YÜZÜ SİLİNENLER'in düşündürdükleri

YÜZÜ SİLİNENLER'in düşündürdükleri

Bu başlığın altında “Darbe Günlükleri” şeklinde bir alt başlık daha var.
Herkes her kitapta farklı şeyler bulur, hatta her okumada gene farklı şeyler bulur, ama çok az kitap bu kadar çok düşünce malzemesi taşır. Sanırım bunun nedeni yazarın, günümüz insanının zihnindeki kaosu yansıtma amacıdır. Sentetik imajlardan oluşan yeni dünya, gerçekten çoğunluğu karaktersiz, duygusuz ve ebleh bireylerden ibaret hale geliyor. Hemen itiraz edebilirsiniz. Karaktersiz insan yoktur; iyi, kötü, zayıf, güçlü vs. karakterler vardır ve hepsinin kendi çapında duyguları vardır, diyebilirsiniz ve haklı olursunuz. O halde yeni dünyanın karakteri (Bakın gene karakterleri diyemiyorum... Karaktersizleri demek geliyor içimden.) insanlarına bakalım. Sırf keyif için yemeğe, tahammül için içkiye ve ilaçlara sığınan, bunlara ek olarak şimdilerde cep iletişimine kafayı gömen insan. Belki buna "üzüntüye katlanamayan insan" da diyebiliriz. Bunun öne çıkmasını tek bir faktöre bağlayamayız. Dünya nüfusunun dört katına çıkması (bizde yedi katı) başlı başına bir üzüntüdür, sıkıntıdır... O başka, ama kapitalist (Ama aynı zamanda özünde devlet kapitalisti olan yalancı sosyalist.) söylemlerin insanı şu veya bu şekilde mutluluğa yönlendirmesi de vardır. 20. yüzyıl ideolojileri ve hâkim kurumları sanki insanlara bir "mutlu olma koşulu" getirmiş gibidir.

 

Olacaksın arkadaş, anlamam.
 

- Mecbur muyum?
 

- Olacaksın. Mecbursun. Tekhücrelilerden itibaren tüm hayat sen mutlu olacaksın diye evrildi. Savanlarda koşuşturan çıplak atalarımız senin mutluluğun için avlandılar, pusula bunun için bulundu, gökdelenler senin için inşa edildi. Reddedersen şerrefsizsin.
 

- Eeee, peki, o zaman çek bir bira daha. Bakalım yeni mesaj var mı?
 

.....
 

Bu konuda, yani dünyanın kültür tarihi üzerinde kafa patlatmış olan kişiler, sentetik hayatın İkinci Dünya Savaşı sonrasında yerleşmeye başladığı konusunda hemfikir gibidir. Tarihçi D. J. Boorstin 1960'lara doğru şöyle yazmış: "Amerikan yurttaşı, fantazinin realiteden daha reel olduğu, imajın orijinalden daha çok saygı gördüğü bir dünyada yaşıyor." Eh. Biz de geri kalacak değildik ya. Dünyanın tümü gibi biz de hem onlardan, hem de kendimize ait olanlardan yeterli miktarda imaja sahip olduk. (Aslında bunu biz de pekâlâ söyleyebilirdik ama alıntı yapınca hem okumuş adam imajı ediniyoruz, hem de lafa ağırlık katıyoruz. Bir taşla iki kuş. Kendimiz söylesek, keh keh evet yani, der geçersiniz... Bu nedenle sürekli okuyup duruyoruz alıntı yapmak için, başka amacımız yok vallahi, sonuçta biz de imaj dünyasının kanunlarına tabi bir eğitim gördük, tezleri yazarken önce metni bitirir, sonra alıntılarla süslerdik. Bak ne çok okuduk, yaa!)
 

Sentetik hayatlar, sentetik insanlar. Bunlar gözümüze sokuldukça etrafımız (izlenimlerimize yansıyış şekli itibarıyla) daha da sıradanlaşıyor mu deseem, bayağılaşıyor mu desem ... moral bozuyor. Yani, sonuçta biz de bu sirkin bir parçası oluyoruz. Daha doğrusu hep öyleydik. Ama tabii sirkte de farklı pozisyonlar var. Sunucu var, palya(n)ço var, topla fırlatılan adam var, fil var. Acaba diyoruz yazar bizi nereye koyuyor, yoksa benim beynimi de çözdü mü? ... Sanki tüm okurları tanıması mümkünmüş gibi. Ne de olsa bu alanda diplomalı uzmanlığı var. Beni bilet gişesine koysa mesela... hayır demem. Yani kitaba bir dalıp bir çıkıyoruz, karabatak gibi.
 

.....
 

Hayatım boyunca sirke gidip gitmediğimi gerçekten hatırlayamadım. Çocukluğumun Ankarası'na büyük yuvarlak çadırlı sirkler gelirdi; ama sinemalarda acıklı sirk filmleri de olurdu. O filmlerdeki acılardan etkilenmiş de olabilirim. Kendimi bildim bileli sirkten nefret ettim ve her zaman gitmeyi reddettim. Daha okula başlamadan önce bir kez götürüldüm mü, çıkaramıyorum. Babamın "Dikkat et, sıraların arasından düşme" şeklindeki bir uyarısını da hatırlıyor gibiyim, ama yoksa o kapalı salondaki seyyar tribünü bir spor karşılaşmasından mı hatırlıyorum. Bunu çadırla filmler yoluyla mı bağdaştırıyorum. Buna karşılık, Ankara lunaparkına gittiğimizi ve çarpıtan aynalarda ince, uzun, kısa, şişman, yamuk, dalgalı, baş aşağı göründüğümüzü hatırlıyorum. Bundan ne keyif aldıysak artık. 1950'lerin dünyası buydu gerçi, ancak bu aynaların yansıttığı çarpık imajlar parkın gürültüsüne çıkar çıkmaz kayboluyordu. Biraz daha büyüyünce zihnimize sokulan ideolojilerse kolay silinmiyor. Dünyanın çok çarpıtılmış imajlarını oluşturuyor ve bunlar çoğu zihne yapışıp kalıyor. Eh! zihin hemen sileceğin bir yazboz tahtası değil ki. Silsen bile aralardan çıkıp geliveriyor.
 

.....
 

Bir de filmde (pardon kitapta) araya majestelerinin hizmetindeki James Bond giriyor. Bayağı nostaljik geldi. 24 Bond filminin hepsini gördüm. Birincisiyle sonuncusu arasında en az 50 yıl filan var. Sean Connery'ye tam alışmışken George Lazenby tek filmde Bond oldu. Roger Moore hiç havaya sokamadı. Timothy Dalton ve Pierce Brosnan onu izledi, ama son Bond, Daniel Craig bence en iyisiydi. Hayatım bunlarla geçti, hepsini izledim derken, şimdi I. Fleming'den sonra bir de K. Arslanoğlu'nun binbir surat Bond'u çıktı. 15 Temmuz darbesini çözüp gitti. İyi de şimdi ben bu 25. Bond'a hangi suratı yakıştıracağımı bir türlü bilemiyorum. Olmaz ki. Okur böyle çözümsüzlükler içerisinde bırakılıp gidilmez ki. Dağıldım yani. Yazarın vazifesi bu mudur?

 


Yüzü Silinenler lafı bana Konrad Lorenz'in (1903-1989) "The Waning of Humaneness" kitabını anımsattı. Çok kabaca, "İnsancıllığın Azalması" şeklinde çevrilebilir. "Waning" en çok dolunaydan sonra ayın günbegün küçülmesi için kullanılır. Yüzler silinirken, (vasıflar itibarıyla) insaniyet de yok oluyor gibi bir bağlantı kurmuş olabilirim. 1973 yılında Nobel alan Avusturyalı Lorenz, dünyanın en çok atıf yapılan 65. bilim adamıymış. Bir kez de biz yapalım. Gerçi Nazilerle ilişkisi her zaman sıkıntı yarattı, ama dünyanın o bölgesinde kimi kazısan dibinden biraz Nazi çıkar. Tıp okurken etolojiye (hayvan davranışları) merak salıp bu bilim dalının kurucuları arasında yer almakla birlikte, her zaman insan davranışlarını da incelemiştir. Bu arada, Lorenz'in insanlığın geleceği konusundaki karamsarlığı da bağlantı kurmamı kolaylaştırmış olabilir. Hiçbir yerde iyiye gitmiyor.
 

.....
 

Yazar insanların büyük bölümünün nevrotik olduğu ve nevrozların güç ve para peşinde koşmak şeklinde tezahür ettiğini ileri sürüyor. İnsan zihninin çok güvensiz bir noktaya geldiğini; çünkü seleksiyonun günümüzde zekâya karşı çalıştığını söylüyor.
 

Pekâlâ ona göre nevrozların kaynağı ne? Lorenz bunların tür içi rekabetten kaynaklandığı kanısında. Ona göre, rekabet farklı türler arasında olursa evrimi ileri götürür, fakat tek tür içerisindeki rekabet evrimi kör yapar. Kültürel ritüellerin kutsallaşması ona göre çok tehlikelidir. ... Şayet ortada öldürmeye heves edilecek bir mamut veya kılıç dişli kaplan yoksa, o zaman ortaya bir demagog çıkar ve insanları Yahudileri öldürme konusunda heveslendirir. Asıl zorluk diyor, insanların birbirlerinin dışında gerçek düşmanlar bulma konusundadır. Çevre konusunun insanlık için ortak bir hedef olabileceğini de söylemiş ama esas çözümün nüfusun azalması ve eğitimin yükselmesinden geçtiği kanısında.
 

.....
 

Lorenz ayrıca insanın kültürel ve sosyal değişimin hızına ayak uyduramadığı ve giderek sıkılaşan bir kültür cenderesinde yaşadığını ifade ediyor. Bunu zaten biraz düşünen herkes görebilir. Burada Lorenz'i bırakıp, okumamıza dönelim.
 

.....
 

Kitabın önemli noktalarından birisi, artık iyi ile kötünün, hatta bazen iktidar ile muhalefetin bile ayırt edilemez hale geldiğine değinen kısımları. Bu karmaşa içerisinde sağcılık ve solculuk kavramlarının da oturacağı bir yer kalmıyor. "En kötüsü de akıl namusunu koruyan hiçbir gücün kalmaması, ağır bir yalan suçuna batmamış tek bir siyasi tepki göremiyoruz. Arkanızı dayayacağınız bir çevre veya grup kalmadı." Nitekim, bu kadar kirlilik karşısında "azgın kötüye karşı bir cephe kurulamaz, nitekim kurulamıyor." İşte burada siyasi yalnızlığımız belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Bu beni artık korkutmuyor. Anladığım kadarıyla yazarı da korkutmuyor, ama ortada çok korku var açıkçası. Bazıları buna rağmen her olay karşısında kişisel bir tutum alabiliyor. İlla bir yere bağlı olmak şart değil. Örgütlü olmak teorik olarak savunulan bir şey, ama bunun için asgari koşullar olmazsa ne yapacaksın? İte kaka olacak şey değil. Zaten fikri temeli de eksik olduğundan hep patinaj yapmaya mahkûm. Büyük olaylar karşısında iradenin hükmü olmayabiliyor.
 

....
 

Bu ülkede siyasi yapılar düşünen ve eleştiren insanları bağrında tutacak olgunluğa hiçbir zaman erişmedi. Siyasi bir örgüte girip de eleştiren kişi mutlaka bir süre sonra kovulur, ayrılır, sıyrılır, çekilir, kaçıp kurtulur... ne isterseniz deyin. Çünkü siyasi birliğin ne olduğu ne bilinir, ne de içselleştirilir. Ya biat, ya biat.
 

.....
 

Okurlar insanlığın veya ülkenin geleceği konusunda korkuya kapılabilir. Bunun için yeterli malzeme var. Kimi okurlar da sıradanlıklarını artık gizleyememe endişesine kapılabilir. Özel olmak isteyen o kadar çok ki, sanki bu önemliymiş gibi. (Reklamcılar sürekli "size özel" lafını kullanır ve sıradanlıktan korkanlar bundan etkilenir.) Bunun için de yeterli malzeme var. Okurun hangisini ön plana alacağı, ya da toptan duyarsızlığı elbette kendisine kalmıştır. Burada okura gözdağı verildiği kanısına da kapılmadım dersem yalan olur. Gerçi bunun haklı olmadığı söylenemez. Okurun pohpohlanması değil, ateşe tutulması esastır. Pohpohtan yarar çıkmaz. Ateşe tutulunca da garantisi yoktur ama sarsılıp düşünmeye başlayan olabilir.
 

.....
 

Öğrendiğimize göre ülke gençlerinin üçte birinden fazlası (herhalde yükseköğrenim gençliği kastediliyor) antidepresan alıyormuş. Önceki yazıda bir ölçüde değindiğimiz "hayatla yüzleşme korkusu" kuşkusuz ki giderek yaygınlaşıyor. Bunun yanı sıra amaçsızlık da önde gelen bir nedendir. Bizim zamanımızda birisi antidepresanla ilgili öneride bulunsa -cesaret edemezdi ya- eşek sudan gelinceye kadar dayak yerdi. (Sen ne diyon lan. Kafa ilacının hepsini yuttururum bak.) Bugün de kimse denemese iyi olur. Sürekli çapa ve balta sallamaktan kolumun kuvveti hâlâ yerinde. İnsanların bu kadar manevi zaafa düşmesini elbette ki anlıyorum ama kabul edemiyorum. Dünyaya meydan okuyan insanların yerini tir tir titreyen korkaklar mı aldı? Bunun çok muhtemel bir nedeni de başarı inancının yitirilmesi. Başarı olasılığı görse belki ucundan tutacak, ama "yaa! şimdi boşu boşuna belaya bulaşmayalım" diyorlar. Olay budur. Belki de birkaç kez bulaşıp boyunun ölçüsünü almıştır zaten.
 

.....
 

Bir zamanlar kaleydoskopun içine düşüp renkli yolculuklar yapan çocuklar gibiydik. Zorluklar vız geliyordu. Şimdiyse derme çatma tekneler içerisinde bir sonbahar kasırgasına yakalanmış, içi dışına çıkmış, yüzü bembeyaz olmuş acemi denizcilere benziyor gençlik. Ana temamız: endişe. Hayat güvensiz zihinler üretiyorsa, biz ne yapalım.
 

.....
 

Son olarak yüzler üzerine kitabın çok çarpıcı bir bölümünü aktarmak isterim: "Batılı insan yüzlerinde ruh boşalmış diyor. Ruh çekilmiş. Apaçık belli. Suretler hep aynı. Görmüyor musun diyor bana. Nasıl yani diye sordum. Sovyetler Birliği döneminden insan fotoğraflarına takmış bir zaman. Yüzlerine odaklanmış. Binlercesi üstüne çalışmış. Aylarca. Ortak olan ne? İfadesizlik. Amerikan porno filmlerindeki, manken fotoğraflarındaki yüzler.... Ruhları çekilmiş, başka bir ruh girmiş içlerine. Aynı ruh. Aynı ruh aynı ifadeyi veriyormuş. Boşluk. Avrupa'daki yüzler, Batılı yüzler, her geçen gün aynı hissi veriyormuş."
 

.....
 

Ama durun. Aynı hissi vermesi için Batılı olması şart mıdır? Elektronik ortamla Batı'ya bağlanmış milyarlarca Doğuluya ne diyeceğiz

 

Mehmet Tanju Akad


  • Miyase Aytaç Yılmaz

    Miyase Aytaç Yılmaz 11.03.2017

    Merhaba; Her konuda ahkam kesen bir Ümit T.'miz (bu günün aydını mı desek acaba), O'na dağınık fikirlerini derleyip toplamada yardımcı olmaya çalışan rehberimiz( yazar Arslanoğlu), bir de tabii karmaşa, kargaşa içindeki ülkemiz baş kişilerdi. Derdi olan, derde çare aramaya uğraşan bir kitap. Mizah kıvamı tam tadındaydı. Hele ki yüzler ile gizlenen kimlik çelişkisi Ümit T. takma adı üzerinden, kitabın sonuna kadar süren heyecanla çok iyi verilmişti. KAPAYIŞ bölümündeki "acaba" ile de okuru kendi düş gücüne teslim edip çekilmiş; iyi etmiş. Bond bölümleri de yemek üstüne tatlıydı. Ben Albay SENDUR'un baş kişi olduğu bir roman bekliyorum yazarımızdan. Çok ciddiyim; adını okurken yazarken gülümsesem bile. (Sahiden de bakıyorum bazılarının iki satırı dahi her yerde, bazılarının ise koca kitabı hayalete döndürülmüş. Ümit T. gibi pazarlama mantığı ile bakamıyor, ille de art niyet arıyorum.) Saygılarımla.

  • Ç.

    Ç. 10.03.2017

    Günümüz gerçekliğini anlatan, yaptığı siyasal analizleri de edebi dille sunan sürekleyici bir romandı.Kaan Arslanoğlu romanında baş kahramanın kendisi olmasının verdiği zorlukların da üstesinden gelmiş. James Bond bölümlerinin olması da ayrı bir güzellik katmış. Doktor Fo,Profesör To ile yaşadıklarımızı farklı dille anlatmış.

  • Kaan Arslanoğlu

    Kaan Arslanoğlu 10.03.2017

    Bir zamanlar yeni bir kitap çıktığında hemen ülke gündeminin ilk sıralarına yerleşirdi Artık yazarın gücüne, tanınmışlığına göre. Bazıları gündemin ilk sıralarına yerleşirdi birkaç ay, bazıları ikinci derecede gündeme. Şimdi her şeyde bir enflasyon var. Kitap sayısında, fikir sayısında, doğal olarak her birine düşen değer de azalıyor, ilgi azalıyor. 2000'lere doğru bu dönem neredeyse bitti. Roman zaten aynı zamanda bu son halimizin romanı. İnsan gerçeği ile insan gerçeği biliminin amansız ve umarsız kapışması. M. Tanju Akad'a teşekkürler. Aslında "normal" olanı yapmış, bir ürünü çıkarsız değerlendirmiş. Karşılığında para almamış. :))) Bu normal olan artık anormal hale geldi. Hiçbir şeye karşı heyecan duymuyoruz artık. Genci yaşlısı. Sonra da heyecan uyandıran bir ülke bekler gibi havalara giriyoruz. İnanmadan. Değiştirmek için ... Zor ama, önce bilmek gerek.

Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.