Felsefe
ANTİ-FELSEFEDEN POST TRUTH'A...
Alain Badiou, Nietzsche felsefesini öznel bir yaklaşımla yeniden yapılandırdığı Anti-Felsefe Seminerleri'nde . Nietzsche'nin bütün filozoflara ve genel olarak felsefeye yönelik inkarcı tutumundan söz eder. Ancak buna rağmen Nietzsche kendisini bir filozof olarak tanımlamaktadır.
Sağduyumuz bize burada bir paradoks olduğunu söyleyecektir doğal olarak.
Filozoflerın, özgün felsefe metinlerinin ve genelde felsefenin pek çok kişide bu etkiyi yaptığı, yani kafa karıştırdığı doğrudur. Ancak, uzun bir zaman, yoğun bir çaba gerektirse de kuramların bu karışık yollarından geçip, sonunda bir düzlüğe ulaşmak imkansız değildir. Değildir ama böyle bir imkan, gerçekliği ne ise o olarak anlamayı, çözümlemeyi ve olduğu gibi yansıtmayı amaç edinmiş düşünürlerin metinleri için geçerlidir daha çok. Asıl zorluk, kafasının içindeki kurgusal modelleri sistemleştirip, bunları gerçekliğin yerine koymaya eğilimli filozoflarda karşımıza çıkar.
Aslında herkesin, hepimizin kafasında bir dünya resmi vardır. Bütün insanlar hayatla ilişkilerini bu resme göre sürdürürler. Filozofların tek farkı, bunu özgül bir terminolojiye dayandırmaları, özel kavram ve yöntemler kullanmalarıdır. Nietzsche'nin düşünceleri ve kullandığı kavramlar da oldukça kendine özgüdür. İnsanlık tarihini ortasından kırıp, ikiye bölme iddiasındaki bir insan düşünün; sadece bu bile onun farklılıkları hakkında yeterince fikir verebilir. Kendinden önceki binlerce yıllık birikime saygı duymak, ondan yararlanmak şöyle dursun o, toptancı bir suçlamayla tavrını belirlemiştir. Söylediğine göre önceki düşünürlerin hepsi şöyle ya da böyle aynı hataya düşmüştür. O hata da şudur: Gerçekliği tek bir modelle algılamak, çözümlemek ve sistemleştirmek. Oysa tek bir yönden, tek bir açıdan bakmak gerçekliği çözümlemekte yetersiz kalmaktadır Nietzche'ye göre. Gerçekliğin çeşitli yönleri, farklı nitelikteki boyutları vardır. Bu da onun felsefesindeki bugün perspektivizm adını verdiğimiz çizgiyi ortaya koyar ki bu çizgi günümüz açısından can alıcı bir önem taşımaktadır. Çünkü bu “anti-felsefenin” esinlediği eğilimler, sonradan umulmadık boyutlara ulaşacaktır.
Nietzsche aslında en kısa deyişle, gerçekliğin kendisini onun görünüşleriyle, günümüzün yaygın terimiyle arayüzleriyle karıştırmıştır. Program hep aynı algoritmaları kullanır, aynı işleri yapar, aynı sonuçları üretir ama arayüzler sonsuza kadar çoğaltılabilir.Filozofun bu görüşleri, günümüzün bazı düşünürlerine adeta ilham kaynağı olmuştur. Bunlar, artık iyice yaygınlaşmış adıyla postmodernizmin, felsefe literatüründeki adıyle öznel göreciliğin savunucularıdır. Bu kesimin ürettiği demeyelim, günümüze uyarladığı kuramlar ve ardındaki ideoloji, düşüncede doğruluk kaygısını, hatta bilimsel incelemenin konusu olan nesnel gerçekliği kaygan zeminlere taşımış, herkesin gerçekliğe ilşkin kendine ait bir görüşü olabileceğini, daha da kötüsü tüm farklılıklarına rağmen bu görüşlerin hepsinin birden “doğru” olabileceğini günümüz toplumlarının kılcal damarlarına kadar işlemiştir. Çeşitli bilgi disiplinlerinde, sanatta ve günlük yaşamda içinden geçtiğimiz kitsch döneminin, denilebilir ki tek sorumlusu da bu görüş tarzıdır.
Böylelikle geldiğimiz noktada, içinde yaşadığımız dönemi post-truth (hakikat sonrası) gibi kavramlarla açıklayan yaklaşımlar gitgide ağırlık kazanıyor. Terim 2016'da Oxford sözlüklerince yılın sözcüğü seçilmiş. Şöyle tanımlanıyor: “ Ön yargı, görüş, kanaat, ilgi ve çıkarlara bağlı olarak yalanların bile bile hakikat gibi kabul edilmesi.” Post-truth, kökleri bilim felsefesi ve felsefeye dayanan siyasal bir kavram; yani daha çok siyasetİ ve onun yansıması olarak toplumun günlük yaşayışını tanımlıyor. Bu alanda genel kabul gören düsturlardan biri şöyle: Bir politikacının yalanı, günün sonunda paydaşlarına yatırım, kredi ve güç olarak dönmek koşuluyla oyunun kurallarına uygundur. Örnek olarak 2016 seçimlerinde Trump'un söylediklerinin %70'inin gerçek olmadığı saptanmış. Ama sonuç ortada.
Yaşadığımız günlerde sosyal medya kanalları, kullanılan program ve algoritmalar aracılığıyla insanların genel özelliklerini belirlemekte, fikirlerini, beğenilerini yüksek doğrulık oranlarıyla tahmin ederek benzer eğilimdeki insanları aynı ortamlara, gruplara dahil etmektedir. Böylelikle oluşturulan eko odaları ( echo chambers ) , insanlara sadece görmek istediklerini göstererek, farklılıklara kendilerini kapatmalarına, hayata at gözlüğüyle bakmalarına uygun bir zemin hazırlar. Bu yankı fanuslarına sıkışan insan bilinci, bunun dışındaki dünyayla ilişkilerini neredeyse sıfırlayacak; görüşlerini, eğilimlerini ve her konudaki kriterlerini tamamen bu çerçevede sabitleyecektir. Artık bilginin – ya da bilgi olmayanın – baş döndürücü bir hızla kitlelere ulaşması ve herkesin bir blog ya da sosyal platform oluşturarak yazabilmesi karmaşayı zirveye taşımıştır. Mesela bir araştırmacının yazdığı bir makale belirli akademik, entelektüel çevrelere ulaşabilirken, bir amatörün ya da komplo teorisyeninin ortaya attığı saçmalıklar milyonlara ulaşabilmektedir. Bu koşullarda boş inançlardan korunarak, geçerli yöntemlerle işlenmiş ve konrol altına alınmış bilgiye ulaşmak gitgide daha da zorlaşacaktır.-----
Filozof Hannah Arendt, Hakikat ve Politika adlı makalesinde doğruluk ve dürüstlüğün asla bir politikacının erdemleri arasında yer bulamayacağını, yalanın politikanın doğası ve haklı çıkarların gereği olarak benimsendiğini söyler. Ona göre zaten gerçeklik olgusu hiçbir zaman kişisel özelliklerimizden ve bakış açımızdan bağımsız değildir. Bunu felsefe kavramlarıyla açıklık getirmeye çalışırsak, bu noktada öznel idealist bir yaklaşımla gerçeğin ve doğruluğun itibarsızlaştırılması ve kişisel çıkarlar doğrultusunda yalanın meşru hak haline getirilmesi sürecini karşımızda buluruz. Şu anki tarihsel dönemeçte, nesnel idealizm ( Tanrı inancı, dini inançlar ve onun gerektirdiği kurallar) artık içi boş ama kitle yönetiminde faydalı bir imge olarak askıya alınmış ve öznel idealizm ( gerçeğe ağır basan bireysel görüşler ve kişisel çıkarlar) yaşamın gerçek belirleyicisi ve mottosu olarak yerini almıştır.
Nesnellik, doğrunun biricikliği gibi kavramların bu yolla tartışmaya açılması ve “ Gerçeklik insan öznesinden bağımsız mıdır?” gibi soruları ortaya atarak zihinsel bir asimilasyona girişilmesi artık hiç de zor değildir. Şimdi sıra gerçekliğin son kalelerini, yani bilim ve felsefeyi zayıflatmaya gelmiştir doğal olarak. Bilim insanını ve genelde bilimi mekanik bir robot gibi gösterip, sosyalliğin özelliklerinden ( değerler, inançlar...) sıyrılmış olduğu algısını yayarak, diğer bilgi (!) türlerine itibar kazandırmak, öznelliğin öne çıkmasına hizmet edecek ve yaşanan durumu normalize edecektir.
Tarihçi Yuval Noah Harari de post-truth ile ilgilenen araştırmacılardan biridir. O da bu kavramı evrimsel perspektiften bakarak açıklamaya çalışır. Harari'ye göre biz homo sapiensler, hakikati değil gücü elde etmek için, iktidara gelip hükmetmek için yalanları gerçek gibi sunmuş ve bunu yaparken de doğrunun ne olduğunu umursamamışızdır. Bunun uygulanış yöntemine ilişkin ipuçlarının izini süren felsefeci ve bilim tarihçisi Lee Mcintyre ise konuya şöyle bir bakış getirir: İnsan öznesi gerçekliğe ilişkin fikirler üretirken, kendi ilgi ve çıkarları doğrultusunda onun bazı yönlerini öne çıkarıp bazı yönlerini ise geriye atarak ya da yok sayarak yeniden yapılandırır. Peki bu durumda ortaya çıkan model, gerçeklikle ne kadar örtüşecek ya da başka deyişle ne kadar doğru olacaktır? Mcintyre'ın söz ettiği yöntem en iyi niyetli bir ifadeyle indirgemeciliktir. Hele kötü niyet söz konusu olduğunda, hangi kapıların açılabileceği kolayca tahmin edilebilir.
Oysa doğa bilimleri alanındaki tartışmalar kuram lehinde ya da aleyhinde güçlü bir argümanın ortaya çıkmasıyla biter. Tabii burada parçacıkların belirlenemeyen davranışlarından farklı sonuçlar çıkaran postmodern bilimcileri ayrı tutmak gerekir ki onlar da zaten ortada argüman olmadan tartışmaktadır. Örneğin küresel ısınma ve onun sonuçları konusunda bilimde zıt kutuplar söz konusu bile olamaz. Oysa politikacıların bu konudaki durumu gözler önündedir. Tam yeri gelmişken şöyle söylenebilir: Yalancılıkla saçmalama arasında büyük fark vardır. Saçmalayan kişi söylediğinin doğru olduğuna inanır. Yalan atan ise bunu bile bile yapar. Hatta bir gün durum onu gerektirirse kendi yalanını yalanlamakta da sakınca görmez. Diyelim ki radyasyonlu ya da covid19'lu bir odaya girmesi gerekirse...
Politik yalanların en işe yarar vaziyeti kurtarma yollarından biri de halkın “Vatan için yaptılar!” gibi sözlerinde dile gelir, “Çaldılar ama hizmet de ettiler.” de bunlardan biridir. İşin daha tuhaf tarafı, artık bu gibi yaklaşımların sadece eğitimsiz kesimlerle sınırlı kalmaması, belli bir formasyon alan insanların da aynı bilinç düzeyini ortaya koymalarıdır. Ama eğitimin kalitesindeki genel düşüş ve üniversite bitirmenin iyice sıradanlaşması gibi etkenlerin ışığında bakarsak, bu çok da şaşılacak bir şey sayılmaz. Ayrıca öğrencilere eğitim veren mevcut akademik kadroların da büyük ölçüde hangi kalıptan çıktıkları bellidir.
Oysa dünya politikasını yönlendiren görünür- görünmez kişi ve çevreler, oldukça işlerine yarayacak ölçüde akademik ve kültürel destek almayı hiç ihmal etmez ve bunun önemini çok iyi bilir. Bu yöndeki çabalarsa hiç de hafife alınacak gibi değildir. Akla gelenlerden biri Harold Joachim ve Brand Blanshard adlı düşünürlerin geliştirdiği Gerçeğin Tutarlılık Teorisi. Buna göre gerçekliği ifade eden bir teorinin doğrulık ölçütü, onun içerdiği tüm tezlerin kendi içinde tutarlı olması, çelişki doğuracak bir unsura yer vermemesidir. Bu kriter onlar açısından bir düşüncenin gerçekliği başarıyla temsil etmesi için yeterlidir. Halbuki bu tamamen epistemolojik bir kurgudur ve hiçbir ontolojik temeli yoktur. Yani bilgi olduğu savıyla ortaya çıkan zihinsel bir çaba kendi içinde tutarlılık gösterebilir ama bu çaba varlıkla, var olanla güçlü bir bağ kurmaksızın gerçeği temsil edemez. Bu yoldan gidersek olsa olsa çok tutarlı safsatalar üretebiliriz.
Bu gibi girişimler bununla da sınırlı değil. Pragmatik Hakikat Teorisi, Çoğulcu Yaklaşım Teorisi gibi daha başkaları da var. İlki zaten adı üstünde, bize faydalı olan şey doğrudur, inanışı. İkincisine göre ise herkes kendi oluşturduğu kategoriler çerçevesinde haklıdır. Siyasal, bilimsel, felsefi, sanatsal ve ahlaki gerçekler bükülebilir ve bağlamına göre değişebilir. Bilim de nesnel, olgusal gerçekliğe ek olarak tutarlı bir doğruluk ve pragmatik gerçek bulur. Bunlar da olgusal gerçekliğin boşluklarını doldurarak karar vericilerin ulaşmak istediği hedeflere hizmet eder.
Jean Baudrillard simülasyon çağında yaşadığımızı ve kitle iletişim araçları tarafından kontrol edilen görüntülerle söylemlerin bize gerçeğin kendisini anlatmadığını söylüyor ve bu kez doğru söylüyor. Ayrıca biz neyi doğru kabul edersek edelim, evrendeki olgular ve ilişkiler bundan hiç etkilenmeden, aynı şekilde var olmaya devam edecek. Ama bundan biz insanlar çok etkileniyoruz; kimileri olumlu yönde, büyük bir çoğunluk ise olumsuz yönde.
Bir gün gelip de insanlar, zihin asimilatörlerinden bu yöntemleri sandalyedeki raptiyeye de uygulamalarını ve sonra da oraya oturmalarını istediğinde belki tünelin ucundaki ışığı görebiliriz. Ancak bunun hiç de kolay olmadığını da şimdiden kabul etmemiz gerekiyor.
Sinan Kutlu
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
Lütfi Kemal Bozkurt 22.04.2021
Uzun zamandır böylesine zihin açan bir yazı okumamıştım. Teşekkürler değerli Sinan Kutlu....
osman turna 21.04.2021
sayın KAAN ARSLANOĞLU "Felsefe gerçeği arayış çabasıdır, gerçeğin anlaşılmasına kimi faydaları dokunmuştur, fakat özellikle son 5-6 yüzyıldır esas olarak gerçeği karartmaktadır. İnsanın gerçeğe yaklaşımı bence insan var oldu olalı pek değişmedi. " insan var oldu olalı değişen sürekli artan entropi dir. adı ister bilim ister felsefe olsun. işin özü karmaşıklığın tasnifi arzusu "entropinin kategorize edilmesi" hiçbir şekilde entropinin büyüme hızını değiştirmeyecektir. aksine farklılıklarımız, amacımız, güzelliklerimiz vb. de artacaktır.
kaan arslanoğlu 19.04.2021
Geçmişten günümüze "Gerçeklik ve Felsefe" konusunda son gelişme ve görüşleri de değerlendiren iyi bir derleme olmuş. İtiraz anlamında değil, kendi görüşlerimi kısaca dokundurmak anlamında birkaç şey söyleyeyim: "Felsefe gerçekliğin son kalelerinden biri" demiş sevgili yazar arkadaşım. Ben epey bir zamandır tam tersini düşünmekteyim. Felsefe gerçeği arayış çabasıdır, gerçeğin anlaşılmasına kimi faydaları dokunmuştur, fakat özellikle son 5-6 yüzyıldır esas olarak gerçeği karartmaktadır. İnsanın gerçeğe yaklaşımı bence insan var oldu olalı pek değişmedi. Bu yaklaşımda yalan hep hakim, baskın yandı. Tabii felsefeciler gerçeklikteki ufak tefek değişikliklere olduğu gibi bu alandaki ufak tefek değişikliklere Latince veya İngilizce yeni kavramsal adlar vererek yeni bir şeymiş gibi sunmakta da mahirdirler. Bu da onların gerçeği karartma işlevlerinin sadece bir parçası. DEVAMI ALTTA…
kaan arslanoğlu 19.04.2021
DEVAM: Bu dediklerimi güncel iki örnek vererek açımlayayım. Örneğin “Post-Truth” denince yabancı literatürde çok bolca Trump yalanları örneği veriliyor. Oysa bence ve de gerçekte Trump bir ölçüde dürüst, kısmen samimi, harbi bir neo-faşist. Oysa liberallerin gözdesi Biden sinsi, samimiyetsiz, öbürüne göre çok daha tehlikeli bir faşist. Post-truth’çular genellikle burada gerçekliği çarpıtıyor. Türkiye’den örnek vermek gerekirse. “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar” mantığının meşruluk kazanması ne kadar garabet ise, “ABD demokrasi getireceğine göre onunla işbirliğinde sakınca yok” mantığı 10 katı daha büyük yalan ve garabet. Bu bilgi ve gerçek karartmalarını medya ve sosyal medya yapıyor. Felsefeciler de bunların danışmanı olarak çalışıyor.