacirlerini de, faşistleri de sevin. Toplamı sosyalistlerin toplamından kat be kat fazla eden bu yığınları sevin, içlerinden tek tek insanları sevin! Bu arkadaşlar öyleler mi bilmem, ama kuramsal bir konu gündeme gelince pek insan sever, ayırt etmeksizin insan sever kesilen çoklarının, yanındaki herhangi bir insan için kılını kıpırdatmadığını veya siyaseten azcık ayrıldığı bir başkasının kafasını rahatlıkla kırdığını çok gördüm. Esasen bu da reddedilecek bir şey değil, insana özgü bir şey. İnsanlardan nefret etmek, onlardan tiksinmek aynı zamanda onları ölesiye sevmekle çelişmiyor.

Demek ki neymiş, bilimselliğe hiç değilse az yaklaşabilmek için olguyu sistemler temelinde almak gerekiyormuş. Kapitalizmi tercih eden insanlıktan tiksinmek için her türlü neden var, ama bu onları aynı zamanda sevmeyi, onlar için eşek gibi çalışmayı engellemiyor bende. Özellikle yapılması gerekeni, severken her insanı değerine göre, değeri kadar sevmek gerektiği doğrusunu da değiştirmiyor.

Konudan sapmadık aslında. Bu yazıda herhangi bir kapitalizm övgüsü, sosyalizm karalaması görmüşler de, bu arkadaşlar onun için mi karşıdevrimciliğimize hükmetmişler?

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kaan-arslanoglu/karsidevrimciligin-en-basit-olcegi-35943

 

DEVLET TİYATROSU’NA AĞIR CEZA: ÜÇ HAFTA SEYİRCİSİZ OYNAMA

14/04/2011 - 10:40  soL Kültür

Kültür Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu dün gece yaptığı toplantı sonrası ceza yağdırdı. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye konan “Genç Osman” adlı oyunda Tolga Tuncel adlı oyuncunun ön sırada oturan Başbakan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ı taciz etmesiyle ilgili skandalda (siteye koyarken “rahatsız etmesi” diye değiştirmişim sanırım, bendeki ham metin) cezalar ağır kesildi: Üç hafta seyircisiz oynama…

Toplantı sonrası bir açıklama yapan kurul sözcüsü, ilgili oyunun bundan sonra üç hafta seyircisiz oynanacağını söyledi. Cezanın ağırlığının farkında olduklarını belirten sözcü, “bundan sonraki oyunlarda gelişebilecek taşkınlıkları önlemek bakımından” tedbirlerin caydırıcı olması gerektiğini ifade etti. Alınan karara göre Tolga Tuncel adlı oyuncu da beş hafta süreyle oyunlardan men edildi.

İnteraktif oyunlar kaldırıldı

Kurul sözcüsü,bundan böyle seyirciyi tahrik ve taciz anlamına geldiğinden interaktif oyunların da yasaklandığını belirtti. “İnteraktif oyundur denerek kimi sanatçıların seyircilerden bazılarını seçip hakaret ettikleri, hatta zaman zaman dövdükleri uzun süredir şikayet konusuydu” dedi. "Gelen şikayetlerden anlaşıldığı kadarıyla kavgalı oldukları komşularını tiyatroya davet edip, orada interaktif numarasıyla olmadık hakaretlere uğratan oyuncular da varmış” diye sözlerini sürdüren sözcü, “bu gibi saldırganlıklara kırmızı perdeler üzerinde asla izin veremeyeceklerini” ifade etti.

Tahkim yolu açık

Savunmasında “Fakat ağzındaki sakızıyla önce Sümeyye Erdoğan beni provoke etti” tezi üstünde duran Tolga Tunçel’i bilirkişi raporu yaktı. Aynı zamanda Kültür Bakanı olan Ertuğrul Günay yazdığı raporda sakız çiğnemenin saygısızlık anlamına gelmediğini belirttikten sonra, “Bağımsız disiplin kurulunun en ağır cezayı vereceğinden eminim” ibaresine yer verdi.

Başkaları ceza almıyor

Yönetmen Şakir Gürzumar cezayı hafifletmek için Tahkim Kurulu'na başvuracaklarını, ortada bir “çifte standart” işlediğini artık her tiyatroseverin gördüğünü belirtti. Seyircilerini tartaklayan, hatta döven birçok tiyatronun bugüne dek ceza almadığını sözlerine ekleyen Gürzumar, "Ne oluyorsa gişede öne geçtikten sonra oluyor" diye manidar konuştu. Gürzumar, bundan böyle gerekirse öndeki üç sırayı boşaltacaklarını, araya da bir şeffaf plastik perde çekeceklerini, bu perdenin kırmızı perde açılırken aynı anda kapanacağını ifade etti.

Hükümet hazırlık içinde

Başbakan Erdoğan'ın bu olaydan sonra kurmaylarına talimat gönderdiği, halkın hangi tür oyunlar istediği ve ne tür oyunlar istemediği yönünde bir referandum çalışmasının startının verildiği öğrenildi. Erdoğan'ın, "Tiyatroya milletin seçtiği önemli bir insan geldiğinde oyun normal akışında devam edemez. Bundan tabii ne olabilir" dediği, sızan haberler arasında. Bunun için de anayasal demokratik düzenlemelerin yapılacağı öğrenildi.

Kaan Arslanoğlu

Not / Bir sonraki yazı: Gençlik Devrimci Olmasın, Kendini Harcamasın da… Bu Kadar Boş Kafalılık da Sinir Bozucu… Bir Karapara Aklama Yolu Olarak Çocuk Yetiştirme..




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...